Benim Babam
Benim Babam (15 Ocak 1965)
Babamı yitirdik! Vasiyeti vardı, beni takım elbise giyinmiş uğurlayın! Öyle oldu!
Sakın ha, sakallı yanıma gelmeyin! Öyle oldu!
Sakın ha üzülmeyin, bir güzellikten, bir başka güzelliğe gidiyorum!
Üzülmemek mi? O mümkün mü, baba? Kendi deyişi ile “Hakka Yürüdü”.
Hadi uyan baba…
Tıraş takımların banyoda
Aynanın önünde durmakta
Hepsi bıraktığın yerde
Uzamıştır sakalların tıraş olsana
Hadi uyan baba!
Şehnaz Baykuş
Kurtuluş savaşının biz Türkler için önemini, ben ondan öğrendim! Cumhuriyetin aydın kafaya varmak olduğunu, ben ondan öğrendim!
Aydın kafanın, Evrende hiçbir şeyin ve varılan sonuçların mutlak ve değişmez olmadığını bilecek, hiçbir sonuca asla iman etmeyecek, her sonuç belki değişebilir diye düşünüp tekrar deneyecek kadar özgür ve engin düşünebilen bireyleri üretmek olduğunu ben ondan öğrendim!
Hukuk Fakültesini bitirdiğimi görmesini, ne kadar isterdim!
Ben Söylemiştim, “Bu Çocuk Olacak,” Diye.
Taş kömürü kullanılırdı, o yıllar… Aile başına 500 kilo… Kömür Tevzi Deposu’ndan, atlı arabalarla taşınırdı evlere…
Kim bilir hangi arabadan düşmüştü… Taş parçası gibiydi. Elimde, doğru eve koştum… Uzatıp, “Düşmüştü, anne”…
Sarılıp, öperken ağlıyordu annem, mırıldanarak, “Bu çocuk olacak…”
Yıllar içinde, beni iyi anlatmak istediklerinde, sokaktan bulup, koşarak getirdiğim kömür parçasından hep söz edildi, durdu!
Ve annem, babam bana inancını hiç yitirmedi, 3 senelik orta okulu, 8 senede bitirmeme rağmen! “Bu çocuk olacak.
Orta 2, üçüncü kez okunur mu?
“Aman, bir yabancı dil bilsin! Her dil, bir insan”! Sevgili Anne ve Babamın tutkusuydu, çocuklarını okutabilmek!
Babam memur ya… “Altın bilezik” derlerdi; Doktorluk, Eczacılık, Mühendislik, Avukatlık gibi serbest mesleklere!
Beni de, “Her dil, bir insan ya”, Saint Joseph Fransız Orta Okula yazdırdılar…
Ortaokul 2.ci sınıfta, 2 yıl üst üste kaldım. O tarihte “Belge almak” deniyordu.
Karnem elimde babamın işyerine gittim. Odasında bir iş arkadaşı daha vardı. Koridora çıktık ve ahşap merdivenin başında karnemi uzattım;
“Babacım tekrar kaldım, ben okumayı beceremiyorum. Beni bir simsarın yanına ver! Bak, Mükerrem enişte, simsar çıraklığından, yerleri süpürerek işe başlamış, bu gün en çok kazanan pamuk simsarı…“
“Bizim dükkânımız yok. Yatırımımız sizleri okutmak! Sen ayni sınıfta beş sene de kalsan, ben ölünceye kadar hep okuyacaksın!”
Babamın kitabında “Dövmek” bölümü hiç olmadı!
Belge aldığım derslerden değil, bütün derslerden sorumlu olarak orta ikiyi, üçüncü kez okutuldum! “Bu çocuk olacak…”
Annem, bir mantoyu 20 yıl giymiştir. Ağabeyimin küçülen ceketi ters yüz yapılır, bana giydirilirdi. Köselesi aşınmasın diye kabara çaktırılırdı ayakkabılarımızın altına.
Ağabeyim de, ben de İstanbul’da okutulduk. Babamın, dışarıda 10 kuruş olan bir fincan kahveyi, içmediğine eminim… Çocukları okusun.. Er olmasın.. İşi özgür olsun.. Sanki görevli gelmişlerdi dünyaya.. Öyle de oldu ve “sanki işleri bitti” diye göçtüler.
Artık, babamın hep kilitli tuttuğu başucu çekmecesi kilitlenmeyecekti.. İçindekileri döktük!
Bir telgraf uzattılar, bunu sen yollamışsın.. Saklamış…
İdare Hukuku sözlü sınavı öncesi, başaramayacağım korkusu içinde bunalmış ve o telgrafı çekmişim:
“Başarısızlığıma rağmen İstanbul’da okutmak ısrarınızla beni eziyorsunuz, stop. Artık başaramamak umurumda değil, stop. “Gene de başaramadım” dediğimde, yıkılmış haliniz gözümün önüne geliyor, stop. Bu bitiriyor beni, stop. Silindir gibi eziyor, stop. Bana bu kadar tasarrufa hakkınız yoktu, stop.”
Trajedi denince, bu telgrafı okuyan babam ve annem gelir gözümün önüne!
İki oğlum oldu, şükür Babalarına çekmediler… Affedin..
Sevgiler,
Yazar Av. Önder Limoncuoğlu