17 Nisan Yaklaşırken…
Direkt gireyim konuya:
“Gelişmiş ülke denince ne anlıyorsunuz, gelişmemiş ülke denince ne anlıyorsunuz?”
Eminim, bu sorunun pek çok cevabı var, cevap verenden verene değişen. Ben kendi birikimimce anlatmaya çalışayım bir şeyler.
Bana göre gelişmişlik yalnızca geliri yüksek, refah içinde yaşayan, yüksek binalar, geniş otoyollar, fabrikalar ile dolu, geliri giderinden hayli yüksek olan ülkeleri tanımlayan bir kelime değil. Olamaz, olmamalı da… Bunlar bir gelişmiş ülkede olabilecek ama tek başlarına gelişmişlik göstergesi kabul edemeyeceğimiz kriterler. Gelişmişlik, bence Dünya ile entegre, toplumsal barışı ve adaleti sağlamış, demokrasinin laf değil de yaşam biçimi olduğu, eğitim, bilim, sanat vb. her konuda ileri gitmiş, yönetimi ile halkı arasında bir güven ve karşılıklı anlayış gelişmiş, toplumun en ileri ve en geri katmanları arasında fazlaca fark olmayan, işsizliğin, eğitimsizliğin, açlığın, sefaletin olmadığı, özgürlüklerin, insan haklarının tüm paydaşlarca kabul gördüğü bir toplumu işaret eden bir kavram.
Tanım güzel de bu ülkede yaşayan biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları böyle bir ülkede mi yaşıyoruz, ne dersiniz? Yok, canım gülmeyin. Bu soruyu niye sorduğumu siz de biliyorsunuz elbet. Şu yukarıda yazdıklarımın birine bile, “evet, işte bu biziz” diyecek bir tek aklı başında insan evladı çıkmayacağını hepimiz biliyoruz.
Pekiyi, biz niye girememişiz bir türlü bu tanıma. Çünkü ıskalamışız ve devam da ediyoruz bu ıskalama ısrarımızda. Bugün kafa karıştırmaya, suyu bulandırmaya çalışanlara bakmayın siz. Bu güzel ülkenin miladı ne zaman? Herhalde 23 Nisan 1920. Geri gidişe “dur” denip de bir ileri gidişin fitilinin yakıldığı zaman. Hepimiz farklı milatlar da belirleyebiliriz elbet ama sonucun çok da değişeceğini sanmam. Neticede, Kurtuluş Savaşı’nı izleyen, ekonomik, kültürel, yaşamsal bir devrimin Genç Cumhuriyet’in en önemli bileşenleri olduğunu kimse inkâr etmeyecektir. Gerçekten de 1923 – 1938 arasında alınan yola bakınca inanılmaz bir başarı hikâyesi ortada. Ancak bu başarı hikâyesinin en eksik kalan yanı nedir diye sorulacak olursa benim cevabım: “Eğitim”.
Gerçekten de Mustafa Kemal başta, tüm kurucu kadroların, tüm kurumların bir türlü çözemediği sorun olarak kalmış hep. Onca yapılana, onca devrimlere rağmen çok yavaş ilerlenebilmiş. Kurultaylar toplanmış, yurt içinden, yurt dışından pek çok uzmana danışılmış, planlar programlar yapılmış, denenmiş, okullar enstitüler açılmış ama bir türlü olmamış, olamamış. Kolay değil elbette, savaştan çıkmış, parasız, sermayesiz, bilgisiz, altyapısız, teknolojisi olmayan, eğitimi olmayan bir ülkede sıfırdan bir kalkınma planlarken bir yandan da mükemmel, batılı (ileri) değerlere sahip, eğitimcisiyle, okullarıyla, eğitim araç-gereçleriyle donatılmış ve tüm yurda eşit bir şekilde dağılmış bir eğitim altyapısını kurgulamak. Yine de bir şeyler yapılmış ama yetmemiş, yetmemiş, yetmemiş. Ve sonunda çözüm bulunmuş. Yerinde ve yaşamın içinde bir eğitim sistemi planlanmış. Bize özgü, Dünya’da hiçbir örneği olmayan, başka hiçbir sisteme benzemeyen, tabandan başlayarak yanlara ve yukarı doğru ilerleyecek bir eğitim modelini temel alan, tüm yurt yüzeyine eşit olarak dağılan, başka, bambaşka bir sistem. Bir kurtuluş umudu!
Bu noktada Hasan Ali Yücel (1897-1961; Milli Eğitim Bakanı “1938-1946” ), Saffet Arıkan (1888-1947; Milli Eğitim Bakanı “1935-1938”) ve İsmail Hakkı Tonguç (1893-1960; Köy Enstitüleri konusunda 1940-1946 yılları arasında çalıştı) isimlerini de şükranla analım, hep beraber.
Muhalif pek çok sese rağmen başlanmış 1940 yılında, 17 Nisan’da. O dönemin yetkililerinin insanüstü çabası ve aklıyla, büyük bir mücadeleyle, tüm eksik ve hatalarına rağmen bir seferberlik ruhuyla başlamış her şey. Yasası, yönetmeliği, kısacası yasal altyapısıyla. Sonradan ekleneceklerle beraber 21 tane Köy Enstitüsü ve bir tane de Yüksek Köy Enstitüsü. Gariban Anadolu insanının yegâne gelişme umudu. Çok da başarıyla yürümüş her şey. Bir anda bu okullardan mezun olup gelen kızlı erkekli gencecik öğretmenler sadece kitabi bilgiyle değil, tarımdan hayvancılığa, halıcılıktan arıcılığa, tiyatrodan müziğe, inşaat ustalığından marangozluğa her konuda bilgi ve el becerisine sahip, bilimsel düşünceye ve özgür düşünceye açık, soran, sorgulayan, yalnızca aydınlanmakla kalmayıp bir fener gibi etrafını da aydınlatan, pırıl pırıl gençler. Bir anda o gencecik yaşlarında geri kalmış toprakların akıl hocaları, öncü güçleri olmuşlar. Cumhuriyet aydınlanması neferlerini buluvermiş bir anda.
Ama aydınlanma denen noktada karanlığın onu derhal boğmaya çalışması da bize özgü değil sadece, tüm Dünya tarihi bunun örnekleriyle dolu. Hemen başlamış fitne, nifak, bağnazlık, karalama, iftira, aklınıza ne gelirse. Düşünün, İkinci Dünya Savaşı (1939-1944) yılları, tüm Dünya bambaşka bir karanlık içinde boğulurken bahar çiçekleri gibi açan, bu kuru coğrafyayı güzelleştirecek yepyeni bir umut. Ama hiç eksik olmamış ki buralarda da hıyanet, yobazlık, kendinden başkasına yaşama hakkı tanımama, çıkar peşinde hiçbir şeyi gözü görmeme, kendine kul köle yaratma sevdası. Hemen karanlıklar içinden çıkıvermiş tüm bu sevdaların sahipleri. Etmedikleri kalmamış o güzelim aydınlık yuvalarına. Ne komünistlik iftiraları kalmış edilmedik ne ahlâksızlık iftiraları. Ardından gelen siyasi değişim rüzgârlarıyla da boğazı sıkılmış, önce nefessiz, sonra kansız, en sonunda da cansız bırakılmış enstitüler. Öğretmenlerine, mezunlarına, öğrencilerine edilen zulümleri anlatırken boğazı düğümleniyor insanın. Sonuçta da kapıya kilit, gelişmeye, ileri gitmeye takoz…
Bugün hala gelişmişlik nedir diye sorarak başlıyorsak cümleye, bir türlü o gelişmişliği yaşama fırsatı bulamamaktan olsa gerek. Özgür düşünmeyi, aklın, bilimin, sanatın çizdiği bir düşünce dünyasında yaşamayı başaramamış bir ülkenin insanından da ne demokrasi bilinci bekleyebilirsiniz ne üretim gücü ne gelişmişlik ne de başka bir şey. Hepsi bu işte. Ancak bol bol cafcaflı laflar edenlerin peşine takılmış, önüne ne koyulursa onunla idare eden, yaşama sadece kendine verilen bir pencere aralığından bakan, taassubun kör ettiği gözlerle gözünün önündekini bile fark etmeyen bir insan güruhu. Ne kadar yazık…
Bu millet o kadar alışmış ki, bir otorite figürü bulup onun peşine takılmaya. Padişah, halife, toprak ağası, filanca şeyh, falanca şıh, o olmadı başka bir şey. Düşünsenize, Osmanlı yıkılırken insanların talebi başka bir başın altına sığınmak. Ya Amerikan mandası ya İngiliz himayesi. O yüzden özgür düşünmek, yeniliğe açık olmak, aklını kullanmak, çocuklarını özgür bireyler olarak yetiştirmek, bilimin ışığından yararlanmak, Dünya’da neler olup bittiğine kafa yormak hep çok uzak gelmiş bu millete. Biraz da bilmediği sularda yüzmenin gözünü korkutması mıdır nedir, halk da sahip çıkmamış, çıkamamış ve o güzelim fırsatı elinin tersiyle itivermiş, bir avuç feodalin ve işbirlikçisi siyasilerin de ucuz çıkar hesaplarıyla. Egemenliği elinde tutabilmek o kadar kıymetli ki bu çıkar birlikleri için, bugün bakın, yine aynı resim karşınızda. Hiç değişmiyor ne yazık ki.
Çok şey kaçırdı bu ülke ve hâlâ da kaçırmaya devam ediyor. Bugün halen eğitim sorunu içinde debelenen ve hiçbir şey üretmeden, parayla satın aldıklarıyla yaşayabileceğini, gelişebileceğini düşünen bir ülke. Gelişmek sadece üretmek de değil oysa. Başta da saydım, pek çok kriteri var gelişmişliğin. Ancak hepsinin başı eğitim.
Köy Enstitüleri artık sadece bir tarih, yeniden açılması mümkün değil belki. Ama arkasındaki felsefe hâlâ diri ve güçlü. Bir benzerini oluşturmak mümkün ama önce eğitimin, dolayısıyla gelişimin karşısına dikilen o karanlık güçlerin yok edilmesi şart. Alın size bir kısır döngü. Aydınlanmayı sağlamadan karanlığı yenemiyorsun, karanlığı yenmeden de aydınlanmayı sağlayamıyorsun.-
Çok işimiz var, çok…
Unutma, unutturma. Öğren, öğret.
81. yıl dönümü kutlu olsun Köy Enstitülerinin… Her şeye rağmen…
Yazar Dr. Önder Cem Sezgin, Ankara, 14 Nisan 2021
Kaleminize, zihninizin aydınlığına sağlık