Acımasız Dünyaya Meydan Okumak !
“Yolunuzun adım adım önünüze serili olduğunu görüyorsanız, onun sizin yolunuz olmadığını bilin. Kendi attığınız her adımla inşa ettiğiniz yol sizin yolunuzdur. Tam da bu nedenle o yol sizindir.” Joseph Campbell
Yakından bakınca insanlardan nefret etmek zordur. Yaklaşın.
Boş konuşacağınıza gerçeği dile getirin. Uygar olun.
El ele tutuşun. Salt yakın çevrenizle değil, yabancılarla da…
İnsanoğlu-kızı olarak genelde şöyle bir algıya prim veririz: “Sevinirsek sonradan başımıza bir felaket geleceğini ya da hayal kırıklığına uğrayacağımızı düşünürüz.”
Bu nedenle gerçek sevinç anlarında çoğumuzun aklına hemen bir trajedi gelir. Çocuğumuzu mezuniyet balosuna uğurlar ve “araba kazası” diye düşünürüz. Hevesle beklediğimiz tatil yaklaşırken akla “fırtına” takılır. Bu ve bunun gibi olumsuz düşünceler daha başlangıçta sevincimize engel olur. Buna sevinci kendine yasaklamak denir. Sevinci kendine yasak etmenin önüne geçmenin tek yolu şükrandır. Sevinçlerini bütünlüklü olarak yaşayan ve kendilerini sevince teslim edebilen kadınlar ve erkekler şükran duyanlardır.
Bazen de kendi sevincimizi ve neşemizi deneyimlerken başkalarının ıstırabını fark edemeyiz; gözlerimizi yumarız ve kendimizi bir bakıma yalıtırız; işlerin daha iyi gitmesi için yapacak bir şeyimiz olmadığını düşünerek başkalarına yardım etmemeyi seçeriz! Böyle acıya ve adaletsizliğe gözlerini yummayı seçmek ve her şey yolundaymış gibi davranmak ayrıcalık sahibi olmanın temeli olup, bu düşünce ve sonucunda uygulayacağımız davranış kalıbı bize genelde şunu söyletir: “Bugün çevremde olup bitenleri görmemeyi seçiyorum çünkü görmek ve harekete geçmek fazla zor.” Nasıl tanıdık geliyor mu?
Sevincin karşı kutbu olan “Istırap” da savunmasız bir duygudur. Kendimize acı çekme iznini vermemiz gerçekten cesaret gerektirir. Istırap çektiğimiz zaman çoğumuz bu ıstırabı hissetmek yerine başkalarına vermeyi daha iyi beceririz. Acımızı içimizde tutacağımıza çevremize yayarız. Değil mi?
Bugün paylaşacağım derleme Brene BROWN’ın “ACIMASIZ DÜNYAYA Meydan Okumak-Braving the Wilderness” adlı eseri derledim ve sizlerle paylaşıyorum.
Kitapta öne çıkan birkaç paragrafı sizlerle paylaşmak için aşağıya aktarıyorum:
*Bir arkadaşımın evindeki kanepede duran yastığın üzerinde “Söyleyecek iyi bir şeyin yoksa gel yanıma otur!” yazısını görünce pis pis güldüm. İyi-bir insan-olmaya-gayret eden-araştırmacı şapkamı bir anlığına çıkartayım ve birkaç dürüst soruya yanıt verelim:
*Bir yabancıyla yakınlık kurmanın ortak tanıdığınız birine bok atmaktan daha hızlı ve kolay bir yolu var mıdır?
*Başka ne insana, birinin yanına oturup gerçekten dedikoducu, yargılayıcı ve sinsi olmaktan daha iyi hissettirebilir?
Ama şimdi bu yastığın diğer yüzüne bakalım: Üçüncü şahısları yargılayıp onlarla alay ederek kurduğumuz bağlantı gerçek bir bağlantı değildir. Ve ne yazık ki bu yaptıklarımızın o insanlarda neden olacağı acı gerçek acıdır. Sinsilik üzerine inşa edilen bir bağın değeri sinsilik kadardır; yani yoktur.
* Yakından bakınca, gerçekten insanlardan nefret etmek zordur. Istırap ve korku içindeysek öfke ve nefret önde giden duygulardır. Bazen tüm dünyayı bir Word belgesine koyabildiğimi ve nefretle ilgili tüm sözleri ve eylemleri ıstırapla ilgili sözler ve eylemlerle “bul ve değiştir” uygulamasına tabi tuttuğumu hayal ederim…
* İnsanın kendini başkalarıyla birlikteyken yalnız hissetmesinden daha büyük bir yalnızlık olduğunu sanmıyorum. Bu “yalnız hissetme” nin ailemiz için ne anlama geldiğini araştırdığımız zaman, bağlantı kurarak kendimizi canlı hissetmediğimiz yerlerde bu duyguya kapıldığımız sonucunu çıkardık. Bu nedenle, bana kalırsa sadece insanlar değil, yerler de bu kopukluk duygusuna neden olabilirler. Bazen bir yerin insana kendini yalnız hissettirmesinin nedeni, o alanda yaşanan ilişkilerde yakınlık duygusunun olmamasıdır. Bazen de bazı yerlerde kendinizi önem verdiğiniz insanlarla bağlantı içinde hayal edemezsiniz ve o yerin kendisinde bir yalnızlık hissi vardır. Ve yalnızlık toplumsal bağlantıya ihtiyacımız olduğunu söyler; hayatımız için besin ve su kadar önemlidir. Cacioppo, “Yalnız olduğunu inkâr etmek aç ve susuz olduğunu inkâr etmek kadar anlamsızdır,” der.
Yalnızlık üzerine yapılan geniş çaplı bir çalışmada şunu buldular:
Hava kirliliği içinde yaşamak erken ölme riskinizi % 5 artırır. Obez olmak % 20. Aşırı içmek % 30. Yalnız olmak mı? Erken ölme riskinizi % 45 artırır!
*Harry Frankfurt, Princeton Üniversitesi’nde felsefe emeritüs profesörüdür. 2005 yılında, Boş Konuşma Üzerine adlı kitabını yayınladı. Buna göre; anlamadığımız şeyler hakkında konuştuğumuz zaman boş konuşmaya başladığımız andır. O, çoğumuzun her konu hakkında bir şeyler bilmek ya da bir yorumda bulunmak ihtiyacı içinde olmasının dünyadaki boş konuşma miktarını çok artırdığını söyler. Yine ona göre, zamanımızın en büyük boş konuşma sorununun doğum yeri şudur: “Ya bizdensin ya da düşmansın” savı.
Günümüzde yapılan ayıklamanın büyük bölümü “ya bendensin ya da düşmanımsın” inancına dayanır. Bu politikacılardan filmlerdeki kahramanlara ve kötü kişilere kadar düzenli olarak herkesten duyduğumuz duygusal bir cümledir. Politik bölücülüğünün en etkili cümlelerinden biridir ve ister iyi niyetle kurulmuş olsun ister kötü niyetle, % 95 seviyesinde duygusal, tutkulu boş konuşmadan ibarettir.
9/11 olaylarından sonraki haftada George W. Bush ve Hillary Clinton, dünya vatandaşlarına, terörizmle mücadelede “Ya bizimle birliktesiniz ya da bize karşısınız!” dediler. Bush abartarak, “Her ülke, her bölge artık bir karar vermek durumundadır. Ya bizimle birliktesiniz ya da teröristlerden yanasınız!” dedi.
“Ya bizdensin ya da düşmansın” duruşu felsefede yanlış bölünme ya da yanlış fikir ayrılıkları olarak nitelenir. İnsanları taraf tutmaya zorlayan bir harekettir. Başka seçenekler varsa (ki hemen her zaman vardır) bu sav olgusal olarak yanlıştır.
* Bir çizgi vardır. Saygınlıkla ilgilidir. Ama sağdan ve soldan öfkeli, korku dolu insanlar bunu her gün daha önce görülmemiş bir sıklıkla aşarlar. Dehümanizasyon retoriğine dahil olur ya da imgelerini yayarsak kendi insanlığımızı da bu süreç içinde küçültmüş oluruz. Müslümanları teröristlere ya da Meksikalıları “yasadışı” insanlara, polis memurlarını “domuzlara” indirgersek; bu saldırdığımız kişiler hakkında hiçbir şey söylemez.
Nitekim Twitter ve Facebook’ta aynı fikirde olmadığımız insanları kolayca ahlaki dışlamanın tehlikeli alanına itiveriyoruz; bunu yaparken tutarlılık aramıyoruz ve genellikle tam anlamıyla anonim bir platformda yapıyoruz…
*Hillary Clinton ya da Maxine Waters’ın cadı ya da orospu diye nitelendiğini duyunca inciniyorsunuz ve bozuluyorsunuz; Ivanka Trump, Theresa May için bu sözleri duyunca da aynı şekilde incinmeli ve bozulmalısınız.
ABD başkanı kadınlara köpekler diyor, hakaretler ediyorsa, tüylerimiz diken diken olmalı ve damarlarımızda direnç dolaşmalıdır. İnsanlar ABD başkanına “domuz” deyince de politikamız ne olursa olsun, bunu kabul etmemeli ve insanların insanlıklarından çıkarmayan sözler talep etmeliyiz.
*Sosyal medya gerçek ilişkiler kurmakta ve hakiki aidiyet geliştirmekte bize yardımcı olabilir mi, yoksa önümüzü mü keser? Günümüzde hepimizin boğuştuğu sorular bunlardır.
Sosyal medya bir topluluğu geliştirmekte çok işe yarar, ancak hakiki aidiyet için, gerçek temas ve gerçek empati kurabilmek için gerçek insanlarla gerçek uzamda ve gerçek zamanda bir araya gelmek gerekir.
Ben sosyal medyayla ilişkimizin ateşle ilişkimize benzediği sonucuna vardım. Kendinizi sıcak tutmak ve beslemek için de kullanabilirsiniz; klavyeye bir kez yanlış vurarak ahırı da yakabilirsiniz. Her şey niyetinize, beklentilerinize ve gerçeği doğrulayabilme becerinize bağlıdır. Sosyal medya ancak kişilerin yüz yüze temasta bulunduğu, belli bir çatısı, amacı ve anlamı olan gerçek bir topluluk yaratmakta aracılık ettiği ölçüde yararlıdır.
Yazar Halit Yıldırım, Antalya, 19 Temmuz 2021