2022 Küresel Eşitsizlik Raporu yayınlandı.
Türkiye’de ve dünyada artan eşitsizlik: 2022 Küresel Eşitsizlik Raporu.
Paris merkezli Küresel Eşitsizlik Laboratuvarı tarafından hazırlanan 2022 Dünya Eşitsizlik Raporu, ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde gelir ve servet eşitsizliğine ilişkin çok sayıda kaynaktan alınan verilerin dikkatli bir şekilde toplanmasına dayanan en son hesaplamaları sunuyor. Göstergeler için uzun dönemli zaman serisi verileri sunan rapor, son örüntüleri daha geniş bir tarihsel bağlamda değerlendirmemize olanak tanıyor ve eşitsizliğin farklı boyutlarını ele alıyor.
Gelir eşitsizliğinde son durum
Raporun bulgularına göre küresel nüfusun en zengin % 10’luk kesimi küresel gelirin % 52’sini alırken nüfusun en yoksul yarısı yalnızca % 8,5’ini kazanıyor. Ortalama olarak, küresel gelir dağılımının en üst % 10’luk kısmından bir kişi yılda 122.100 dolar kazanırken, küresel gelir dağılımının en yoksul yarısından bir birey yılda 3.920 dolar kazanıyor.
Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) dünyanın en eşitsiz bölgesi, Avrupa ise en düşük eşitsizlik seviyelerine sahip. Eşitsizlik, en eşit bölge ile en eşitsiz bölge arasında önemli ölçüde değişiyor. Avrupa’da en zengin % 10’luk kesimin gelir payı % 36 civarındayken MENA’da % 58’e ulaşıyor. Bu iki seviye arasında, çeşitli örüntülere rastlıyoruz.
Doğu Asya’da, en zengin % 10 toplam gelirin % 43’ünü ve Latin Amerika’da % 55’ini kazanıyor. Türkiye’ye baktığımızda, yetişkin nüfusun ortalama milli geliri 85.010 TL iken en yoksul % 50’lik kısım 20.260 TL kazanıyor. En zengin % 10’luk kesim ise bundan ortalama 23 kat daha fazla kazanıyor (463.020 TL). En zengin % 10 toplam gelirin % 54,5’ini alırken, en yoksul % 50, % 12’sini alıyor.
Çağdaş küresel eşitsizlikler, Batı emperyalizminin zirvesinde, 20. yüzyılın başlarındaki seviyelere yakın seyrediyor. Son yirmi yılda çoğu ülke içinde eşitsizlik artarken, ülkeler arasındaki küresel eşitsizlikler azaldı. Ülkeler içindeki bireylerin en zengin % 10’u ile en yoksul % 50’sinin ortalama gelirleri arasındaki fark 8,5 kattan 15 kata yükseldi.
Servet eşitsizliklerinde fark daha belirgin
Küresel nüfusun en yoksul yarısı % 2’lik bir oranla neredeyse hiç servete sahip değil. Buna karşılık, dünya nüfusunun en zengin % 10’u tüm servetin % 76’sına sahip. Ortalama olarak, yetişkin nüfusun en yoksul yarısı satın alma gücü paritesi (SGP) 4.100 dolara sahipken en üstteki % 10’luk kesim ortalama olarak 771.300 dolara sahip.
Son 25 yılda Türkiye’de milli servet iki katından fazla artarak bugün 121.160 TL’ye ulaştı. Servet açısından Türkiye, karşılaştırılabilir refah seviyelerine sahip diğer ülkelere göre daha eşitsiz görünüyor. Bugün en alttaki % 50, ortadaki % 40 ve en üstteki % 10 toplam milli servetin sırasıyla % 4, % 29 ve % 67’sini elinde tutuyor.
Özel sektör zenginliği elinde tutuyor
Bu eşitsizlikleri anlamanın bir yolu, hükümetlerin net serveti ile özel sektörün net serveti arasındaki boşluğa odaklanmak. Son 40 yılda ülkeler önemli ölçüde zenginleşti, ancak hükümetleri önemli ölçüde fakirleşti. Zengin ülkelerde kamu aktörlerinin elindeki servetin payı sıfıra yakın veya negatif, yani toplam zenginlik özel sektörde toplanıyor. Bu eğilim, hükümetlerin GSYİH’nin % 10-20’si kadarını, esas olarak özel sektörden borç aldığı pandemi kriziyle arttı. Hâlihazırda düşük hükümet serveti, devletlerin gelecekte eşitsizliğin üstesinden gelme kapasitelerinin yanı sıra iklim değişikliği gibi 21. yüzyılın temel zorlukları için de önemli etkilere sahip.
Servet eşitsizliği dağılımın en tepesinde arttı. Özel servetteki artış da ülkeler içinde ve dünya düzeyinde eşitsiz oldu. Küresel multimilyonerler son birkaç on yılda küresel servet artışının orantısız bir payını ele geçirdiler: en tepedeki % 1, 1990’ların ortalarından bu yana biriken tüm ek servetin % 38’ini alırken, alttaki % 50 bunun sadece % 2’sini aldı.
SGP (satın alma gücü paritesi) sağlıklı tahminler yapmayı zorlaştırıyor
Çok önemli sonuçlar barındıran Küresel Eşitsizlik Raporu, bir taraftan çeşitli tartışmaları da beraberinde getiriyor. Örneğin, Dünya Eşitsizlik Laboratuvarı’nın ülkeler arasında ulusal gelirleri belirlemek ve karşılaştırmak için SGP kurlarını kullanması eleştirilen bir nokta.
SGP kurları, ülkeler arasındaki fiyat seviyeleri ve yaşam standartlarındaki farklılıkları dikkate alıyor gibi görünse de kavramsal, metodolojik ve ampirik problemlerle dolu bir kavram. Basitçe açıklamak gerekirse, SGP kurları, her ülkenin ekonomik yapısının karşılaştırma yapılan ülkenin (ABD) yapısına benzer olduğunu ve zaman içinde benzer şekilde değiştiğini varsayar. Gelişmekte olan ekonomilere uygulandığında, bu varsayım özellikle zayıftır.
Ayrıca, mallar için karmaşık ağırlıklandırma süreci, bazı ülkelerde nadiren tüketilen, temsili olmayan, yüksek fiyatlı ürünlerin dâhil edilmesiyle sonuçlanabilir. Örneğin, paketlenmiş mısır gevrekleri yoksul ülkelerde bulunabilse de yalnızca nispeten küçük sayılan, zengin insan azınlığı tarafından satın alınıyor. Buna göre, ulusal hesaplardaki harcama ağırlıkları, küresel standartlara göre yoksul olan insanların tüketim kalıplarını yansıtmıyor.
Bu sorunlara ek olarak, yüksek SGP ülkeleri -yani yerel para biriminin gerçek satın alma gücünün nominal değerinden çok daha yüksek olduğu kabul edilen ülkeler- tipik olarak düşük ortalama ücretlere sahip düşük gelirli ekonomiler. SGP yüksek, çünkü iş gücünün önemli bir bölümü çok düşük ücret alıyor, bu da mal ve hizmetlerin, işçilerin çoğunluğunun daha yüksek ücret aldığı ülkelere göre daha ucuza bulunabileceği anlamına geliyor. Düşük gelirli ülkelerdeki birçok yoksul hanede ücretsiz emeğin yaygın olarak görülmesi bu etkiyi daha da artırıyor.
SGP ile değiştirilen GSYİH verileri bu nedenle önemli noktayı kaçırabilir. SGP tahminleri, belirli bir parasal gelirin daha fazla satın alma gücünü, bir ekonominin çalışanlarının çoğunluğunun daha büyük mutlak yoksulluğunun bir yansıması olmak yerine bir avantaj olarak kabul ederek, daha fakir ülkelerin gelirlerini zengin ekonomilere kıyasla abartıyor. Tüm bu nedenlerle, ülkeler arası gelir karşılaştırmalarında SGP kurlarına güvenmek son derece sorunlu olduğundan ülkeler arası eşitsizliğin ölçülmesinde piyasa kurlarına bağlı kalınması daha doğru bulunuyor.
Fark yaratan iki yeni gösterge: Toplumsal Cinsiyet ve Karbon Salımı Eşitsizliği
Bu eleştirilere rağmen raporun, özellikle iki yeni gösterge yoluyla eşitsizlik anlayışımıza büyük katkısı olduğu düşünülüyor. Bunlardan birincisi, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin önemli bir göstergesi olan emek gelirinde kadınların payı. Toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri küresel düzeyde önemli olmaya devam ediyor ve ülkeler içindeki ilerleme çok yavaş. Rapor, küresel kazançlardaki cinsiyet eşitsizliğine ilişkin ilk tahminleri sunuyor. Genel olarak, kadınların işten elde edilen toplam gelirdeki (emek geliri) payı 1990’da % 30’a yaklaşmışken bugün % 35’in altında. Mevcut cinsiyetler arası kazanç eşitsizliği hala çok yüksek. 30 yılda, küresel düzeyde ilerleme çok yavaş düzeyde kaldı ve dinamikler ülkeler arasında farklı seyrediyor. Bazı ülkeler ilerleme kaydetse de diğerleri kadınların kazanç payında düşüşler gördü. Küresel olarak, bu pay son otuz yılda büyük ölçüde değişmeden üçte bir oranında, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da (MENA) ise % 10-15 civarında kaldı ve Çin hariç Asya’da % 20’nin altına düştü. Türkiye’de ise ortalama kadın iş gücü gelir payı % 23 ile MENA ülkelerinden daha yüksek, ancak Yunanistan (% 37) ve Bulgaristan (% 43) dahil olmak üzere komşu Avrupa ülkelerinden daha düşük. Bu gösterge yalnızca iş gücü piyasası dengesizliklerini değil, aynı zamanda, haneler ve topluluklar içinde kadınlar tarafından gerçekleştirilen, ücretli işe erişimlerini azaltan ve ücretli istihdamdaki ücretlerini etkileyen ücretsiz işlerin daha büyük oranını da dolaylı olarak gösteriyor.
İkinci yenilikçi gösterge, ülkeler arasında gelir kategorisine göre katkıları değerlendirerek karbondioksit salımlarındaki eşitsizliği inceliyor. Karbon salımlarındaki büyük eşitsizliklerin ele alınması, iklim değişikliğiyle mücadele için önem taşıyor. Küresel gelir ve servet eşitsizlikleri, ekolojik eşitsizliklerle ve iklim değişikliğine katkılardaki eşitsizliklerle sıkı sıkıya bağlantılı. Ortalama olarak, insanlar kişi başına yılda 6,6 ton karbondioksit eşdeğeri (CO2) salıyor. Karbon salımı eşitsizliklerine ilişkin yeni veri seti, dünya çapında CO2 salımlarındaki önemli eşitsizlikleri ortaya koyuyor: En zengin % 10’luk kesim, salımların yaklaşık % 50’sinden sorumluyken, alttaki % 50 toplamın % 12’sini üretiyor. Buradaki önemli bulgu, bölgeler arası salım eşitsizliklerinin yüksek ve kalıcı olmasına rağmen, bu tür farklılıkların sadece zengin ve fakir ülkeler arasında değil, ülke içinde de mevcut olması. Düşük ve orta gelirli ülkelerde zenginler arasında yüksek salıma sahip olanlar varken, yüksek gelirli ülkelerde yoksullar arasında nispeten düşük salıma sahip olanlar var.
Örneğin, MENA bölgesindeki en zengin % 10’luk kesim yılda kişi başına 33,6 ton CO2 salımına sebep olurken, Kuzey Amerika’daki gelir dağılımının alt yarısı on tondan daha azına neden oluyor. Türkiye’de de ortalama karbon salımı kişi başı 6 ton civarında. Nüfusun en alttaki % 50’si 3,1 tonun hemen altında salım yaparken, en üst % 10’luk kesim yedi kat daha fazla salım yapıyor.
Küresel olarak, nüfusun en zengin % 10’u, tüm CO2 salımlarının yarısından fazlasından sorumlu. Bu nokta özellikle önemli, çünkü raporun belirttiği gibi, karbon vergileri gibi çevre politikaları en çok yoksulları etkiliyor, ancak bu grup bu tür önlemler arasında nadiren hatta hiç tazmin edilmiyor. Yeni gösterge hem ülke içinde hem de ülkeler arasında sosyal açıdan adil iklim politikalarının nasıl olması gerektiğine dair çok daha önemli bir değerlendirmeyi mümkün kılıyor.
Rapor, küresel çapta multimilyonerlere uygulanacak mütevazi oranda artış gösteren bir servet vergisinin yaratacağı gelirle, küresel gelirlerin % 1,6’sının eğitim, sağlık ve ekolojik geçiş yatırımlarına aktarılabileceğini gösteriyor. Rapor ayrıca, 21. yüzyılın sorunlarını ele almanın gelir ve servetin yeniden dağılımı olmadan mümkün olmadığını vurguluyor. Bu noktada özellikle özelleştirme eleştiriliyor.
Dünya Eşitsizlik Raporu’nun ortaya koyduğu gerçekler, insan seçimlerini yansıtıyor, bu da başka seçimler yaparak mevcut durumun değiştirilebileceği anlamına geliyor. Bu nedenle rapor, faydalı veri ve analizlerden oluşan değerli bir özetten çok daha fazlası olarak, eylem için bir rehber niteliği taşıyor.
Kaynak:
S360 – Sürdürebilirlik, Londra, İstanbul, 25 Aralık 2021