Beyniniz-Bir Zaman Makinesi!
“Saat için zaman ne ise beyin için zihin de odur.” Dava Sobel
“Varoluşu eksiksiz bir biçimde açıklamak adına çıktığımız yolda karşımıza çıkan engeller arasında ‘zamandan’ daha korkutucu bir belirsizlik yoktur. Zamanı açıklamak mı? Varoluşu açıklamadan mümkün değil. Varoluşu açıklamak mı? Zamanı açıklamadan mümkün değil. Zaman ve varoluş arasındaki derin ve gizli bağlantıyı gün yüzüne çıkarmak gelecek nesillerin bir görevi olacaktır.” John WHEELER
Beyin bir organdır ve Harvard’da görev yapan psikolog Steven Pinker’ın da işaret ettiği üzere zihin, beynin yaptıklarıdır. Ve beyin de tıpkı diğer canlı dokular gibi, doğal seleksiyon aracılığıyla evrimsel zaman boyunca çeşitli sorunların çözümü için tasarlanan birtakım donanımların ihtişamlı bir şekilde bir araya gelmesiyle oluşur. Yani “zihin” dediğimiz şey beynin gördüğü iştir. Beyin olmazsa, zihin de olmaz.
Aramızdan biri kalkıp beynin işlevini sadece 3 kelime ile akıl almaz bir şekilde özetlemeyi deneseydi bu kelimeler “geleceği tahmin etmek” olurdu. Beyin zamanı söylerken zamansal örüntüler oluşturur, geçmişi hatırlar ve kendimizi geleceğe zihinsel olarak yansıtmamız için gereken yeteneği bizlere bahşeder.
Akıl, ekmeğin üzerine sürülmüş tereyağına benzer, insan beyninde eşit dağılmaz! Bazı insanları akıllı, bazıların aptal sanırız, oysa her akıllının aptal, her aptalın akıllı davrandığı alanlar vardır. Aptallık entelektüel bir güvenlik açığıdır. Dikkatli olmalıyız! Tüm kazanımlarınız, oradan sızıp dökülebilir.
Ancak “akıl” ve “zekâ” kavramları sıklıkla karıştırılır. Burada basit bir ayrımı vurgulamak gerekirse:
Akıl: Mevcut tüm bilgi ve bulguları mantık ve tecrübe ile süzgeçten geçirip, işe yarar olanları ayırıp, birlikte güzelce pişirip, mümkün olan en iyi yemeği yapma becerisidir. Hayatta tek doğru yoktur ama akıl doğru olanı görmeye yarar.
Zekâ ise, problem çözme becerisidir. Beynin, odaklandığı problemi süratle analiz etmesi ve çözmesidir. Akıl olmazsa zekâ büyük bir süratle duvara da çarpabilir.
Bileklerimizde, akıllı telefonlarımızda, araçlarımızda, ev aletlerimizde, duvarlarda ve bilgisayarlarda olmak üzere saatler artık dört bir yanımızı sarmış durumda. Fakat görünen o ki, saatler etrafımızı sarmakla kalmıyor, aynı zamanda bedenlerimizin içine kadar da girmişlerdir. Nitekim, insanların ve diğer hayvanların beyinleri ve vücutları zamanı ölçebiliyor. Tek bir karaciğer hücresi bile saatin kaç olduğunu ifade edebiliyor.
Benjamin Franklin “Vakit nakittir” dediğinde aslında günlük yevmiyeleri kastetmişti: Potansiyel gelir açısından bakıldığında boş geçirilen bir gün kaybedilen paradan başka bir şey değildi. Vakit nakittir ifadesi günümüzde çok daha doğru bir hal almıştır. Borsa tacirleri büyük parasal kazançlar için milisaniyelik avantajlardan faydalanabilmektedir. Ve sadece televizyon izlemek gibi basit bir eylem bile bir tür zamansal-parasal işlemdir. İzleyiciler reklamları izlemek gibi aslında hiç yapmayacakları bir şey için zamanlarından feragat etmekte ve bunun karşılığında “ücretsiz” eğlence almaktadır (dolaylı satın alımlar için de para öderler). Söz konusu bazı İnternet tabanlı müzik ve video hizmetleri olduğunda verilen reklamlarla muhatap olmamak için para öder ve “daha fazla zamanı satın alabiliriz”.
Yukarıdaki açılımlardan anlaşılacağı gibi bugünkü paylaşım teması: BEYİN ve ZAMAN üzerine.
İster geniş vakitleri isterse sıkı sıkıya belirlenmiş saatleri kullanalım, hepimiz zamanın içerisinde yaşarız ve zaman her yönüyle hayatımızı kucaklar. Zaman, insanların hakkında en çok soru sorduğu, en merak edilen konuların başında gelmesine karşın halen birçok soru yanıtsız kalmaktadır. Ancak son dönemde sinirbilimde ve fizikte yaşanan ilerlemeler, zaman hakkında bildiklerimizi daha somut hale getirdi. Bu alanın en ünlü simalarından olan ve geçmişte beyin konusunda en çok satan kitaplardan birini yazmış olan sinirbilimci Dean BUONOMANO (Prof. Dr.), zamanla ilgili soruları (zamanın beynin bir fonksiyonu mu olduğu ya da doğada serbest halde bulunup bulunmadığı., zamanın beynimiz tarafından nasıl algılandığına vb.) yanıtlarken hem felsefi hem de bilimsel yönlerden beslenerek gündelik hayattan örneklere de başvurduğu ve ülkemizde Ocak 2019’da yayınlanan “BEYNİNİZ-Bir Zaman Makinesi–Your Brain is a Time Machine” adlı kitabını inceledim. Öne çıkan birkaç paragrafı sizlerle paylaşmak istedim:
* Beyin dediğimiz organ temelinde bir tahmin veya öngörü makinesi. Siz fark etseniz de etmeseniz de beyniniz birazdan neyin yaşanacağını anlık bir şekilde otomatik olarak tahmin etmeye çalışıyor. Gelecek birkaç saniyeyi öngören bu kısa vadeli tahminler tamamıyla otomatik ve bilinçsiz bir şekilde meydana geliyor. Bir lastik top masadan yere düştüğünde top daha yere düşmeden onu yakalamak için otomatik olarak harekete geçiyoruz ancak bir kek masadan düştüğünde aynı şeyi yapmıyoruz. Gözlerinizi kapayın ve dikkatinizi çevrenizdeki bir ses kaynağına yoğunlaştırın. Mesela bir ev aletinin çıkardığı sese. Sesin sağınızdan mı yoksa solunuzdan mı geldiğini rahatlıkla söyleyebilirsiniz. Peki beynimiz bu sesin hangi konumdan geldiğini nasıl anlayabiliyor? Cevap basit. Sol yanınızdan gelen bir sesin sağ kulağınıza ulaşması biraz daha uzun sürer. Kulaklar arası zaman gecikmeleri ses hızının ve kafanızın boyutunun bir sonucu.
* Dilbilimci ve eski bir misyoner olan Daniel Everett Piraha kabilesinin şimdiki zamanda sıkışıp kaldığına inanıyor halkı hiçbir şekilde erzak depolamıyor, sadece bir sonraki gün için plan yapıyor ve uzak gelecekten veya uzak geçmişten bahsetmiyorlar-görünüşe bakılırsa sadece şimdiki zamana odaklanmışlar. Everett ilk olarak söz konusu kabilenin dilini öğrenmiş, İncil’i bu kabilenin diline çevirmiş ve tüm kabileyi Hristiyan yapmıştır. Dillerini akıcı bir şekilde konuşabilmiş ancak misyonerlik doğrultusunda yürüttüğü çalışmalarda o kadar başarısız olmuştur ki sonunda kabile Everett’i ateist yapmıştır. Everett’e göre başarısızlığının sebebi kabile halkının doğrudan tecrübe etmediği veya başka insanlardan dinledikleri olaylara karşı ilgisiz ve şüpheci yaklaşması olmuştur. Evertt’in Hz. İsa ile herhangi bir tanışıklığı olmadığını fark ettiklerinde Hz. İsa’ya dair anlatılan hikayeleri dikkate almamışlardır. Kabile benzer bir şekilde geleceğe dair herhangi bir endişe duymamakta ve ölümden sonra herhangi bir hayatın olup olmadığına ilgi duymamaktadır.
* Ekvator çizgisi üzerinde bir saatlik zaman dilimi (15 derecelik bir boylam) yaklaşık 1600 kilometrelik bir uzaklığa denk geliyor. Dolayısıyla Los Angeles-Londra gibi sekiz zaman dilimini geçmenizi gerektiren bir seyahati 12 saatlik bir çevrimde tamamlayabilmeniz için saatteki ortalama hızınız 1000 km’den fazla olmalı. Bu hız, herhangi bir hayvanın koşarken, yüzerken veya uçarken ulaşabileceği hızdan çok daha fazla. İşte bu yüzden JET LAG eşi benzeri olmayan modern bir sorun. Bu, öyle bir sorun ki sadece uzun yoldan gelen turistlerin huysuz olmasından ve uluslararası bilimsel konferanslardaki akademisyenlerin bitkin düşmesinden sorumlu değil; aynı zamanda havayolu pilotlarının, ordu personelinin ve diplomatların yanlış kararlar vermesinden de sorumlu. Fakat tüm jet lag sorunları aynı değil. Doğuya doğru yapılan bir seyahate uyum sağlamak batıya doğru yapılan bir seyahate uyum sağlamaktan önemli ölçüde daha zordur. Doğuya doğru yapılan seyahat günlük saatimiz için bir faz ilerletmesi gerektirirken batıya doğru yapılan seyahat bir faz geciktirmesi gerektiriyor. Batı kıyısından doğu kıyısına seyahat etmek erkenden uyumaya benzerken doğudan batıya yapılan bir seyahat gece geç saatlere kadar uyanık kalmak gibi. Ve birçok insan için erkenden uyumak gece geç saatlere kadar uyanık kalmaktan daha zor. Sonuçta, doğuya doğru yapılan seyahatin sebep olduğu jet lag genellikle çok daha şiddetli olur çünkü henüz mekanik nedenleri tam olarak bilinmese de günlük saatler için faz ilerletmek geciktirmekten çok daha zor.
* 1988 yılında Veronique Le Guen, Fransa’daki bir mağarada yalnız başına 111 gün geçirdi ve mağaradan çıktığında sadece 42 gün geçirdiğini iddia etti! Yine 1989 yılında İtalyan bir iç mimar olan Stefania Follini, yerin 15 metre altındaki bir mağarada dört ay geçirdi. Dördüncü ayın sonuna yaklaştığında ise sadece iki ay geçirdiğinin ifade etti.
* Vücudumuzdaki çoğu hücre gibi üst kiyazmatik nöronlar da kafatasının derinliklerindeki dipsiz bir karanlıkta yaşıyorlar. Bu durumda sorulması gereken soru ise şu: üst kiyazmatik çekirdek nasıl oluyor da dışarıdaki zamanı, yani geceyi veya gündüzü doğru bir şekilde bilebiliyor? Kronobiyolojiye göre üst kiyazmatik çekirdek, zaman vericileri (zeitgeber) denilen harici unsurlar tarafından sürüklenmelidir. Elbette, bilinen en önem zaman vericisi güneş ışığıdır. Üst kiyazmatik çekirdeğin, sağ ve sol optik sinirlerin kesişim noktasında bulunması bir tesadüf değil. Bu konum, kafatası dışındaki ortamın karanlık mı yoksa aydınlık mı olduğuna dair ham veri elde etme açısından en uygun yer. Bu bilgi günlük saatin sürüklenmesine yardımcı olur ve bu sayede vücuttaki dahili ritimlerin dünyanın kendi ekseni etrafındaki dönüşüyle senkronize olduğundan eminin olunabiliyor. Fakat sürüklenme işlemi kolay bir işlem değil.
* Sürekli düzensiz şekilde çalışan bir saate sahip olmaktansa saatsiz yaşamak daha iyi olabilir mi? Şaşırtıcı bir şekilde bu sorunun cevabı; evet, olabilir. Fizyolojik fonksiyonları doğru bir şekilde zamanlayabilme ve güneşin doğuşunu ve yemek vakitlerini tahmin edebilme yeteneği çok değerli birer adaptasyon yeteneği. Ancak günlük saatimizin etrafımızdaki dünyanın çevrimiyle eş zamanlı hareket etmemesi o kadar ciddi sonuçlar doğuruyor ki saatsiz yaşamak çok daha iyi olurdu diyebiliriz. Uzak gelecekte insanlar belki de diğer gezegenleri kolonileştirecek. Ancak yaşama elverişli diğer gezegenlerin dönüş çevrimlerinin günlük saatlerimizle ortak bir noktada buluşma ihtimali son derece düşük olacak. Örneğin Mars kendi eksenindeki dönüşünü yaklaşık 24 saat 39 dakikada tamamlıyor ancak Merkür’deki bir gün, Dünyadaki 58 güne eşit. Dolayısıyla bahsettiğimiz günler geldiğinde kendi dahili saatlerimizle sürekli bir çatışma halinde olmamanın tek yolu belki de onları tümüyle kapatmak olacak.
* Öznel zaman algımızın da çok doğru olduğu söylenemez. Başında beklenen su asla kaynamaz veya eğlenirken zamanın nasıl geçtiğini fark etmezsin çünkü öznel zaman algımızı alt üst eden sayısız durum vardır. Örneğin bitmek bilmeyen çok sıkıcı bir dersi dinlemek veya uçağınız tamir edilirken bekleme salonunda vakit öldürmeye çalışmak zamanın durması (chronostasis) hissinin oluşmasına neden olabilir. Bu durumda zaman akmıyormuş gibi hissederiz. Buna karşın çok hoşumuza giden bir kitabı okurken, en sevdiğimiz hobiyi yaparken veya bilgisayar kodu yazmak için son derece karmaşık bir göreve tümüyle odaklanmışken zaman sanki buhar olup uçar. Bir andan başka bir ana sihirli bir şekilde geçeriz ve sanki bu arada hiçbir şey yaşanmamıştır.
* Bir çiviyi çakarken elinizdeki çekici yanlışlıkla parmağınıza vurduğunuzda acıyı siz hissedersiniz. Acı beyinde üretilen bir şey olmasına rağmen şaşırtıcı bir şekilde acıyı beynimizde değil, parmağımızın bulunduğu yerde hissederiz. Beden farkındalığının yanılsamaya sebep olan yapısı fantom ekstremite sendromunda da karşımıza çıkar. Bir sebepten herhangi bir uzuvları kesilmiş olan bazı insanlar, o kesilen uzuvlarını çoğumuz gibi gerçekçi bir şekilde hissetmeye devam ederler.
* Sahip olduğumuz zaman “duyusu”, görme veya duyma gibi gerçek bir duyu değildir. Bir zaman organımız yoktur. Gözlerimizde, kulaklarımızda, burnumuzda, dilimizde veya derimizde herhangi bir zaman alıcısı bulunmaz. Böyle bir alıcının varlığı da mümkün değildir çünkü zaman, ışık veya hava moleküllerindeki basınç değişimleri gibi fiziksel bir tabiata sahip değildir. Yine de beyin sadece zamanı ölçmekle kalmaz aynı zamanda onun akışını hissedebilir- hepimiz zamanın aktığını hissederiz. Fakat çok sayıda zamansal yanılsamanın varlığı bizlere şunu gösteriyor: zaman algımızın doğruluğu, nesnel saat zamanından büyük oranda farklılaşabilir ve bu yanılsamalardan çok fazla anlam çıkarabiliriz.
* Bir yetişkin olarak yeni bir dil öğrenmeye çalışan herkes genellikle öğrenilmek istenen dili konuşan insanların çok hızlı konuşmasından yakınır. Yabancı bir dil duymak hareket halindeki bir metronun içerisinden istasyondaki platform üzerinde dikilen insanların yüzlerini ayırt etmeye çalışmak gibidir. Beyin belirli bir yüze odaklanmakta zorluk çeker çünkü hepsi birbirine karışmıştır. Konuşmayı yavaşlatmak ise konuşulan dile yabancı olanların, fonem dizilerini bireysel sözcüklere dönüştürmesine yardımcı olur.
Bebekler ilk dillerini öğrenirken benzer güçlüklerle karşılaşırlar. Yetişkin insanların bebeklerle konuşurken konuşmalarını otomatik bir şekilde yavaşlatmasının ve fazlaca vurgulamasının sebebi de budur. Konuşma örüntülerimizdeki bu değişime bebek/ çocuk konuşması/dili (veya “annece”- “ebeveynce”) adı verilir.
Bebek konuşmasında genellikle ses perdesi yükselir, ünlü harfler uzatılır ve sözcükler arasındaki bekleme süresi artar. Örneğin, yapılan araştırmalara göre yetişkin insanlar kendi aralarında konuşurken ifadeler arasındaki bekleme süresi 700 milisaniye olurken söz konusu yetişkinler bebeklerle konuştuklarında bu süre bir saniyenin üzerine çıkar. Yapılan araştırmalar aynı zamanda beklerin yeni bir dil öğrenmeye çalışan yetişkinler gibi daha yavaş, vurgulu ve anne dili vezninde söylenen sözcükleri daha iyi ayırt edebildiğini de göstermiştir.
* Einstein tarafından ortaya atılan genel görelilik kuramına göre herhangi bir saat tarafından ölçülen zaman yerçekiminin kuvvetine tabidir. Dolayısıyla aynı atom saati bir GPS uydusuna monte edilerek uzaya fırlatıldığında daha hızlı çalışacaktır (GPS cihazının çalışabilmesi için bu etkinin hesaba katılması gerekir). Hatta eğer iki teknoloji harikası optik atom saatinden biri yere diğeri de bir masanın üzerine konursa her iki saatin gösterdiği zaman gittikçe birbirinden uzaklaşacaktır. O halde hangi saatin söylediği zaman doğrudur? Bu sorunun bizzat kendisinin hatalı olduğu açıktır.
* Zaman genişlemesini kanıtlamak adına gerçekleştirilmiş ilk deneylerden birinde, atom saatlerinden bazıları yolcu uçağına konulurken diğer atom saatleri yeryüzünde bırakılmış ve yolculuk boyunca her iki konumda bulunan atom saatlerinin gösterdiği zamanlar karşılaştırılmıştır. Uçağa yerleştirilen saatler doğu yönünde gerçekleştirilen yüzlerce saatlik uçuşu kayıt altına almıştır (dünyanın kendi eksenindeki dönüşünden dolayı deneyde uçuş yönü önemlidir).
Özel görelilik teorisi tarafından öngörüldüğü üzere uçak içerisinde seyahat eden atom saatleri, Washington’daki Birleşik Devletler Deniz Gözlemevi’nde bulunan atom saatlerine göre saniyenin on milyarlarca 1’i kadar geri kalmıştır. Bu ve diğer birçok deneyde zamanın mutlak olmadığı görülmüştür. Yani Newton yanılmıştır- saat zamanı, hiçbir harici unsura bakılmaksızın “eşit bir şekilde akmaz”.
* Zamanı söylemek tüm hayvanlarla paylaştığımız bir beceridir ancak insanlar olarak bizi eşsiz kılan şey geleceğe göz atıp onu ihtiyaçlarımıza göre şekillendirerek doğanın başına buyruk davranışlarının üstesinden gelebilmemizdir. Fakat zihinsel zaman yolculuğu hem bir armağan hem de bir lanettir. Atalarımız geleceğe göz attıklarında muhtemelen baş edebileceklerinden daha zor bir şeyle karşılaşmıştır: kaçınılmaz ölüm ile. Bu rahatsız edici kehanet atalarımızı belki de uzak bir geleceğe göz atmaya itmiş ve onlar da ölçüsüz bir zihinsel zaman yolculuğuna çıkarak ölümden sonra yaşamı tasavvur etmişlerdir.
“Boş zaman diye bir şey yoktur, boşa geçen zaman vardır.” Tagore
Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, Antalya, 13 Eylül 2023