
Ateş, Dil, Güzellik ve Zaman üstünden İnsanın Evrimi
“Göz odur ki dağın ardını göre, akıl odur ki başa geleceği bile!” Yusuf Has Hacib.
“Dünya’da geçireceğimiz kıymetli yıllar boyunca atalarımızın yetiştirdiği bahçenin keyfini sürerken, serinleyecekleri gölgeyi torunlarımızdan çalmamalıyız,” derler. Diğer bir söylemle ifade edersek: “Atalarımızdan emanet, çocuklarımızdan da ödünç aldığımız” ülkemizi, doğamızı, gezegenimizi ve değerlerimizi koruyarak geleceğe taşıyabilmek, ancak bireylerde sorumluluk bilincinin yerleşip kökleşmesi ile olasıdır. Aksi takdirde hem içsel hem de dışsal dünyamızı, kendi ellerimizle karartmış oluruz ki, buna hiçbir sağduyu sahibi insanın razı olması düşünülemez.
Kanatlarımız yok ama uçabiliyoruz. Beyinlerimizde daha büyük matematik işlem modülleri yok ama eskisinden çok daha büyük sayıları işlemleyebiliyoruz. Pençelerimiz veya dişlerimiz daha büyük değil ama milyonları bir çırpıda öldürebiliyoruz. İşte bugünkü insan evriminin içerdiği ironi buradadır.
Nitekim, J. J. Rousseau (1755), “Bir toprak parçasının etrafını çevirip, ‘Burası benim,’ diyen ilk adam etrafında kendisine inanacak saf insanlar bulduğunda sivil toplumun temelleri atılmış demektir. O zaman bir kişi ayağa kalkıp, ‘Dikkat edin, bu dolandırıcıya inanmayın; dünyanın kimseye ait olmadığını unuttuğunuzda günlerimiz sayılıdır’ demiş olsaydı insanlığı ne çok felaketten ve savaştan kurtarmış olurdu” diyor.
Bu bağlamda denilebilir ki, insanlığın avcılık ve toplayıcılık döneminden kalan mağaralardaki duvar resimlerinde hiçbir savaş veya şiddet içerikli çizime rastlanmamakta… “Uzak atalarımız bizon, at ve ceylan avlarına ait binlerce resim yapmış olmalarına rağmen savaş alanı anlatan hiçbir resim yapmamıştı.” Ta ki tarıma ve yerleşik düzene geçinceye kadar. “Göçebeler sorunlarını ya kendi aralarında konuşarak ya da başka bir vadiye taşınarak çözüyorlardı… Douglas Fry 2003’te Science’ta yayınladığı örnek kabileleri sıraladığı makalesinde, ‘Göçebe avcı-toplayıcılar savaştan uzak duruyordu,” demekte.[1]
“Bizler gökten düşen melekler değil, yerden yükselen maymunlarız” ve artık buna dair kanıtlarımız var. Kibrimiz yüzünden bunu kabullenmede zorlanıyoruz ancak ilahi yaratıma inananlar bu kavramı ne yazık ki rezillik olarak değerlendiriyorlar.
Bu seferki paylaşım teması İnsanın Evrimi üzerine.
New Scientist’in kıdemli editörü ve ödüllü yazar Gaia Vince’ın ülkemizde ilk basımı Ocak 2022’de yapılan “Transandans ‘Transcendence’- Ateş, Dil, Güzellik ve Zaman üstünden İnsanın Evrimi” adlı sizinle paylaşacağım bu eserinde; modern insanın genler, çevre ve kültürün birlikte geçirdiği incelikli bir evrimin ürünü olduğunu öne sürerken insanı benzersiz kılan şeyin bireysel zekâmızdan çok, kolektif kültürümüz olduğunu vurgulamaktadır. O, bizleri kimliğimiz üstüne yeniden düşünmeye çağırırken, aldığımız bu uzun yolun sonunda bugün çok daha büyük ama daha yıkıcı olabilecek bir şeyin eşiğinde durduğumuzu gösteren etkileyici ve kışkırtıcı bir kitaba da imza atmıştır. Bu konuda aşağıda sizlerle paylaşacağım paragraflar var.
“Çok uzun bir yolculuk bile daima, bir ilk adımla başlar.” Lao-Tzu
* Günümüzde insanlar daha önce hiç olmadığı kadar iyi koşullarda ve uzun yaşıyor ve Dünya üzerindeki büyük hayvan türleri içinde en kalabalık olan biziz. Bu arada soyu tehlikede olan en yakın akrabamız şempanzeler milyonlarca yıldan beri aynı şekilde yaşamaya devam ediyorlar. Oysa biz aynı süreçle evrildiğimiz halde diğer hayvanlara benzemiyoruz. O halde biz neyiz? Bu evrimsel yoldan geçen tek insan türü biz değiliz ama hayatta kalan tek tür biziz. Yüz binlerce yıl önce, türümüzü yaratıcı olmayan hayatlara mahkûm eden fiziksel ve biyolojik kısıtlılıkları aşmak için kültürümüzü kullanarak beşiğimizden kaçtık. Sıra dışı evrimimizi, başlıca dört unsur yönlendirdi: Ateş, Sözcük, Güzellik ve Zaman.
İşte bu dört iplikten örülen dokuma, olağanüstü doğamızı oluşturduğu gibi, yaptığımız her şeyi niye bu şekilde yaptığımızı açıklar: Şehirlerde yaşayanlar niye daha yaratıcıdır? Dindar insanlar niye daha az kaygı duyar? Filipinli hikâye anlatıcıları niye daha fazla seks yapar? Göçmenlerde şizofreni riski niye daha fazladır?
*1972’den beri hepimiz üzerinde evrensel uzlaşıya varılmış zamanı kullanıyor olsak da kültürel zaman anlayışı hâlâ çeşitlilik gösteriyor. 1990’larda yapılan bir deneyde, sosyal psikolog Robert Levine[2] dünyanın 31 ülkesinde, ortalama yürüme hızını, saatlerin zamanı doğru gösterip göstermediğini ve verimliliği (postaneden pul alıp çıkmanın ne kadar sürdüğü) değerlendirerek bu ülkelerde yaşam temposunu karşılaştırdı. Sonuçlar, dünyanın farklı bölgelerinde işleyişin, birbirinden tamamen farklı tempolara ve zaman dilimlerine göre yürüdüğünü doğruladı. Levine, Yeni Gine’nin batısındaki dağlık bölgede yaşayan Kapauku halkının peş peşe iki gün çalışmadığına, Güney Afrika’daki avcı-toplayıcı Kung’ların haftada sadece 2,5 gün ve günde yaklaşık altı saat çalıştığına dikkat çekiyordu.
Dünyanın birçok yerinde aceleye mahal verilmez; otobüsler zaman çizelgesine göre değil, dolduğu zaman kalkar. Hindistan’da bir adam işini gücünü bırakıp bütün zamanını ruhsal aydınlanma ve gönül gözüyle görme arayışına vakfedebilir. Bu, toplum tarafından kabul gördüğü gibi, insanlar o kişiye yemek getirerek “yolcuğunda” destek olur; oysa Batı’da aynı adam serserilikten tutuklanabilir. Batılılar zamanını üretken geçirmeyen kişilere şüpheyle yaklaşır ve böyle bir yaşam tarzını onaylamazlar. Çalışanlar meşgul görünmek için ellerinden geleni yapar. Avrupa kültürü kurukafa imgeleriyle doludur ki bu imge bize zamanın ne kadar kıymetli olduğunu, bu hayata sadece bir kez geldiğimizi hatırlatır.
* İlginçtir, bir sanayi toplumu ne denli zenginse o toplumda yaşayanların o denli az çocuğu olur. Hatta bazı toplumlarda doğurganlık hızı o kadar düşüktür ki halk en iyi gıdaya ve sağlık hizmetlerine ulaşabildiği halde nüfusun büyüme hızı azalmaktadır. Biz insanlar, kültürel evrimimiz aracılığıyla biyolojik evrimin temel ahdini hükümsüz kılıyoruz.
*Yüz otuzu aşkın yerli dil konuşan Avustralya· Aborijinleri’nde çok dillilik, yaşadıkları toprağın parçasıdır. Biriyle konuşa konuşa yürürken, küçük bir nehri geçtikten sonra yanınızdaki kişi birdenbire farklı bir dilde konuşmaya başlayabilir çünkü insanlar yaşadıkları toprağın dilini konuşurlar. Bu, başka yerler için de geçerlidir. Belçika’yı düşünün: Liege’de trene bindiğinizde anonslar Fransızca yapılır. Derken Leuven’den geçerken anonslar önce Felemenkçeye, sonra Brüksel’de tekrar Fransızcaya döner.
Çok dillilik, beyin ve benlik algısı üzerinde şaşırtıcı bir etki gösterir. Bana en sevdiğim yemeğin ne olduğunu İngilizce sorarsanız kendimi Londra’daki seçenekler arasından en sevdiğimi seçerken düşünürüm. Ama aynı soruyu Fransızca sorduğunuzda, seçeneklerimin farklı olduğu Paris’te bulunduğumu hayal ederek yanıtlarım. Yani aynı kişisel soruya alacağınız yanıt hangi dilde sorduğunuza göre değişir. Konuştuğunuz her dille yeni bir kişilik kazandığınız, farklı diller konuşurken farklı davrandığınız düşüncesi derin bir meseledir.
* Sadece 74.000 yıl önce, Endonezya’daki Toba süper yanardağının patlaması bizi az kalsın yeryüzünden tamamen siliyordu; atalarımızın nüfusu birkaç bine kadar inmişti. Günümüzde yaşayan farklı kuyruksuz maymun türleri olmasına karşılık sadece bir insan türü hayatta kalabildi. Bu kültürel kumardan sadece biz karlı çıktık; benzer derecede yetenekli kuzenlerimiz geride, gezegen üzerinde geçirdikleri yüz binlerce yıllık geçmişe dair anca bölük pörçük bir kayıt bırakarak silinip gittiler. O yüzden, şaşırtıcı küresel başarımızı yarattığımız kültüre atfedeceksek görkemli yükselişimizin çantada keklik olmadığını anlamamız gerekiyor.
*İnsanı sadece alet edevat kullanan bir çeşit akıllı şempanze olarak düşündüğümüzde türümüzün olağanüstü yönünü gözden kaçırıyoruz. Etrafınıza bakın: Gördüğünüz her şeyin –kendimiz dâhil– akıllı tasarımcılarıyız.
* Çiğ eti çiğnemek ve sindirmek zordur; buna karşılık pişmiş et (ve bitkiler) daha lezzetli ve hijyenik olduğu gibi, kalori açısından da daha verimlidir çünkü ateş, besini kimyasal olarak değiştirir, sindirimini kolaylaştırır. Pişmiş yemek yiyen insanlar daha sağlıklı olacak, beslenme alışkanlıklarını genlerle bir sonraki kuşağa aktarabilecek kadar uzun yaşayacaklardı. Böylece ateşte pişirilmiş yiyecekler atalarımızın beslenmesinde giderek önem kazandı. Bir çalı yangınının kolayca fark edilen duman bulutları insan gruplarını çok uzaklardan çekebiliyordu. Zaman içinde atalarımız orman yangınlarının alevlerini kullanarak kendi ateşlerini yakmayı öğrendiler. Bu, ateşle olan ilişkimizde attığımız dev bir adımdı. Avustralya’da yaşayan kara çaylak gibi bazı yırtıcı topluluklarında da yangın yayma kültürüne rastlanması ilginçtir. Aborijinlerin “ateş atmacası” olarak adlandırdığı kuşlar, yangın yerinden aldıkları yanan dal parçalarını başka yerlere atarak, otların arasında gizlenen avlarını ortaya çıkarmak için kasten yangın çıkarırlar. Milyonlarca yıl önce zeki atalarımızın da aynı davranışı sergilediğini ve yanan korları kamptan kampa taşıdıklarını hayal etmek hiç de zor değil.
* Üstün zekâmız beyin boyutlarına indirgenemez; nöronların sayısı ve birbirleriyle olan bağlantıları da önemli. Örneğin, abartılı büyük bir beyin korteksine sahibiz. Algılama, bellek, dil işlevleri ve bilinç gibi ileri bilişsel işlevlerde rol oynayan bu kıvrımlı sinir dokusu katmanı sadece birkaç milimetre kalınlığındadır. Ne var ki korteksin kıvrımlarını açabilseydik insan beyninin kabaca dört A4 kâğıdı büyüklüğünde bir alanı kaplarken, şempanze beyninde bu alanın bir A4 kâğıdına sığdığını, maymunda bir kartpostal, sıçandaysa bir posta pulu kadar olduğunu görürdük. Korteksin kalınlığı ve önemli bölümlerin boyutları da önemlidir. Korteksi daha ince olanlarda IQ daha düşükken prefrontal korteksi daha büyük olanların daha çok arkadaşı vardır. Atalarımız eş seçerken muhtemelen daha irikıyım ve saldırgan olanlar yerine giderek daha zeki ve sosyal bireyleri tercih ettiler. Yani kendi kendimizi ehlileştirdik.
* Sindirim işinin büyük bölümünü ateş devralınca, bağırsaklarımız kuşaklar boyunca giderek kısaldı. Öyle ki sonunda diğer primatların yediği birçok çiğ yaprak ve meyveyi sindiremez hale geldik. Gıda seçeneklerimizi bu şekilde azaltmak, bizi açlığa karşı savunmasız ve diğer primatların başa çıkabildiği bitkisel toksinlere tahammülsüz kılan evrimsel bir kumardı. Ne var ki kalınbağırsaklarımızın bir kısmını ıskartaya çıkararak kıymetli kalorileri, büyümüş olan beynimize yönlendirdik. Günümüzde yaşayan avcı-toplayıcıların aldıkları kalorinin yarısından biraz fazlasının hayvansal ürünlerden, kalanınınsa topladıkları sebzelerden geldiğini düşünecek olursak pişirme işlemi, atalarımızın yiyecek toplama, hazırlama ve çiğnemeye harcadıkları zamanı önemli ölçüde azaltmıştır. Şempanzeler günde beş saati, bizse yaklaşık bir saati çiğnemeye ayırıyoruz ve bu da türümüze diğer hayvanların sahip olmadığı bir zaman kazandırıyor.
* Banyo edilen fotoğraf filminin benzersiz bir resme dönüşmesi gibi, kültürel gelişiminizin gerçekleştiği mecra da –yaşadığınız toplumun davranışları, teknolojileri ve diğer kültürel pratikleri– davranışınızı, bilişinizi, algınızı, kişiliğinizi, zekanızı, fiziksel becerilerinizi ve çok daha fazlasını biçimlendirir. Bunun kanıtlarını nörolojimizde görebiliriz; beynimiz gerçek anlamda kültürümüz tarafından biçimlendirilir. Son zamanlarda yapılmış bir çalışmada yüzlerce insan ve şempanzede beyin korteksindeki zekâyı kontrol eden kıvrımlar incelendi. Sulkus olarak adlandırılan bu kıvrımlar doğumdan sonra da büyümeye ve değişmeye devam eder ama iki tür arasında bu açıdan farklılık gösterir. Araştırmacılar, şempanzelerde beyin kıvrımlarının biçim ve yerleşiminin büyük ölçüde genetik olarak belirlendiğini (kardeşlerde neredeyse özdeştir), insanlardaysa genlerin çok daha az rol oynadığını, asıl çevresel ve sosyal etkenlerin beynimizi biçimlendirdiğini buldular. Genetiğin biliş üzerinde daha belirleyici olduğu şempanzeler beyin gelişimi, yeni davranış ve becerilerin öğrenilmesi açısından insanlara kıyasla daha kısıtlıdır. İnsanlar şempanzelere göre daha az gelişmiş bir beyinle doğduğu için doğum sonrası dönemde beyin gelişimi daha fazladır ve bu gelişimde dış dünyanın rolü daha büyüktür.
* Peş peşe gelen istilalar ve doğal felaketlerin ardından Antik Yunan’da böyle bir “karanlık çağ” başlamıştı. MÖ 1200’de Yunanlar, eski uygarlıklarının enkazı altında, artık okuyup yazamadan yaşıyorlardı. Bu karanlık cehalet çağında, Homeros’un ölümsüz manzum destanlarını hâlâ önemli bir liman kenti olan İzmir’de (Smyrna) yaratmış olması olağanüstü görünüyor. Şiir de müzik gibi icra edilmek üzere yaratılırdı; sesli okunduğunda sözcükler, metaforlar, ritim ve müzikalite hayat bulurdu. Efsanevi kör ozan Homeros şiirlerini ezbere okur, dinleyiciler de bu dizeleri ezberleyerek başkalarına okurlardı. Fakat gerek ozan gerekse çağdaşları okuryazar olmadıkları halde yazının ne olduğunu biliyorlardı. Etrafları üzerinde yazılar olan tapınaklar ve anıtlarla çevriliydi ve Fenikeliler gibi okuryazar toplumlarla ticaret yapıyorlardı. Homeros’un kendisi İlyada’da, taşıdığı katlanmış metal levhada “Bu mektubu getireni öldür” yazan ulaktan söz ederken yazma sanatına kışkırtıcı bir göndermede bulunur.
Odysseia gibi destanlar, kolayca ezberlenmeleri için dizeleri hatırlamayı ve doğaçlama yapmayı kolaylaştıran katı bir vezin ölçüsüyle oluşturulurdu ve çok sayıda tekrar içerdiğinden sık geçen ifadeler aralara nakarat gibi yerleştirilebilirdi. Ne olursa olsun eğitimli insanların yapabileceği gibi binlerce dizeyi hatırlamak marifetti.
* Okuryazar insanların beyni, sekiz yaş civarındayken okuma yazma bilmeyenlerinkinden farklıdır çünkü onların görsel işlem sistemleri okumak için özelleşmiştir. Bu değişikliklerden bazıları beynin farklı tarafları arasındaki şebekeyi geliştirerek, nesne tanımayı ve sözel becerileri güçlendirir ama diğer bölgelerdeki, yüz tanıma gibi bilişsel becerileri azaltır. Hayvanların ayak izlerindeki nüansları ayırt edebilen bir avcı-toplayıcı gibi, çok okumuş insanlar da zamanla kelime avcısına dönüşür. Gözlerimiz anadilimizde yazılmış metinlerde sözcük örüntülerine atlar; etrafımızdaki yazıları okumadan duramaz, bilinçsizce deşifre ederiz.
Sözcükler ya da harfler karışık yazılmış olsa bile okumamızı fazla etkilemez: Benyiniz boşlklrı omotatik oralak doldrr.
Beynimiz bağlamı kullanarak yazıyı (ve konuşmayı) yeniden yapılandırmada başarılıdır. Bunun nedeni, kısmen tecrübeli yetişkin okurların, çocuklardan farklı olarak, okumayı sese tercüme etmemesidir. Ortalama bir yetişkin dakikada yaklaşık 230 sözcük okur ve 20 yaşındayken 42.000 civarında sözcük bilir. Sonrasında insanlar günde bir iki yeni kelime öğrenirler. O nedenle emeklilik çağına ulaşmış insanların kelime dağarcığı yeni mezunlarınkinden çok daha geniştir. Böylece bilgi birikimleri, yaşlıları insan toplumları için önemli bir kültürel zenginlik ve çeşitlilik kaynağı haline getirir.
* Müzik ve dil beynin aynı bölgelerinde işlenir ve göründüğü kadarıyla başka açılardan da bağlantılıdır. Nitekim çalışmalar müzik derslerinin okuryazarlığı geliştirdiğini gösteriyor. Bazı dilbilimcilere göre insanda konuşma, kuyruksuz maymunların fiziksel yetileri arasında olan ıslık gibi bir ön dille başladı. Hmong ıslık dilini konuşanlar sık kullandıkları ağız orgu sayesinde tam anlamıyla müzikal bir dille iletişim kurarlar.
*Gerçek zamanlı sohbet akışı beynimizin gelişmiş öngörü sistemine dayanır. 200 milisaniye kadar kısa sürede yanıt verebilmemiz ancak karşımızdakinin ne söyleyeceğini öngörüp aynı anda bir şey söylemeye hazırlanmamızla mümkün olabilir. Yani bir kişi konuşurken -söz sırası çoğunlukla iki üç saniye sürer- karşısındaki, zamanında yanıt vermek için az sonra ne söyleyeceğine karar vermelidir. Sinirbilimciler, bu iki işi nasıl olup da bir arada yürütebildiğimizi hâlâ anlamaya çalışıyorlar çünkü beynimizin büyük bir bölümü hem konuşmaya hem de dinlemeye ayrılmış. Buna rağmen bir gün içindeki sohbetlerimizde yaklaşık 1500 kez söz sırası alıyoruz.
Bütün dünyada dildeki değişime ve yeniliğe genç kadınlar öncülük eder; erkekler bazı durumlarda bir kuşak kadar geriden gelir.
* Dillerin kültürel evrimi biyolojimizi değiştirir. “Farklı diller kullanırken farklı insanlara dönüşürüz. Dilin üzerimizde gücü vardır. Mizacımız değişir. Vücut dilimiz değişir. Hüzün hakkında yazarken Türkçe, hicvederken İngilizce kullanmayı seviyorum,” diyor yazar Elif Şafak.
* Sohbetlerimizin en az % 60’ı dedikodudur; dedikodu yaparken arkasından konuştuğumuz kişinin itibarını hem keşfeder hem de yaratırız. İtibar, eylemlerimizin gerçekleştikten çok sonraki sonuçlarını yansıtır ve başkalarına güvenmeden önce haklarında fikir sahibi olmamıza imkân verir. İnsanlar istikrarlıdır; geçmişteki davranışları gelecekteki davranışlarının teminatı olma eğilimi gösterir. Biri hakkında yanıltıcı hikâyeler dinlemişsek onunla ilgili bir yargıya varmamız zordur çünkü sosyal öğrenme biçimimiz kendi fikirlerimizi ve görüşlerimizi yaratmaktan çok, başkalarını kopyalamaya dayanır.
*Birileri bizi izliyorsa büyük ihtimalle terbiyemizi takınırız. Hırsızların soydukları evde aile fotoğraflarını ters çevirmeleri bilinen bir gerçektir; hiç kimse kötü bir şey yaparken görülmek istemez. Mekânı izleyen bir çift göz resmi koymak da aynı etkiyi gösterdiğinden mağazalardaki hırsızlıkları azaltır. İnsanlık tarihinde nispeten yeni olan tek tanrılı dinlerin tanrıları, her hareketimizi gizlice izleyen ve eylemlerimizin bizi cennete mi yoksa cehenneme mi götüreceğine dair nihai hükmü veren gözlerdir. Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların kutsal kitaplarının üçü de aklınızdan ve gönlünüzden geçeni görebilen yargılayıcı bir tanrının ilahi gözetiminden söz eder. Çoğu tanrı iyi amellerden ziyade kötü olanlarla daha fazla ilgilenir.
* Çalışmalar, insanların bir algoritma aracılığıyla toplumdaki yüzlerin ortalamasından oluşturulan bileşik bir yüzü, ortalama bir birey yüzünden daha çekici bulduğunu gösteriyor. Bu tercihin evrimsel kökeni, iyi bir genetik karışmanın dayanıklılık ve ortama uyum sağlama açısından genellikle daha fazla avantaj sağlaması olabilir. Anket çalışmaları insanların genellikle “melez” bireyleri çekici, akraba evlilikleri sonucu dünyaya gelmiş bireyleriyse daha az çekici bulduğunu gösteriyor. Doğurganlık ve döl verimliliği işaretleri de çekici özelliklerdir ki bunlar erkeklerde yüksek testosteron, kadınlardaysa yüksek östrojen düzeylerine işaret eder.
* Dünya üzerinde yaşayan herkesin en yakın ortak atasına ulaşmak için sadece 3000 yıl geriye gitmeniz yeterli. Yani ben, gezegendeki herkes gibi Muhammed’in, aynı zamanda Konfüçyüs’ün ve Nefertiti’nin soyundan geliyorum. Bu da ileride çocuklarımın çocukları ve onların da çocukları olursa birkaç bin yıl içinde dünya üzerinde yaşayan herkesin atası olacağım anlamına geliyor.
*Bisiklet coğrafi açıdan birbirine uzak yaşayan topluluklar arasında cinselliği mümkün kılarak yakın akraba evliliklerini önemli ölçüde azalttı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce 4 milyon bisiklet satılmasının Fransız toplumu üzerinde çarpıcı bir etkisi oldu; kan bağı olan kişiler arasındaki evliliklerin azalmasıyla Fransızların boyu uzadı. Aynı etki İngiltere’de de görüldü.
* Hepimiz zamana endeksli canlılarız. Bütün hücrelerimizde, mekanik bir saatin dişlileri gibi birbiriyle etkileşim halinde artıp azalan salınımlarla gen ifadesi üreten saat genleri bulunur. Bu saat genleri diğer genlerimizi, hormonları, kalp hızı ve beyin aktivitesini, duygu durumunu ve bedensel işlevleri düzenler. Bağırsaklarımızın hareketli olduğu zaman sabah 10 civarıyken, ağrıya tahammülümüz ve koordinasyonumuzun en yüksek olduğu zaman öğleden sonra 2’dir. Akşamüstü 5’te azami kas gücü ve esnekliği, en iyi akciğer ve kalp performansıyla fiziksel açıdan zirveye ulaşırız. Alkole toleransımız akşam 8’de en iyidir; bir saat sonra uyku hormonları artmaya başlar; sabah 2 ile 3 arası en derin uykuda olduğumuz saatlerdir. Vücut sıcaklığımız sabah 4-5 arası en düşük seviyeye iner. Vücudumuz, âdet kanamalarından gebeliğe, biyolojik zaman çizelgesine uyma konusunda dikkat çekici derecede düzenlidir.
* Folklor kültürden kültüre değişir. Oysa yerçekiminin Doğu ve Batı versiyonları yoktur; Batı bilimi diye bir şey yoktur, bilim bilimdir. Bu durum sembolik anlam arayışımızın kaybolduğu anlamına gelmez. Bilimin henüz yanıtlayamadığı, hâlâ hikâyeler ve diğer kültürel yorumlarla açıklama aradığımız pek çok soru var. Örneğin hayatın anlamı ya da bilinç nedir? Kimileri bilimin bu soruları yanıtlamak için doğru araç olmadığını, kimileriyse bilimin aklı kullanarak günün birinde bu sorulara yanıt bulacağını düşünür. Bilimsel argümanları kullanan ve kabul eden insanların büyük çoğunluğu başka konularda manevi açıklamalara inanır ve bu iki farklı bilme türünü kolayca uzlaştırır.
* Karmaşık konular hakkında hızlı karar vermek gerektiğinde genellikle içimizden gelen sese kulak veririz. Bunun sebebi kısmen bu yöntemin bilişsel açıdan daha az yorucu, dolayısıyla enerji harcaması açısından daha verimli olmasıdır. Nobel Ödüllü iktisatçı Daniel Kahneman, biri “hızlı düşünme” (farkında olmadan, sezgisel, çaba gerektirmeyen), diğeriyse “yavaş düşünme” (bilinçli, analitik ve çaba gerektiren) şeklinde iki farklı sistem tanımlamıştı. Kahneman’a göre, kararlarımızın çoğunlukla rasyonel olduğunu düşünsek de çoğu zaman hızlı düşünürüz.
* Biyolojimiz ve sosyal çevremiz karar verme süreçlerimizi etkiler. Korkunun psikolojik ve fizyolojik etkisini ele alalım: daha muhafazakâr partilere oy verenlerde, beynin korku merkezi olan amigdalanın genellikle daha büyük olduğu gösterilmiştir. Bir diğer çalışmada, üç dört yaşlarında bir çocuğun bir laboratuvar çalışmasında ne kadar çok korkarsa 20 yıl sonraki politik tutumunun o kadar muhafazakâr olduğu gösterildi. Korkunun etkisi anlıktır: Bir çalışmada liberal kesimden insanlar fiziksel tehditle karşı karşıya kaldıklarında, politik ve sosyal tutumları geçici olarak muhafazakâr tarafa kaymıştı.
* Karar vermede akıl yürütmenin ana rolü genellikle bir karara varmak değil, kararın rasyonel olduğunu gösterebilmektir. Bazı psikologlar aklımızı sadece kararlarımızı haklı çıkarmak için geriye dönük olarak kullandığımızı ve seçim yaparken büyük ölçüde sorgusuz sualsiz doğru kabul ettiğimiz içgüdülerimize güvendiğimizi söyler. Bilinçli olmayan içgüdülerimiz, bütün bilişsel yanlılıklarımıza ve önyargılarımıza rağmen, rasyonellik konusunda mantıklı düşünen zihnimizden daha becerikli olabilir.
* Bir zamanlar Afrika savanlarında yaşayan, soyu tehlikede, çıtkırıldım bir primatken artık Dünya’daki büyük hayvanlar arasında sayıca en fazla olanız ve ikinci sırada, bizi beslemesi ve bize hizmet etmesi için yetiştirdiğimiz hayvanlar geliyor. Doğayı büyük bir açgözlülükle yağmalamamız ormansızlaşmaya, soyu tükenen canlıların hızla artmasına ve ekosistemlerin tahrip olmasına yol açtı. Memelilerde insanlığın yok ettiği evrimsel çeşitliliğin geri gelmesi milyonlarca yıl sürecek (gezegende var olduğumuz sürenin on katından fazla). Dahası parçalanması asırlar alacak atık dağları yarattık. Okyanuslardan balık yakalayıp yediğimiz zaman, attığımız plastik çöpü de yiyoruz.
*Teknolojilerimizin ve toplumsal normlarımızın etkisiyle evrimimiz devam ediyor. Örneğin alnımız genişliyor, boyumuz uzuyor, miyopluk sıklığı artıyor. Darwinci evrim kültürel evrime göre genellikle daha ağır işlediğinden bu değişiklikler yavaş gerçekleşiyor. Ne var ki aşılama yoluyla ya da IVF sırasında doğrudan DNA’mızı kesip biçen araçlar kullanarak genetik evrimimizi hızlandıran beceriler ediniyoruz.
*Yapay Zekâ (YZ) hata yaparsa ne olur? Toplumsal normlarımız insanlar için hata payı bırakıyor ama makinelerin vereceği kararların her zaman yüzde 100 doğru olmasını bekliyoruz. Eğitildikleri verilerde hatalı kodlamalar ya da yanlılıklar nedeniyle kötü kararlar veren YZ’ler daha şimdiden uzun bir liste oluşturuyor ki bu, YZ’yi endişe verici ölçüde insansı kılarken güvenilirliğini azaltıyor.
“İnsanlık, Afrika insansı maymunları çalısının ortalarında bir yerde, diğer birçoklarının arasına yerleşmiş sadece tek bir ince daldır.” Richard Dawkins
Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, Antalya, 15 Eylül 2022
Kaynaklar:
[1] Müfit Akyos-Barış Her Zaman Daha Ucuz-HBT Dergisi-335)
[2]Robert LEVINE (Prof. Dr.)- “ZAMANIN COĞRAFYASI-Kültürlerin Zaman Algısı Üzerine”