Araçlar ve Silahlar-Dijital Çağın Vaatleri ve Tehlikeleri…
“En zor işleri vermek için en tembel insanı seçerim. Çünkü o işi yapmanın kolay bir yolunu mutlaka buluyorlar!” Bill Gates
İnsanlar, bizim çıkarlarımız için çalışmaz, kendi hayalleri için çalışır. At yarışı sırasında, sırf ben bahis oynadım diye, atlar daha hızlı koşmaz! Değil mi?
Günümüz yaşamında bir şehir elektriğini, telefonunu, doğalgaz hatlarını, internetini kaybetse insana Taş Çağı’na dönmüş gibi gelir. Mevsim kışsa insanlar donabilir. Yazsa sıcaktan pişebilirler. Hayatı tıbbi cihazlara bağlı insanlar yaşamlarını yitirebilirler. Bir de sürücüsüz araçların olduğu bir gelecek düşünün, bir siber saldırı otomobil kontrol sistemlerine sızdı mı arabalar otoyoldan dışarı fırlayabilir. Bu bizi aklımızı daha da başımıza getirecek bir soruya getiriyor: Dijital bir 11 Eylül saldırısı yaşanmadan dünyanın uyanmasını sağlayabilir miyiz? Yoksa devletler uyanma alarmını erteleme düğmesine basmaya devam mı edecekler?
Siber savaş için ilk anda akla gelen bir örnek: 2016’da otomotiv siber güvenlik araştırmacıları, yollarda olan onlarca araba modelinin sadece bir laptop kullanarak kolayca hacklenebileceğini ortaya koydular. Dışarıdan sisteme sızan biri, araba yolda giderken frenleri ya da motoru devre dışı bırakabilir. Daha kötü bir senaryoya göre ise topyekûn girişilecek bir siber savaşta, arabalar kinetik silahlar olarak kullanılabilir.
Yapay zekâ “veri” ile beslenir, ancak ne bulmaya çalıştığımızı bilmiyorsak ve elimizde amacımıza ilişkin doğru “veri” yoksa istediğimiz yere ulaşamayız. Zira yapay zekâ, dağ gibi “veri”yi yutup hazmederek kesin somut çıktı verebilen sihirli bir kara kutu değildir.
Yıl 1849. Su değirmeni yapmak için nehir yataklarında çalışan James W. Marshall ABD’nin Kaliforniya Eyaletinde nohut büyüklüğünde bir altın madeni buldu. Bu haber bütün Dünya ülkelerinde dalga dalga yayıldı ve “altına hücum” hareketi başladı. Altına hücum hareketinden en çok para kazananlar ise altın şirketleri veya altın bulanlar değil de altın aramaya gelenlere kazma ve kürek satanlar oldu. Günümüzde ise yapay zekâ, aynı altına hücum hareketi gibi altın çağını yaşıyor. Peki yapay zekâ zenginleri kimler olacak? Son 30 yılın en zenginleri hep bilgisayar ve teknoloji dünyasından çıktı. Önceleri Microsoft vardı. Sonraları Google Microsoft’u yakalayıp geçti ve en son Amazon hem e-ticaret hem de bulut bilişim konusunda Dünya lideri durumuna geldi.
Bir fabrika, gücünü bir varil petrolden aldığı zaman, o varil bir başka fabrika için kullanılamaz olur. Ancak günümüz petrolü olan VERİ tekrar tekrar kullanılabilir; aynı veriden faydasını yitirmeden düzinelerce örgüt, başka başka öngörüler ve öğrenim sağlayabilir. İşin anahtarı, verinin paylaşılabilmesi ve çok sayıda katılımcı tarafından kullanılabilmesidir.
İşte, itici gücünü veriden alan ve her yeri saran dijital dönüşüm, bizlere büyük vaatler sunsa da kritik bir dönüm noktasındayız: Dünya, bilgi teknolojisini hem güçlü bir araca hem de dehşet verici bir silaha dönüştürmüş durumda. Yapay zekâ gibi giderek daha da güç kazanan icatların belirlediği bir çağı yönetmek için yeni yaklaşımlar gerekeceği de ortada.
Acaba bu yeni çağda kamu güvenliği, bireysel kolaylık ve kişisel gizlilik arasında doğru dengeyi nasıl kuracağız?
Ülkelerimizi, işletmelerimizi veya kişisel yaşamlarımızı yıkmak üzere bu teknolojiyi kullanan siber saldırılara karşı kendimizi nasıl koruyacağız?
Tüm toplumlarda dalga dalga görülen ekonomik etkilerini nasıl yöneteceğiz?
Acaba çocuklarımızın iş bulabileceği bir dünya mı yaratıyoruz? Yoksa kontrol bile edemeyeceğimiz bir dünya mı?
İşte yukarıdaki bu soruların anlaşılabilir yanıtlarını vermeye çalışan ve halihazırda Microsoft Başkanı olan Brad SMITH, renkli bir anlatımla, büyük teknolojiyi ehlileştirmenin kolay olmadığını ama buna nereden başlanacağı yönünde yol gösterirken yine teknolojinin hem bize nasıl güç kattığını hem de bizi nasıl tehdit ettiğini, dijital gelecekte gizlilikten siber saldırılara varan konularda kendimize nasıl bir rota çizeceğimize de kılavuzluk etmekte.
Bu kitabın içeriğinde SMITH, dünyanın en büyük teknoloji şirketlerinden birinin kokpitinden büyüleyici bir anlatı sunuyor: Kişisel verilerin gizliliği, siber suç ve siber savaşla sosyal medya, yapay zekânın bizi soktuğu ahlaki çıkmazlar, büyük teknolojilerin toplumsal eşitsizlikle ilişkisi, kısa ve uzun vadede demokrasilerin yüzleşeceği zorluklar…
Peki, tüm bunlarla nasıl mücadele edeceğiz? “Araçlar ve Silahlar-Dijital Çağın Vaatleri ve Tehlikeleri-“Tools and Weapons: The Promise and the Peril of the Digital Age” adlı ülkemizde ilk baskısı Nisan 2022’de yayınlanan kitabı okumaya başlayarak…
Bu safhada kitabı okuma imkanı bulamayanlar için öne çıkan birkaç paragrafı aşağıya aktarıyorum:
* Uygarlık hep veriyle ilerledi. Kimilerine göre veri yirmi birinci yüzyılın petrolü. Ancak bu ifade gerçeği hafife alıyor. Bugün insan yaşamının her veçhesinin yakıtı veri. Sıra modern uygarlıklara gelince verinin yaktığımız petrolden ziyade soluduğumuz hava gibi olduğunu görüyoruz. Petrolün aksine veri, biz insanların kendi başına yaratabileceği yenilenebilen bir kaynağa dönüştü. Bu on yıl, başlangıcına kıyasla neredeyse yirmi beş kat dijital veri ile sonlanacak. Yapay Zekâ ile her zamankinden daha çok veri üretiyoruz.
Buna destek olan dijital altyapıya “Bulut” adını veriyoruz. Bulut’un iç işleyişini görebileceğiniz en iyi yerlerden biri Washington eyaletindeki küçük Quincy kasabası. Bu yer tesadüf eseri seçilmiş değildir. Dünyada en çok elektrik tüketen şey için, modern veri merkezi için ideal ortamdır burası. Bu tesislerin en büyüklerinden birinin adı Columbia Veri Merkezi’dir ve sahibi Microsoft’tur. Bu tesisteki binaların odaların her birinde size ait veri dosyaları var. Bu sabah yazdığınız e-postayı, dün gece çalıştığınız belgeyi, dün öğleden sonra çektiğiniz fotoğrafı barındırıyorlar. Muhtemelen bankanızdan, doktorunuzdan, işvereninizden gelen kişisel verileri de içeriyorlar. Bu dosyalar, bu on binlerce bilgisayarın birindeki bir sabit diskte küçücük bir bölümü dolduruyor. Her bir dosya şifreli, yani ancak o verinin yetkilendirilmiş kullanıcıları o veriyi okuyabilecek biçimde kodlanmış halde.
* Microsoft bugün yirmiden fazla ülkede, yüzden fazla merkezde her boyutta veri merkezine sahip veya işletiyor veyahut da kiraya veriyor; bu sıralar iki yüz çevrimiçi hizmet sunarken yüz kırktan fazla pazarda bir milyardan fazla müşteriye destek sağlıyor. Microsoft, 2010’da Avrupa’nın her yerindeki müşteriler için verilerimizi İrlanda’da saklamaya başladı. Bugünlerde Avrupa’nın her yerinde, başka bazı ülkelerde de veri merkezlerimiz var ama hiçbiri İrlanda’daki veri merkezi yerleşkemiz kadar büyük değil ki onun büyüklüğü ABD’deki en büyük tesislerimize denk. Beş kilometrekarelik bir alanı dolduruyor. İrlanda; Amazon, Google ve Facebook’un işlettiği büyük veri merkezleri ile ufak bir adadan, bir veri süper gücüne dönüştü. İrlanda bugünlerde veri merkezleri için dünyanın en iyi konumlarından biri. Kimileri bunun sebebini vergi teşviklerinde buluyor, ne var ki diğer unsurlar çok daha önemli.
Orta Doğu ülkelerini ziyaretimde resmi yetkililere açıkladığım üzere, “İsviçre para için neyse, İrlanda da veri için o.” Diğer bir deyişle İrlanda insanların en kıymetli kişisel bilgilerini saklamak isteyeceği bir yer.
* Meğer yüzlerimiz de parmak izlerimiz gibi benzersizmiş. Yüzümüzün karakteristik özellikleri içerisinde göz bebeklerimizin bir diğerinden uzaklığı, burnumuzun büyüklüğü, gülümseme şeklimiz, çene hattımız yer alıyor. Bilgisayarlar fotoğraflarla bu özelliklerin haritasını çıkarıp bir araya getirdi mi algoritmalarla erişilebilen bir matematik denkleminin temeli oluşuyor. Dünyanın dört bir yanından insanlar bu teknolojiyi hayatı daha iyi kılmak için kullanıyorlar. Bazı açılardan mesele müşteri rahatlığı da olabiliyor. Ulusal Avustralya Bankası, Microsoft’un yüz tanıma teknolojisini kullanarak bir bankamatiğe gidip banka kartı kullanmadan güvenle para çekme özelliğini geliştiriyor. Bankamatik yüzünüzü tanıyor, siz şifrenizi girip işleminizi tamamlıyorsunuz.
* Ağ güvenliği şirketi RSA’nın San Francisco’daki yıllık konferanslarından birinde, bir kişinin tweet’lediği üzere, “Her örgütte muhakkak önüne gelene tıklayan en az bir kişi bulunur.” Bu teknik, insan merakından olduğu kadar dikkatsizlikten de yararlanır. Bilgisayar korsanlarının etkinliklerini incelediğimizde bir e-posta hesabına başarıyla sızdıktan sonra genelde yaptıkları ilk işin “parola” anahtar sözcüğünü araştırmak olduğunu gördük. İnsanlar çok sayıda hizmet için çok fazla şifre biriktirdikçe genelde kendilerine içinde parola sözcüğü geçen bir e-posta yolluyorlar, bu da bilgisayar korsanlarınca kolayca toplanıyor.
* 2018 sonlarında Oxford Üniversitesi ile Amerika analiz şirketi Graphika çalışanlarından oluşan bir ekip, ABD Senatosu İstihbarat Komitesi’ne Facebook’tan, Instagram’dan, Twitter’dan ve YouTube’dan mahkeme celbiyle istenen verilere dair bir inceleme sundu. Bu ekip ilk kez Rusya İnternet Araştırma Ajansı’nın (İAA) “’ABD seçmenlerine yanlış bilgi vermek ve kutuplaştırmak amacıyla bilişim propaganda yöntemlerini kullanarak ABD’ye geniş kapsamlı bir saldırı düzenlediklerini” belgeledi. Bu dezenformasyon çabaları, genelde Amerikan siyasi takviminde dönüm noktası tarihlere yakın zirveye ulaşıyordu. Söz konusu strateji sosyal medya platformlarının etkileşimli ve viral doğasından yararlanıyordu. Rapordaki bulgulara göre 2015 ila 2017 arasında otuz milyondan fazla kullanıcı, “İAA’ nın Facebook ve Instagram gönderilerini aileleriyle, dostlarıyla paylaşmış, bunları beğenmiş, bunlara tepki vermiş, gönderiler yayılırken bunlara yorum üstüne yorum yapmıştı.” Ruslar, Amerikan yapımı teknolojiyi manipüle ederek ABD siyaset kazanına kepçesini daldırmış ve karıştırmıştı.
Tüm dünyanın gözlerini Facebook’ a çevirdiğini Şubat 2018’de Münih Güvenlik Konferansı’nda CEO’larla düzenlenen öğle yemeğinde Uluslararası Para Fonu (IMF) başkanı Christine Lagarde’ye neden bir savunma konferansına katıldığı soruldu. Durumu izah etti: Bilişim teknolojisinin demokratik süreçlere zarar vermek üzere nasıl kullanıldığını anlamak istiyordu, böylece finans piyasalarına saldırı için nasıl kötüye kullanılabileceği konusunda fikir geliştirecekti. Bu sohbetle hepimiz bir anda tehlikenin farkına vardık ama Lagarde’nin öngörüsü güven vermişti.
* 2016’da mantra şuydu: “Siber güvenlik olmadan ulusal güvenlik olmaz.” Bu mantra Microsoft’a yerleştikçe kamusal tartışmalara da sızmaya başladı. Ocak 2017’de, Microsoft’ta kendimizi teknoloji sektörünü nasıl harekete geçireceğiz, siber güvenlik konusunda uluslararası toplumu nasıl bir araya getireceğiz hususunda bir tartışmanın içinde bulduk. Şunu hatırladım: 1949’da Uluslararası Kızılhaç Komitesi (UKK) dünya devletlerini bir araya getirmiş, savaş zamanlarında sivilleri daha iyi korumak üzere Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’ni tesis etmişti. “Kaderin cilvesine bakın, şimdi de sivillere karşı saldırılara şahit olmuyor muyuz? Üstelik bir de sözde barış zamanındayız değil mi?” Halkla ilişkiler liderimiz Dominic Carr hazırcevap davranarak, “Belki de sıra Dijital Cenevre Sözleşmesi’ne gelmiştir,” dedi.
* Geniş bant, yirmi birinci yüzyılın elektriği oldu. İnsanların çalışmasında, yaşamasında, öğrenmesinde temel rol oynuyor. Tıbbın geleceği tele tıpta. Eğitimin geleceği çevrimiçi eğitimde. Geleceğin tarımı ise hassas tarım. Bilişim zekasının “en ileri uca vardığı” (yani kendi başlarına daha çok veri işleyen ufak ve güçlü aygıtların her yerde görüldüğü) bir gelecekte bile Bulut’a erişebilmek için yüksek hızlı ağ erişimi olmalı. Bunun için de geniş bant şart… Bugün geniş banttan mahrum kırsal bölgeler hâlâ yirminci yüzyılda yaşıyorlar. Bunu neredeyse tüm ekonomik göstergelerden okuyabiliyoruz. Veri bilimi ekibimiz de dünyanın her yanından üniversitelerin ve araştırma kurumlarının bulguları doğruladı: Ülkede en yüksek işsizlik oranları çoğu kez geniş bant erişiminin en düşük olduğu yerlerde. Bu da geniş banta erişimle ekonomik büyüme arasındaki kuvvetli bağı vurguluyor. İş dünyası liderleriyle operasyonlarını nerede genişletmek ve iş yaratmak istediklerini konuştuğunuzda bu gereklilik anında ortaya çıkıyor. Geniş bant internetin olmadığı bir yerde yeni bir tesis açmalarını istemeniz, Mojave Çölü’nün merkezinde dükkân açmayı istemek gibi… Modern yüksek hızlı veri erişimine bağlı bir dünyada geniş banta sahip olmayan bir yer iletişim çölünü andırıyor.
* Günümüz Amerika’sında kırsal geniş bantın içler acısı halinin çeşitli nedenleri var. İlki ve en önemlisi, geleneksel geniş bant ve İnternet alternatiflerini kurmanın pahalı oluşu. Endüstri tahminlerine göre fiber optik kablo kurulumu (yani geniş bant hizmetinin geleneksel altın standardı) kilometre başına kırk sekiz bin doları aşabiliyor. Bu da ülkenin uzak uzak uçlarına yeterli geniş bant sunmanın milyarlarca dolara mal olabileceği anlamına geliyor. Henüz özel sektör bu masrafı karşılamaya gönüllü değil.
* Tarih bize gösteriyor ki kablo TV, elektrik ve sabit telefonlar gibi kablolu teknolojilerin kırsal alanlara ulaşması radyo, TV ve cep telefonu gibi kablosuz teknolojilere kıyasla hep daha uzun zaman almış. Sabit telefonların yüzde 90’a ulaşması kırk yıl almışken cep telefonu aynı eşiğe yalnızca on yıl içerisinde ulaştı. Dünyada radyo veya televizyon açığını doldurma ihtiyacı yok; bu kablosuz cihazlar çok çabuk benimseniyor, çalışmak için doğru frekansı ayarlamak yeterli, takıyorsunuz çalışıyor.
Çıkarılacak ders ortada: Geniş bant için fiber optik kablolardan kablosuz teknolojiye kaymak mümkünse geniş bant kapsama alanını hem daha uzağa hem daha hızla ve düşük maliyetle yapabiliriz. Bu yalnız ABD değil, tüm dünya için geçerli…
* Geçtiğimiz on yıl içerisinde bu boşluğu dolduracak yeni bir kablosuz teknoloji belirdi. Adı TV beyaz boşluğu. Bu teknoloji televizyon bandındaki boş kanalları kullanıyor ve bu bantta sinyaller çok uzak mesafelere ulaşıyor. Kablolu televizyondan önceki bir nesildenseniz ya çatıda büyük bir antenle televizyonu izlediniz ya da televizyonunuzdan tavşan kulağı gibi yükselen çubukları ayarlayarak VHF veya UHF sinyali yakalamaya uğraşmakla geçti vaktiniz. Şimdilerde çoğu VHF ve UHF kanalları kullanılmıyor, yani diğer işler için kullanılabilirler. Yeni gelişen veri teknolojisi, antenler ve uç nokta aygıtları ile bu boşluğu kullanabiliriz. Bir TV beyaz boşluk kulesi kurup bunu tek bir fiber optik kabloya bağlayabiliyoruz. Bu kuleden yayılan kablosuz sinyallerse on beş kilometre ötedeki kasabalara, evlere, tarlalara ulaşabiliyor.
* Teknolojiye dair idealist görüşler çoğu kez niyetlerden kök alsa da gerçekçi değil. En iyi teknolojilerin bile önceden öngörülemeyecek sonuçları olabilir, faydaları da nadiren eşit dağılır. Üstelik bu, zararlı amaçlar için yeni teknolojinin kötüye kullanılmasından önceki durumdur; keza kötüye kullanım kaçınılmazdır. 1700’lerde Ben Franklin ABD’de posta hizmetini kurduktan hemen sonra suçlular posta sahtekarlığını ortaya çıkardı. 1800’lerde telgraf ve telefonun icadıyla suçlular telgraf ve telefon sahtekarlığına yöneldi. Yirminci yüzyılda teknoloji uzmanları interneti icat ettiğinde tarihi bilen kişiler açısından yeni sahtekarlık türlerinin üretilmesi kaçınılmazdı.
* 2018 başlarında Yapay Zeka alanındaki çalışmalarımızın çoğundan mesul ve robotik alanında doktoraya sahip Microsoft Başkan Yardımcımız Harry Shum ile böylesi bir soruyu halka sormuştum; “Doktorların Hipokrat yemini gibi kod yazanların da bir yemini olabilir mi?” Böylesi bir yeminin anlamlı olduğunu başkaları da söylüyordu, biz de onlara katılıyorduk. Birkaç hafta içerisinde Washington Üniversitesi’nden bir bilgisayar bilimi profesörü, yapay zekâ üreten kişilere yeni bir düstur teşkil edecek biçimde, geleneksel Hipokrat yeminini girişiminde bulundu. Harry de ben de dünyanın her yerindeki üniversite yerleşkelerinde konuşma yaparken bu sorunun sonraki nesilce önemsendiğini gördük. En nihayetinde yapay zekâ için etik ilkeler hakkında küresel tartışmaya daha büyük bir çadır gerekecek. Çünkü yalnızca teknoloji uzmanları, devletler, STK’ler, eğitimciler değil; felsefeciler ve dünyanın pek çok dininin temsilcilerine de yer açması gerekecek.
* Bu küresel tartışma ihtiyacı bizi teknoloji hakkında konuşmayı en son düşüneceğimiz yerlerden birine götürdü: Vatikan. Papa Francis ve Monsenyör Paglia ile toplantımızda bu konuyu tartıştık. Teknolojideki gelişmeleri bazen dostlarına, ihtiyaç sahiplerine dönme pahasına da olsa giderek içine kapanan ulusların art alanında konuştuk. Albert Einstein’ın 1930’larda teknolojinin tehlikelerine dair meşum uyarılarından bahsettim. Ardından Papa da bana Einstein’ın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra söylediklerini anımsattı; “Üçüncü Dünya Savaşı’nda hangi silahlarla savaşılacak bilmiyorum ama Dördüncü Dünya Savaşı’nda taşlar ve sopalar kullanılacak.” Einstein’ın belirtmek istediği şey, teknolojinin, hele de nükleer teknolojinin kalan her şeyi yok edecek düzeye ilerlediğiydi. Toplantıdan ayrılırken Papa Francis sağ eliyle elimi sıktı sol eliyle bileğimi tuttu. Üstüne bastıra bastıra, “İnsanlığını koru,” dedi. Yapay zekanın geleceğini düşünürken bu hepimiz için güzel bir tavsiye…
* Demokrasi hep insanların birbirleri ile buluşup konuşma becerisine, hatta hem özelde hem de halka açık biçimde görüşlerini tartışabilmelerine dayanmıştır. Bu da insanların özgürce, sürekli devlet gözetimi olmadan hareket edebilmelerine dayalıdır. Devletlerin bu tür endişeler yaratmadan kamu güvenliğini koruyup daha iyi hizmet sunmaya yarayan çok sayıda yüz tanıma teknolojisi uygulaması var. Ancak her an, her yerde bulunan kameralar Bulut’ta devasa bilişim gücü ve saklama kapasitesiyle birleştiğinde teknoloji, devletlerce belli bireylerin sürekli gözetimi için kullanılabilir. Bunu herhangi bir zaman olabileceği gibi hep de yapabilir. Teknolojinin böyle kullanımı daha önce emsali görülmemiş ölçekte kitlesel gözetim furyası başlatabilir. George Orwell’in romanı 1984’te betimlediği geleceğe dair manzarada, vatandaşların devlet gözetiminden kaçınmak için karartılmış bir odaya gizlice ulaşmaları, orada birbirlerinin kollarına şifreli mesajlarla dokunmaları gerekiyor; çünkü başka türlü kameralar ve mikrofonları yüzlerini, seslerini, ağızlardan çıkan her sözü yakalayıp kaydedecek. Orwell geleceğe dair bu manzarayı neredeyse yetmiş yıl önce çizdi. Bugünse teknolojinin böylesi bir geleceği mümkün kılacağından endişeliyiz.
* Bize göre yanıt şu: Mevzuat, kolluk kuvvetlerinin belli bireylere yönelik süregiden gözetim faaliyetinde yüz tanımayı ancak böylesi bir gözetim için mahkemeden arama izni alarak veya insan hayatına tehlike arz edecek acil bir durum söz konusuyken kullanmasına izin vermeli. Bu da yüz tanıma hizmetleri için kurallar oluşturacak; söz konusu kurallar da ABD’deki bireyleri cep telefonlarında üretilen GPS konumları yoluyla izlenme üzerine yürürlükteki kurallarla kıyaslanabilir. ABD Yüksek Mahkemesi’nin 2018’de karar verdiği üzere, polis, arama izni olmadan kişinin gittiği hücre konumlarını, dolayısıyla fiziksel konumlarını gösteren cep telefonu kayıtlarını edinemez. Belirttiğimiz üzere “Yüzümüz de telefonumuz kadar korunmayı hak etmiyor mu?” Bizim bakış açımıza göre yanıt şüphesiz evet.
* Michigan Üniversitesi’nden Profesör Nisbett’in 2003 tarihli kitabı “Düşünce Coğrafyası (The Geography of Thought)[1] içerisinde belirttiği üzere, bu meseleler iki bin yıldan eskiye dayanan farklı ve derinlikli felsefe geleneklerini yansıtıyor.
Amerikan düşüncesi genelde kısmen Antik Yunan’da gelişen felsefeye dayalıyken Çin düşüncesi Konfüçyüs ve takipçilerinin öğretilerine dayalıdır. İki bin yılı aşkın sürede bunlar dünyanın başat ve etkili (ve birbirinden farklı) iki düşüncesi haline gelmiş. Nisbett’ın da belirttiği gibi, Batı siyasi düşüncesi temelinde Yunan felsefesi yatar. Bu düşüncede güçlü bir merak hissi ile Konfüçyüs’ün öğrenmeye kendini adama düşüncesi vardır ama zeminde daha farklı bir kişisel faillik duygusu yer alır. Bu duyguya göre kişiler “kendi yaşamlarına hakimdir, istedikleri gibi eyleyebilirler.”
Nisbett şöyle diyordu; “Batı’da ilerlemenin düz bir çizgi olduğuna dair bir inanç var, teknoloji ilerledikçe sürekli iyileşme sağlanacak diye iyimser bir tavır sergileniyor.” Nisbett’in de belirttiği üzere, Batı halkı belli bir amaca odaklanıp kendinizi ona vakfederseniz çevrenizdeki dünyayı değiştirebileceğiniz düşüncesine meylediyordu. Bu görüş; Silikon Vadisi’ni bir yerden öteye, inovasyona yakıt sağlayan bir tavra dönüştüren girişimcilik ruhunun parçasıydı.
* Pek çok açıdan bu kısıtlılık hali en kuvvetli biçimde ABD’de tezahür ediyor. Şu bir gerçek: Başkan Xi’nin gördüğü eğitim içerisinde, Alexander Hamilton’dan tutun Ernest Hemingway’e Amerikalı yazarlar var. Acaba kaç Amerikalı siyasetçi bunlara mukabil Çinli yazarları okumuş? İki bin beş yüz yılı aşan zengin tarihiyle mesele arz eksikliği değil, ilgi olmayışı. Tarihte defalarca kanıtlandığı üzere ABD, küresel zorlukların arasında kendine yol çizecekse dünyayı anlayan liderlere ihtiyaç duyacak.
* Başkent Washington’da Kongre üyeleri ile buluştuğumuzda senatörlerden birkaçı YZ Süper Güçleri’ni [AI Superpowers] okumuş, öncü kalyonların kendilerine doğru sefere çıktığını haber almışlardı. Bu kitabın yazarı Kai-Fu Lee eski bir Apple, Microsoft ve Google yöneticisiydi. Tayvan doğumlu Lee şimdilerde Pekin merkezli bir risk sermayedarı. Kitaptaki tezi ise insanı kendine getiriyor. İddiasına göre, “YZ dünya düzeni, ‘Kazanan her şeyi alır,’ ekonomisi ile zenginliğin Çin ve ABD’deki birkaç şirketin elinde toplanmasını getirecek.” Kendi ifadesiyle “Geride kalan ülkeler ancak artıkları toplayacak.” Bu görüşün temeli nedir? İş, büyük oranda verinin gücünde bitiyor. Bu sava göre en çok kullanıcıyı edinen şirket verinin çoğunu kazanacak, YZ’nin roket yakıtı veri olduğundan bunun sonucunda kendi YZ ürünü daha güçlü olacak. YZ ürünü daha güçlü olunca da yeni şirket daha çok kullanıcı, dolayısıyla da daha çok veriyi çekecek. Bu döngü ölçeğe göre artan gelirle sürecek, böylece bu şirket pazardaki diğer herkesi dışarı itecek. Kai-Fu’ya göre “YZ doğal olarak tekellere meyleder… bir şirket bir kez erken startı aldı mı, böylesi süregiden, tekrar eden döngüler diğer şirketlerin pazara girişinde aşılmaz bir engel yaratır.” Bu kavram bilişim teknolojisi pazarlarından yaygın bir kavram… Buna “ağ etkisi” adı verilir.
* Yapay Zeka güdümlü bir dünyada verinin etkileri, teknoloji sektörüne etkilerinin çok ötesinde. 2030’da yeni bir otomobilin neye benzeyeceğini düşünün. Yakın tarihte gerçekleştirilen bir çalışmanın tahminlerine göre o zamana dek bir araba maliyetinin tam yarısı elektronik ve bilişim bileşenlerinden oluşacak; bu, 2000 yılında yüzde 20’ydi. 2030 yılına gelene dek arabaların otonom veya yarı-otonom sürüş ve navigasyonun yanı sıra iletişim, eğlence, bakım ve güvenlik özellikleri için hep internete bağlı olacak. Tümü yapay zekâ ve Bulut bilişim tabanlı çok büyük miktarda veriyi de içerecek. Bu senaryo önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Giderek devasa YZ’nin sürdüğü tekerlekli bir bilgisayardan kazanılacak kârın semeresini hangi endüstriler ve şirketler görecek? Bunlar geleneksel otomobil üreticileri mi, teknoloji şirketleri mi olacak?
* Dijital teknolojiler kelimenin tam manasıyla hem araç hem de silaha dönüştü. Öyle ki tekrar 1932’de Albert Einstein’ın söylediklerine dönmek zorunda kalıyoruz: Einstein, insanlara makine çağının doğurduğu faydaları anımsatırken insanlığı örgütleme gücünüz teknolojik ilerlemelere ayak uydurmalı diyerek uyarıyordu. İnsanlığa daha çok teknoloji katmaya uğraşırken teknolojiye de daha çok insanlık katmamız şart…
* İlerlemenin sürmesi için devletlerin teknolojiyi düzenlemeye ek olarak, kendi kendilerini de düzenlemeleri gerektiğini bilmeli. Siber güvenlik ve dezenformasyon gibi meseleler savaşın geleceğinde olduğu kadar demokratik süreçlerimizin korunmasında da belirleyici olacak. Tarihte nasıl başarıyla kendi kendini eksiksiz düzenleyebilmiş bir endüstri yoksa aynı biçimde yalnızca özel sektöre dayalı yahut onu düzenleyerek kendini koruyan bir devlet de yok. Devletlerin bir arada hareket etmeleri gerek; bu da kısmen devletlerin eylemlerini kısıtlayan, bu kuralı ihlal ettiklerinde ülkeleri bundan mesul tutan yeni uluslararası normlar ver kurallar gerektirecek.
Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım-Antalya, 12 Mart 2023
Dipnot:
[1] Prof. Dr. Richard E. NISBETT-Düşüncenin Coğrafyası/THE GEOGRAPHY OF THOUGHT