Aydın Kime Denmeli? Nasıl Aydın Olunur?
“Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla affedebiliriz; hayattaki gerçek trajedi yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır.” Platon
İnsan ne doğumuna ne de hangi toplum bünyesinde dünyaya geleceğine karar verebilir. Ancak nasıl bir insan olacağı konusunda, kişinin kendisinin büyük bir belirleyicilik hakkı vardır. Nasıl? Bireyin öncelikle, “sevgi” gibi, insan olabilmenin temel erdemine sahip olması, sonra da buna koşut olarak bireysel, toplumsal ve kültürel gelişim ve değişiminin özünü oluşturan “bilgi”yi elde edebilmesi ve bunu da etkin şekilde özümseyip yaşama uygulamasıyla aydın ve kamil bir insan olabilmesi…Bu iki temel olgunun da (Sevgi-Bilgi) ORTAK PAYDASI ise “Paylaşım”dır. Her iki kavram da paylaşıldıkça azalmaz, tersine ARTAR…İşte kavramlardan bilginin oluşturulması, değerlendirilmesi ve paylaşımının merkezinde ise, tarihin her devrinde itici güç olan “Aydın İnsan” olmuştur.
Bizler meraklı yaratıklarız ve özellikle meraklı olduğumuz konu, kendimizdir. Şahsımız veya yarattığımız şeyler için başkalarının ne düşündüğü hakkında özellikle meraklıyızdır ama hepsini bilmeyi de istemeyiz. Sıklıkla, doğamız gereği, kendimizi olumsuz fikirlerden uzak tutmak ve olumluları aramak üzere kararlar alırız.
Bilindik bir Einstein öyküsü: “Princeton Üniversitesi’nde ders verdiği dönemde, bir öğrencisi dersten çakmış galiba; ‘Hocam’ diyor, ‘Sorular geçen senenin aynısı, ben niye kaldım’. Einstein cevaben ‘Fakat bu sene cevaplar farklı ve DEĞİŞTİ!’ diyor.”
İşte bu yönüyle “değişim”; evrenin, dünyanın, toplumların ve bireylerim yaşamının merkezinde kaçınılamaz ve vazgeçilemez itici bir güç. Bu gücün istikameti, toplum ve insanların bilgi birikimi, düşünce ve davranış kalıplarının yönlendirmesiyle ileriye doğru da olabilir, geriye doğru da…Bunun örneklerine geçmişte ve günümüzde sıkça rastlamakta ve de yaşamaktayız.
Türkiye’de geçmişten günümüze yansıyan ilginç bir gelenek vardır: Halk, kendini küçük, devleti ve aydınları daha büyük görür. Dolayısıyla DEVLETTEN veya AYDINLARDAN çok şey bekler. (Ama bugünlerde değil herhalde!)
Bir örnek vermek gerekirse: İsmet İnönü’nün, “Bu ülkenin her köyünde, her kahvesinde bir başbakan oturur; bunu bilerek icraatta bulunmalıyız” dediği söylenir. Peki, insanlarımızın tümü bilge midir? Hayır. Galiba çoğunluğun bilgisi az ama fikri çok; ancak bu arada bilgisi sınırlı ama ufku geniş az sayıda insan da var aramızda. Kimilerimiz eğitimli değil ama irfan sahibidir. Ama yaygın olan söylemin de (Uğur Mumcu) altını çizmeliyiz: “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak!” (Ülkemizde sıklıkla geçerli olan bir yaklaşım!)
Nitekim, Alvin Toffler, bu gerçeği şöyle vurgular: “21. yüzyılın cahilleri okuma yazma bilmeyenler değil, öğrenmeyen, öğrendiği yanlışlardan vazgeçmeyen ve yeniden öğrenmeyenler olacak”‘
Bu bakış açısıyla “aydın” kavram ve profili her zamankinden daha da fazla önem kazanmaktadır. Ne var ki “Aydın” tanımı ülkeden ülkeye değişmesinin en önemli sebeplerinden biri de her ülkenin kendine has kültürü ve bu kültür içerisinde kendi aydınını oluşturmasıdır. Aydının değişmez misyonlarından biri ve belki de en birincisi, içinde yaşadığı toplumsal koşullara ilgisiz kalmamasıdır. Her ülkenin toplumsal yapısı, koşulları, ihtiyaçları birbirinden farklı olabileceği için aydının fonksiyonu da elbette farklı olacaktır. Doğaldır ki değişim ve evrim olgusu bağlamında her ülkede ve dönemde, “aydın” da bu gelişime ayak uydurmuş ve bilindik aydın çeşitleri de (özellikle de ülkemizde) evrilmiştir. Şöyle ki: AYDIN TİPLERİ…
* NORMAL AYDINLAR: Bir konuyu hangi düzeyde ele alırlarsa alsınlar, hiçbir bilgiçlik dolambacına sapmaksızın, okurlarına tam bir saydamlık içerisinde paylaşırlar.
* AĞIR AYDINLAR: “Güç anlaşılır” olmayı amaç edinirler, sanki bir sömürge ülkesinde yaşayan sömürge halkına seslenir gibidirler; anlaşılmak gibi bir meseleleri yoktur.
* ALINTI AYDINLAR: Yaşadıkları çevredeki genel bilgi düzeyinin düşüklüğü ve ‘düşünme özürlü’ insanların fazlalığı, alıntı aydınlar için neredeyse bir varlık koşuludur. Belki de bu nedenledir ki, böyle aydınların genel söylemi hep, ‘Gel, sen de öğren ve bil!’ değil, ama ‘Sen beni dinle ve oku yeter!’ tarzındadır.
* OMURGASIZ /TATLISU AYDINI: Öyle bir bilgi dağarcığından beklenmesi olanaksız bir biçimde kolayca eğilip bükülüverir, kolaylıkla saf değiştirebilir ve menfaat karşılığı ucuzca kendini satabilirler. Bu tip aydınlara zaman zaman “Tatlısu Aydını” da denmektedir. Bu aydın tipini Emre Kongar’ın betimlemesi şöyle: “Pusulanı iktidara çevirirsin, iktidarın yaptıklarını alkışlarken muhalif olanları eleştirirsin, iktidar değişince sen de değişirsin. Gidene ‘paşam’, gelene ‘Ağam’ dersin!” Tanıdık gelmiyor mu? (Bu aydın tipleri örneklerle kısaca açıklanacak!)
“Aydın” ve “din”: Bu iki kavram birbirine zıttır. “Aydın”, Descartes’tan beri biliyoruz ki, bir “kuşku”dan yola çıkan insanın adıdır; “Din” ise, kuşkuya yer vermez. Aydının kafasında “dogma”lar yoktur; din dogmaların alanıdır. Böylece din adamı olur; ama aydın din adamı olmaz. Aydın din adamından, din üstüne bilgisi daha fazla kişi kastediliyorsa, önemli olan bilginin eksikliği ya da fazlalığı değil, niteliğidir… (İstisnalar tabii ki var!)
Günümüz ülkemizde, “aydın” geçinen, “Merak etmeyin, gelecek çok güzel olacak”
diyerek aklınca umut pompalayan ve konuşup da hiçbir şey yapmayan, geleceğin yükünü denk yapıp başkasının sırtına vuran o kadar çok kişi var ki! Oysa aydın, umut ile başarının arasına eylem koyan ve mücadele eden bireydir…
Yukarıdaki açıklamalardan sonra anlaşılacağı gibi temamız: Aydın -Entelektüel.
Bağnazlıktan uzak, düşüncelere saygılı, irdelemeyi, tartışmayı, değerlendirmeyi ve paylaşmayı bilen, toplumsal konulara kişisel çıkarları açısından bakmayan, insanlara sevgi ve anlayışla yönelen bir insandır aydın…
Entelektüel ise: Bilim, teknik ve kültürün, değişik dallarında özel öğrenim görmüş, aydın, münevver, fikir sorunlarıyla ilgili kimse” olarak tarif edilir. Şöyle ki:
- Entelektüel, “kendisini geliştirmek” için öğrenendir…
- Aydın ise toplumunu aydınlatmak için…
Bu iki kavram arasındaki farkı Özdemir İnce, mizahi bir üslupla vurgular: [1]“Aydın bir kez ‘evet’ derse, doksan dokuz kez ‘hayır’ der. Bu nedenle, globalleşen dünyanın yeni sahipleri olan ‘hür teşebbüs’ ve medya dünyası da sevmez aydını. Hele aydının yazar olanını hiç mi hiç sevmez. Bu nedenle, ülkemizde 12 Eylül 1980’den sonra, aydının Frenkçesi olan ‘entelektüel’ sözcüğünü ikiye bölüp ‘entel’ ve ‘lektüel’ yapmıştır. Entel şimdilik belli: Kuraklığın, enflasyonun, rüşvetin, şiddetin, Avrupa Birliği’ne alınmamanın ve belki de palazlanan mafyanın nedenidir bu ‘enteller’(!) Güya, entel sıfatını barlara takılan yarı aydınlara vermişler. Unutulmasın: Yarı bakire olmayacağı gibi yarı aydın da olunamaz!”
Dolayısıyla, Bekir Coşkun’un “yarım” ya da eksik aydın” olarak betimlediği “Göbeğini kaşıyan adamı”nı, bir bakıma “Başını kaşıyan, düşünen adamı”na dönüştürmek, gerçek aydınların görevi arasında olmalıdır.
Sonuçta “Aydın”, sorumluluk duyan bir kişidir ve bu sorumluluk duygusu kendiliğindendir; bu duygu aydına görev olarak verilmiş, ihale edilmiş değildir. Yine vurgulamak gerekirse: Aydın, “üstüne vazife olmayan ve kendisini ilgilendirmeyen işlere de burnunu sokar”. Ama mahallenin namusunun da bekçisi değildir. Bu nedenle, başta devlet olmak üzere egemen sınıflar ve güçler sevmezler aydını. Bunu, Dostoyevski’nin Cinler’inin ak saçlı yüzbaşısı fark etmiştir. Bu nedenle şöyle haykırır: “Tanrı yoksa benim yüzbaşılığım neye yarar? Ya da Tanrı yoksa ben neyin yüzbaşısıyım?”
Yaşı müsait olanlar hatırlar, Aziz Nesin bir konuşmasında, “Türk milletinin %60’ı aptaldır” demişti, hepimiz kızdık birçok şeyler de söylemiştik. Reaksiyonlar üzerine, yeni açıklama yapma ihtiyacı hissetmiş ve “Özür dilerim yanılmışım, düzeltiyorum %60’ıdeğil, %80’ni aptaldır” demiş, bu açıklama üzerine bir avukat Nesin’i, Türk milletinin yarısı aptal diyerek aşağıladığı gerekçesiyle dava açmıştı. Mahkemede hâkim Nesin’e sorar: “Türk milletinin yarısının aptal olduğunu söylemeniz üzerine hakkınızda dava açıldı, bu duruma ne diyeceksiniz?” Nesin, önce kendisine dava açan adama bakar ve hâkime dönerek, “Sayın hâkim, lütfen sorar mısınız davacı kendisinin hangi yarısından olduğunu kabul ediyor?” der.
Alman psikolog Heiner Rindermann bir araştırma yapmış, ülkelerin IQ (intelligence quotient /zekâ katsayısı) seviyelerini ölçüp dünya IQ haritasını çıkarmış. Türkiye ortalama 88 puanla 37. olarak Avrupa’da en alt sıralarda. Yani, 90-110 aralığında olan normal zekâ seviyesinin altında. Türk insanı aptal mı, gerçekten normal zekâ seviyesinin altında mı, genetik özürlü mü? Hayır, dünyada kimse aptal değildir, eğitimsizlik nedeniyle öğrenme yetenekleri gelişmez…
Aydın İhaneti ise: Kısaca, bilge, bilgin, düşünür, fikir insanı, mütefekkir, münevver adına her ne dersek diyelim, aydının, eylemsel olarak görevlerini yapmaması, bilgisini de eyleme dönüştürmemesidir “Aydın İhaneti!” Günümüzde ve ülkemizde ise, bazı aydın geçinen bireyler, yönetimlere sözde “aydın” konumuyla doğu kapısından Âdem Baba gibi çırılçıplak girerken, 3-5 yıl sonra koltuğu batı kapısından mutlu ve muzaffer olarak, karun gibi terk etmenin adıdır, “aydın ihaneti!”
Halil Cibran “Güneşe sırtını dönen kendi gölgesinin peşinden gider” derken, bir bakıma “her birey az ya da çok kendi gölgesine âşıktır” güzellemesinin altını çizmektedir. Her birimizin dış âlemde olumsuz anlamda taşıdığı karanlıkları ve gölgeleri mevcuttur. Buradan konuya yaklaştığımızda, insanlıkta amaç olgun ve kâmil insan olabilmek ise, kişiliğin olumsuz ve yıkıcı unsurlarından sıyrılma amacındaki bir insan, ham taşının gölgede kalan kısımlarını elden geldiğince çabuk yontmalı ve onu küp taş haline getirebilmek için çaba harcamalıdır.
Yazar Halit Yıldırım, Ankara-10 Şubat 2024
[1] Özdemir İnce -Aydın Nedir ve Kimdir? 06 Haziran 2021 Cumhuriyet Gazetesi