Ah Kendime Bir Kulak Versem!
“Başkalarını kötülemek, kendi kendimizi övmenin dürüst olmayan biçimidir.” Herbert Spencer
Yaşam kimi zaman gerçek bir mayın tarlasına benzer… hayal kırıklığı mayınlarıyla dolu bir tarlaya. İlerleriz veya gecikmiş bir retle ya da yanıt beklerken onun yerine suskunlukla karşılaşırız. Bu durum bir fünye görevi görür ve yanlış anlamaları birbiri ardına patlatır. Yaşamımızda bazı dönemler sadece yanlış anlamalar, çatışmalar ve tekrarlanan hayal kırıklıkları açısından verimlidir.
Birisine kızdığımızda kendimizle yüzleşmekten genelde kaçınırız. Başarısızlığımızı, yetersizliğimizi görmezden geliriz. Bu yönüyle öfke her zaman bağımlılığımızı açığa çıkarır. Biri şöyle demişti: “Çok ender sinirlenirim ama sinirlendiğimde de öfkem tıpkı bir neşter gibi soğuk ve keskindir. Öfke anlarım gerçek birer ameliyat gibidir ve ameliyat ettiğim kişi elbette kendim olurum.”
Konuşmadığımızda ve bir fikir belirtmediğimizde aslında ilişkilerde en kurnaz terörist taktiklerinden birine başvurmuş oluruz. Sevgi ve ilginin, istememize ya da ihtiyacımızı göstermemize gerek kalmadan verilmesini isteriz. Bizi seven insanları her zaman tepkilerimizi tahmin etmeye, hesaplamaya ve göz ucuyla takip etmeye zorlarız. “İstediğini yap”, “Benim için fark etmez” ya da “Sen nasıl istersen” gibi cümleler bir ilişki için zehir kadar öldürücü olabilir. Bu cümleleri kullanan kişi kendi konumunu belirtmez, sorumluluğu da bilerek diğerine yükler.
Karşımızdakine verdiklerimizin çoğu aslında taleplerden ibarettir, yani vermek olduğunu düşündüğümüz çoğu şey aslında istemenin başka bir biçimidir. Örneğin, çocuklarıyla “ilgilenen” ebeveynler aslında çocuklarına bir dizi emir verirler. “Şapkanı tak. Tırnaklarını yeme. Oynamadan önce ödevlerini bitir. Gel de bana bir öpücük ver. Seninle konuşurken beni dinle. Kardeşinin de oyuncaklarınla oynamasına izin ver vb.” Bu ebeveynler çocuklarına ne veriyor? Bu söylediğimiz birçok anne babayı büyük olasılıkla çok sarsacak ve incitecektir. Ama günümüzde çocuklar kendilerine yöneltilen sayısız talep ve ricayla öyle meşguldürler ki, bu yüzünden ebeveynlerinden fazla bir şey alamazlar. Ailelerin çocuklarına gösterdiği ilgi veya doğrudan yaptıkları müdahaleler çoklukla bir isteği belirtir.
Yaşamlarımızda akıcı, sağlıklı, doyum veren bir iletişimi özlemeyenimiz var mıdır? Başkalarıyla, kendimizle, yaşamla iletişimimiz çoğu zaman büyük bir bölümü kireçlenmiş bir borudan akmaya çalışan bir suyu andırır. Dile getirilemeyen istekler, korkular, yansıtılan/ yansıtılamayan talepler, maruz bıraktığımız ya da bırakıldığımız manipülasyon kol gezmektedir hayatımızda. Bu nedenle, karanlık bir odaya girdiğimizde oraya buraya çarpıp yara bere içinde kalmamak için eşyaların yerlerini bin bir zahmetle ezberlemek yerine, ışığı yakmak daha kolay değil mi?
İşte, Jacques Salome & Sylvie Galland’ın beraberce yazdıkları “Ah Kendime Bir Kulak Versem!” adlı kitap tam da bunu yapıyor. Değişmez kabul ettiğimiz pek çok iletişim güçlüğü ve beraberinde getirdiği ağır yüklere farkındalığımızı açarak birçok yönüyle ışık tutuyor. Çözümün bir bakıma oracıkta, hemen yanı başımızda olduğunu gösteriyor. Bunun ardından bize düşen, yolumuza el yordamıyla değil, çevremizi ve önümüzü görerek, güvenle devam etmek…
Kitapta öne çıkan birkaç paragrafı da aşağıya aktarıyorum:
* İlişkilerde yaşanan birçok yanlış anlama ve gerginlik, karşı tarafın bizi dinlememesinden kaynaklanır. Karşımızdaki, kimi kişisel nedenlerden ötürü söylediklerimizi duyamaz ve bizi yaşadıklarımızdan ve hissettiklerimizden oluşan yaşamsal boyuttan koparır ya da hor görür. İki kişi arasındaki bu mesafe, aile yaşamında karşılaşılan ve insanı hayrete düşürecek kadar çok sayıdaki yanlış anlamaların ve acıların kaynağında yatar. Hepimiz, bazen de sihirli bir değnek dokunmuşçasına, karşımızdakinin, hassasiyetimizi fark etmesini ve duygularımızı sahiplenmeden kabul etmesini bekleriz.
* Şöyle bir deyiş vardır: “Vermek vermektir; geri almak çalmaktır.”
“Ona bir plak hediye ettim ve iki hafta sonra plağımı dinleyip dinlemediğini sordum …” Yanıt: “Plağı mı!” Eğer bir şeyi gerçekten veriyorsanız, onu tamamen unutmalı, hiçbir gizli hesap defterine not etmemeliyizdir. Armağan etmek, kişisel çıkar olmaksızın özgürce vermek demektir. Armağanlar hiçbir beklenti barındırmaz, hiçbir şekilde hesaba dökülmezler. Bir çiçek burcu burcu kokusunu veya güneş sıcaklığını kendilerinden hiçbir şey kaybetmeden ve karşılığında hiçbir şey beklemeden bize nasıl sunuyorlarsa, armağanlar da işte öyle doğaldır. Yani, kabul edilsinler ya da edilmesinler, varlığımda kaynak bulurlar, içimden gelirler.
* Diğer insanları çöp kutusu gibi kullanmamaya dikkat etmemiz, kaygılarımızı, sıkıntılarımızı, öfkemizi ve hayal kırıklıklarımızı üstlerine boşaltmamaya özen göstermemiz gerekir. Birçok insan şu mantıkla hareket eder: “Birine ne kadar yakınsam, yolunda gitmeyen şeyleri ona o kadar kolay anlatabilirim.” Nitekim, kişiliğimizin en kötü yanlarını ya da yaşadığımız en kötü deneyimleri her zaman en fazla değer verdiğimiz kişilere saklarız. Özellikle duygusal ilişkilerde, kaygı, mutsuzluk ve şanssızlıklarımızı ötekine boca etmekten genellikle hiç çekinmeyiz. Sanki aşk bize sevdiğimiz insanı “kirletme” hakkı veriyormuş gibi davranırız. “Ben üzgün ve mutsuzken, onun mutlu ve neşeli olmaya hakkı var mı?!”
* Eğer bir ilişki bizim için önemliyse, ona özen ve saygı göstermemiz, onunla ilgilenmemiz ve ilişki için bir şeyler yapmamız gerekir. Böylece, etrafımızdaki insanlarla belirli bağlar kurmuş olan her birimiz, ilişkilerimize özen gösterme ve onları canlı tutma konusundaki becerimizi sorgulayabiliriz. Bu bağlamda, tüm canlı organizmaların artık ürettiğini biliyoruz. Eğer bir ilişki canlıysa, işte tam da canlı olduğu için, artık üretecektir. Biz buna ilişki kirliliği, adını veriyoruz.
* Kendimi borçlu hissetmekten nefret ettiğim için aldığımın karşılığını vermek isterim. Bir şeyi geri verme ihtiyacı, onu almakta zorlanıldığını da gösterebilir; aynı zamanda bir reddetme biçimi olabilir. Bazen çocuklar annelerinin verdiği veya zorla yedirdiği yemeği kusarlar. Aynı şekilde, alınan haz karşıdakini de zevk almaya zorlayarak iade edilebilir! Vermek, ayrıca, diğerlerinin bize borçlu kalması ve bağımlı kılınması sonucunu da doğurabilir.
* Genellikle, mahrumiyet duygumuzun sahip olmayı dilediğimiz ama olamadığımız şeylere kavuşunca yatışacağını düşünürüz: Güzel bir ev, daha fazla tatil, ünlü ressamların orijinal tabloları, pahalı halılar, bir bilgisayar… Bazı insanlar nesneleri tekrar tekrar satın alır ve biriktirirler. Hatta alışveriş bağımlıları haline gelebilirler. Büyük mağazalar evlerin boşluğunu dolduran ama mahrumiyet duygusunu daha da artıran müzik setleri, el kameraları, videolar ve daha nice sofistike alet satarak servetlerine servet katarlar. Paranın mutluluk getirmediğini bilen ama buna inanmayan bazıları, paraya sahip olabilmek için kendilerini mutluluktan mahrum ederler. Borsanın son yıllarda bu kadar ilgi görmesi ve küçük yatırımcıların sayısının bu kadar çok artması bu yönelimin bir göstergesidir. Parayla para kazanmak, parayı “işletmek”, “voliyi vurmak için fırsat kollamak” aslında mutluluğa adanacak bir sürü zamanı feda etmeyi gerektirir.
* “Çocuk istemeyen” birçok erkeğin aslında söylemek istediği “Şu anda kendimi baba olmayı becerebilecek gibi hissetmiyorum” ya da “Aramıza bir rakip sokmak istemiyorum” dur. Anne ve kız çocuk arasındaki kıskançlık duyguları, özellikle de buluğ çağında, daha belirgin bir şekilde kendilerini gösterir. Annenin kızına karşı saldırgan davranması ve kızın da anneye karşı benzer bir saldırgan tutum benimsemesiyle daha açık bir şekilde ifade edilirler. Bu kıskançlığı ateşleyen birçok etken olabilir: Kızın gittikçe belirginleşen çekiciliği, annenin yaşlanması, kızın babaya bağlılığı, sadakat çatışması, çok bariz bir cinsel yaşam… Hayata atılan kız çocuğu yeniden hayat bulan bütün olasılıkları temsil eder. Kızının bu olasılıkları baltalaması anne için dayanılmaz bir şeydir, çünkü ona kendi baltalamalarını hatırlatır. Kızın bu olasılıklara açık kapı bırakması anne için aynı derecede dayanılmaz olabilir.
Kimi ebeveynlerin farkında olmadan ortaya koyduğu tercihler okul durumunu ve iyi veya kötü notları kıskançlık için uygun bir hale getirir. Olumsuz (“Babası gibi olacak… matematiği berbat”) ya da olumlu tanımlamalar (“Bana çekmiş, tam bir edebiyatçı”) çocuğu derinden etkiler.
* Her insanın içinde birbirleriyle her zaman iyi geçinemeyen kişiliklerden oluşan bir kalabalık vardır. Bazen bunların arasında İdeal ya da Ego adında acımasız bir yasakçı bulunur. Bu yasakçı, kendi beklentileri ve yönetmek istediği kişiliklerin acınacak durumdaki faaliyetleri arasındaki mesafeyi gördükçe umutsuzluğa düşer.
Onları “Başaracaksınız, değişeceksiniz” diyerek yüreklendirmektense, “Ciğeriniz beş para etmez, siz zaten bitmişsiniz” der. Asıl çelişki, kendimizi hor görürken aynı zamanda kendi gözümüzde ya da başkalarının gözünde değerli olduğumuz duygusunu artırıyor olmamızdır.
* İlişki terörizminde en önemli silahlar: somurtkan suskunluklar, alaycı cümleler, iç çekmeler veya sert bakışlar gibi hoşnutsuzluk ifadeleri, iğneleyici sözler, kışkırtıcı bakışlar ve utanç adına yapılan çağrılardır. Çocuklar, genellikle, bağımlı oldukları kadar cömerttirler de. Ailede yolunda gitmeyen ve sorun yaratan her şeyi kolayca üzerlerine alırlar. Gönüllü ve işbirlikçi bir günah keçisi olmayı hiç zorluk çıkarmadan kabullenirler. Ama yetişkinler “İyi bir baba her zaman haklıdır” ve “Bunun için sonra (bize) teşekkür edecekler” diye düşündükleri ve buna yürekten inandıkları için çocuğun kendi kendine üstlendiği görevin farkına bile varmazlar.
* Kendimizle iyi dost olmak için bedenimize şefkat göstermeli, ona iyi niyetli ve kibar davranmalı, hatta hoşgörüyle yaklaşmalıyız. Bu, aynı zamanda, temel ihtiyaçlarımıza (beslenme, uyku, yaşam koşulları vs.) saygı göstermemiz: anlamına gelir. Örneğin, yemeklerimize yeterince dikkat ediyor muyuz? Eğer tek başımıza yiyorsak, biraz çaba gösterip şık bir sofra kurabilir, müziği açabilir, sanki önemli bir misafir ağırlıyormuş gibi kendimizi “ağırlayabiliriz”. Giyim kuşamımıza ve bakımımıza özen göstererek kendimizi daha iyi hissedebiliriz. Yalnız kaldığımızda, kendimizle baş başa kalmaktan zevk almayı öğrenebiliriz. Ayrıca, kendimize şefkatle gülmeyi, hayata gülünç yanından ve iyi niyetle bakmayı deneyebiliriz.
* Kendimize ayırdığımız anlar o kadar değerlidir ki bazen buna vakit bulmakta bile zorlanırız! Zamanlarını yiyip bitirerek tüketenler genellikle kendilerine çok acımasız davranırlar. Yalnız kalmaya dayanamayan insanlar kendilerinden kaçmak için sürekli çeşit çeşit uğraşlar yaratırlar. Geceleri yalnız kalmaya dayanamayanlar, varlıklarını ve bedenlerini bir partnere dayatırlar. Sanki bir bayrak yarışındaymışçasına, tatminsizliklerini, değersiz oldukları hissini, sıkıntılarını başkalarına geçirirler.
* Sorumluluğumuzu üzerlerine almaları, bizi taşımaları ve tatmin etmeleri, ihtiyaçlarımızı karşılamaları, endişelerimizi dindirmeleri ya da korkularımıza kol kanat germeleri için başkalarına güvenmeyelim. Cevapları başkalarından beklemeyelim. Sorularımızı kendimiz sorgulayalım, algı sınırlarımızı genişletelim, deneyimlerimize kulak verelim ve içimizden gelen, ne diyeceğini önceden kestiremediğimiz sese güvenelim. Başkaları kendi bakış açılarına göre kimliğimizi tanımlamaya kalkıştığında … farklılığımızı ortaya koymaya ve kim olduğumuzu söylemeye cesaret edelim. Bizi inandıklarımızın ötesine taşıyan gerçek şeyleri deneyimleyelim ve yaratalım. Çözümleyemeyeceğimiz hiçbir şeyi yaratamayız.
* İletişim söz konusu olduğunda hepimizin efsanevi beklentileri vardır. Özellikle de başkalarının haklı olduğumuzu söylemesini ve bizi onaylamasını arzularız. “Bu konuda bana katıldığını söyle.” “Bu şekilde düşünmekte, bunu yapmakta haklı olduğumu söyle.”
Çoğu insan için iyi iletişim kurmak demek birbiriyle aynı fikirde olmak, birbirini onaylamak, çatışma ya da uyumsuzluk yaşamadan veya en azından farklılık bile göstermeden birbirini anlamak demektir. İnsanların genellikle “Onunla iletişim kuramıyorum” dediklerine şahit oluyoruz. Konuyu açmalarını istediğimizde asıl kastettiklerinin ne olduğunu keşfediyoruz: “Uzlaşamıyoruz. Aynı fikri paylaşmıyoruz.” “Onunla bu film hakkında konuşamam. O filmden hiç hoşlanmadı ama ben bayıldım.”
Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, Ankara, 19 Ağu. 2023