Bir Yiğit Gurbete Gitse
Lise son sınıfta, bütün lise son sınıf talebeleri gibi bende Üniversite tahsilim için plan yapmıştım. Ailemin içinde çok doktor vardı, amcam doktordu, dayım doktordu, mühendis, doktor ve öğretmenler de vardı ailemde. Diplomat vardı, dekan vardı, Millet Vekili olan da vardı, çok ünlü bestekâr da vardı. Tabii onların başarıları yanında benimde bir meslekte iyi eğitim almam gerekmekteydi. O yıllarda üniversitelerin hepsinin ayrı giriş imtihanları yapılırdı. Bir İstanbul, bir Ankara koşup imtihana girdik. Hep tercihlerimde ilk sırada TIP Fakültesi olurdu. Sonrası sırada mühendislik gelirdi. Babamın ısrarı mühendis olmak yönünde idi. Hem de inşaat mühendisi olarak İstanbul Teknik Üniversite imtihanına girmemi istedi.
Girdim, ama aklımda hep tıp fakültesi ile doktor olmak gönlümde yatmaktaydı.
İlk sene Orta Doğu Üniversitesi Maden mühendisliği bölümünü kazanmıştım. Babam pek mutlu olmamıştı. Onun bütün ideali oğlunun İnşaat mühendisi olması idi. Olmadı, kısmet değilmiş. Maden Mühendisliği de bana göre değildi. Maceralı bir üniversite hayatımda Fizik bölümünde buldum kendimi. Çok önemli hocalardan ders aldım. Feza Gürsoy, Cahit Arf, Teo Grunberg ve Erdal İnönü’ den dersler aldım. Arada vatani görevimi de tamamlamış oldum. Bir ömrün en dinamik safhasında meşakkatli uğraşılar içinde okullarda geçirmekteydik. Kimi talebeler hayat çizgilerinin aile safhasını bile bu sıralarda çizerler.
Aile tesis etmek için eşlerine bile bu sıralarda rastlar, yuva hayallerini bu sıralarda kurarlar. İki göz odada çıtırdayarak yanan bir kömür sobasıyla ısınmayı düşlerler yuvalarında. ‘İki oda bakla sofa‘ tabiri ile sıcak yuva düşlerler hayatlarının bu dönemlerinde. Hani ben böyle düşler kurmadım diyemem. Her Üniversiteli gibi benimde hayallerim oldu.
İlkokuldan sonra gönderildiğim Kayseri Talas yatılı ortaokulda başlayan eğitim serüvenim için tatlı günler, acı günler içermekte. Ev hasreti çekmenin yanında yatılı okulda kimseye görünmeden ağladığımız bir kaya çıkıntısı, hayatımızın önemli kilometre taşlarından biriydi. Döktüğümüz gözyaşları, aslında ne acıdan ne bir başka nedenle olurdu. Sadece içimizdeki aile yuvası özleminin verdiği buruk sızının dışa vurması idi. Ağlardık sonra gözyaşlarımızı siler arkadaşlarımızın arasına geri dönerdik.
Kayseri etrafında çocuk yurtları da vardı. Zincidere ve Develi kazalarında yatılı okullarda bulunmaktaydı. Halen var mı bilmiyorum. Ancak Kayseri ve civarı tarih içinde birçok konuda önemli yer işgal eder. Osmanlı döneminin en büyük mimarı SİNAN Kayserinin AĞIRNAS köyünde doğar. Aslen Ermeni olan büyük usta Mimar, ömrü boyunca yaptığı eserlerini ayakta tutabilmek bile, bu günün teknolojisinde, iyi uğraşı ister.
Selçuklu döneminde, Gevher Nesibe Sultan adına yapılan Kayseri’deki şifahanede yüzlerce hasta iyileştirilmiş, önemli buluşlara imza atılmış. Bu şifahane bir örnek olarak alınıp, Anadolu’nun birçok yerine de benzer şifahaneler inşaa edilmiş. Sivas, Elazığ, Ayıntap, Konya, Tokat, Merzifon, Çorum ve Nevşehir gibi merkezler insanlara sağlık hizmeti vermiş.
1975 yılında Ekrem Karakaya Kayseri’nin Develi kazasında doğar. Tahsili boyunca doktor olmak ideali olur Dr. Ekrem’in. Doktorlukta ihtisasını Karabük Üniversitesi Eğitim ve Araştırma hastanesinde tamamlar. Konya şehir hastanesinde Kardiyoloji bölümünde mesleğini icra etmeye çalışır. Yunak İlçe Devlet hastanesinde güvenlik görevlisi olarak çalışan Mehmet Akçay’ın annesine anjiyo yaparak, tedavi uygulama sürecinde annesini kaybeden Mehmet Akçay, annesinin ölümünden Doktor Ekrem Karakaya’yı sorumlu tutmuş. Hastane içinde Değerli uzman Dr. Ekrem beyle girdiği tartışma neticesinde, doktorları ve sağlık personelini korumak için kendisine zimmetlenen silahla, değerli Uzman Doktor Ekrem Karakaya’yı vurup öldürmüş. Hemen peşinden RTÜK cinayet konusunda yayın yasağı koyarak, konuyu soğutmayı amaçlamış.
Güneş balçıkla sıvanmaz, gerçek herkes tarafından bir şekilde öğrenilir. Bunu baskı kullanarak önleyemezsiniz. Baskı kuranlara ucuz insan denir toplumda. Böyle davranışlar, II Abdülhamit döneminde, 1878 yılından başlayarak 30 yıl yaşandı Anadolu’da ve İstanbul’da. 1878’de (ANAYASA) Kanun-i Esas-i’yi askıya alan II Abdülhamit istibdat yönetimini tetikler. II Abdülhamit’in özel hafiyeleri aydınları jurnal ederdi saraya. Bu aydın insanlar da tutuklanırdı. Osmanlı Devletinde yayın yasağı vardı. Bu dönem, ‘İstibdat Dönemi’ olarak tarihe geçer. 1908 senesinde II Meşrutiyetin ilan edilmesine kadar sürmüştür. Padişah anayasayı yok hükmünde kılar ve ülkeyi kafasına göre idare eder. Önemli bir not düşeyim tarihe: Türkiye en son satın aldığı sondaj gemisinin ismine de II ABDULHAMİT adı verildi. İstibdat yönetiminin sembolü.
Bir ülkede yaşayan insanların temel hakkı olan ‘YAŞAMA HAKKI‘ nın nasıl korunacağını bilmeyenlerin, ülkeyi idare etmesinin zor olduğuna inanmaktayım. Ülkemizin temelini teşkil eden Kadınlarımızı ve hayatımızı emanet ettiğimiz Doktorlarımızı koruyamayan bir zihniyeti, lanet ederiz. Bu zihniyetin bizim ülkemizi nasıl koruyacağını düşünmekteyim diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Yazar Metin Atamer, Ankara, 8 Temmuz 2021