Ağustos’ta bozkırın ortasında battaniyeden olma parkalar.
26 Ağustos sabahı Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) ile muharebeyi yönetmek üzere Afyonkarahisar sınırlarında kalan Kocatepe’de yerini aldı.
Kaba kalın abalar içinde bir Ağustos. Bozkırı bilmeyen bilmez elbette. Öyle sahil kenarında yaz melteminin esintisinde rakı kadehi tokuşturmaya ya da soğuk biranı yudumlarken gün doğumunu seyretmeye bezemez. Onlar anca iki ayyaşın yapacağı işler, öyle tarih yazılmaz.
Sabaha karşı kış soğuğunu iliklerinizde hissedersiniz, hayvanların üzerine battaniyeler sermezsen sabah gün ağardığında açık arazide Fahrettin Altay at binip nasıl sürsün atını süvarileriyle İzmir’e!
Ama saatler şöyle öğlene doğru yol almaya görsün. Adeta bir kızgın sac üzerinde gibisin. Ateş topraktan mı fışkırıyor yoksa tependeki güneş mi kavuruyor seni anlamazsın.
Zaten ne fark eder. Az önce, günlerdir süren topçu ateşi her yeri cehenneme çevirmiştir Dumlupınar’ı Afyon ovasını. Rüzgârın mı, Patlayan şarapnellerin mi tozu yüzüne yapışmış anlamazsın. Bir ömür boyu çıkmaz o isin pasın lekesi ruhundan.
Bir de tam o anda kalbine silah arkadaşının süngüsü saplanır. Deşer göğsünü akar bütün kanın. Oysa o kan senin değil yanında canını emanet ettiğin, arkadaşın ya vurulmuş ya da bir güllenin parçaladığı kolu bacağının yüzüne bulaşan kanıdır. Kalbini deşen süngü de onu orada o halde bırakıp Akdeniz’e varma emridir. Keşke dersin “süngüyü saplayıp deşseydi de göğsümü böyle olacağına”
Bilmezler gerçekten bozkırda yaşamamış olanlar. Şöyle arabanın klimasını açıp Ankara’dan, yola çıkıp, memleketin kurtarılıp Cumhuriyetin kurulduğu topraklardan İzmir’e giderken Afyon ovasını Uşak’a kadar kat ettiğinizde geçen üç dört saatte güneşin yakıcılığını, bozkırı anlarsınız. Bitmek tükenmez ova ve tepenizde sizi kavuran güneş yolu bitmez kılar adeta. O yoldan her geçişimde kendime derim ki: yahu arabanda katlanamıyorsun be adam. Kalk bir saat yürü bakalım şu güneşte.
Arabanızla Uşağa girdiğinizde peş peşe son yıllarda yapılan alt geçitler pek güzeldir. Trafik ışıklarına takılmadan geçiverirsin hemen. Helal olsun belediyene Uşak. Osmanlı, Selçuklu. Elbette ecdadımızdır.
Sağlıkçılar bilir bunama da böyle bir şeydir. Uzak hafıza hatırlanır, yakın tarih silinir.
Şifalar olsun “uşağa”.
Onlar ki yanında arkadaşı ölürken, can derdi ile savaşarak kat ettiler o ovaları. Yetmedi bir de Manisa’nın, İzmir’in dağları çıktı karşılarına. Şimdi keyifle söylüyoruz “İzmir’in dağlarında çiçekler açar”.
Kan çiçekleri onlar 1922’nin.
“Sorarlar Mustafa Kemal’e; Paşam 15 gün demiştiniz asker 10 günde vardı İzmir’e derler. Gülümser ben arada birer gün dinleneceğini hesaba katmıştım der!”
Ne destanlar yazıldı ne güzellemeler yapıldı. Kurutuluş, kahramanlık hikâyeleri yazıldı.
Yerildi de elbette. Beğenmeyeni de oldu. Normaldir. İnsan böyledir. Körün gözü açılınca ilk attığı bastonudur.
Biz ne yaptık? Dedelerimizle övündük elbet hatıralarını yaşattık.
Ne güzel bugün bir bayram havası ile Tarkan eşliğinde kutlayacağız 9 Eylül İzmir’in kurtuluşunu. Yanlış anlaşılmasın tabi ki kutlayacağız sonuna kadar anamızın ak sütü gibi helaldir.
Ama yarın o bozkırı aşıp gelen Anadolu’nun çocuklarının hatırasına, binlerce yıldır kanını dökenlerin hatırasına saygı için elimizi taşın altına koyacağız yine. Onlar canlarını koydu o taşın altına unutmayalım.
Hem de bozkırın ortasında o battaniyeden bozma parkaları ile.
Yazar Haluk Kürşat Parlatan, Ankara, 09.09.22