Çalınan Dikkat-Neden Odaklanamıyoruz?

Çalınan Dikkat-Neden Odaklanamıyoruz?

“Hayatınız, odaklandığınız ve odaklanmadığınız şeylerin yaratımıdır.” Winifred Gallagher

Finlandiya’da çocuklar yedi yaşından önce hiç okula gitmiyorlar-sadece oyun oynuyorlar. Yedi ile on altı yaş arasındaki çocuklar 9:00-14:00 saatleri arasında okulda oluyorlar. Hemen hiç ev ödevi verilmiyor, liseden mezun oluncaya kadar hemen hiç sınava girmiyorlar. Finlandiyalı çocukların hayatının merkezinde serbestçe oyun oynamak bulunuyor: Öğretmenlerin her kırk beş dakikalık ders için çocuklara on beş dakika oyun süresi tanıması yasal zorunluluk. Sonuç ne peki? Çocukların sadece %0,1’ine dikkat sorunları tanısı koyuluyor; Finlandiyalılar dünyanın en çok okuyan, sayısal becerisi ve mutluluk düzeyi en yüksek insanları arasındalar.

Bugünkü tema: Odaklanma ve dikkat eksikliği…

Facebook’ta iki tane zaman akışı hayal edin. Biri sakin ve mutlu hissetmenizi sağlayacak güncellemeler, haberler ve videolarla dolu olsun. Diğeri ise kızgın ve sarsılmış hissetmenizi sağlayacak güncellemeler, haberler ve videolarla. Algoritma bunlardan hangisini seçer? Algoritmanın sakin ya da kızgın olmanız konusunda bir tercihi yok. Derdi bu değil. Tek bir derdi var: Kaydırmaya devam edecek misiniz?

Ama insan davranışında bir tuhaflık var maalesef. Olumlu ve sakinleştirici şeylere kıyasla olumsuz ve sarsıcı şeylere ortalama olarak daha fazla bakıyoruz. Bir araba kazasına yol kenarında çiçek dağıtan birine baktığımızdan daha uzun süre bakarız, o çiçekler kazada ezilmiş cesetlere kıyasla bize daha çok haz verecek olsa dahi. Bilim insanları uzun süredir farklı bağlamlarda bu etkinin varlığını kanıtlıyorlar-bize içinde bir kısmının mutlu, bir kısmının kızgın olduğu kalabalık bir grubun fotoğrafı gösterildiğinde içgüdüsel olarak önce kızgın suratları seçeriz genelde… On haftalık bebekler dahi kızgın suratlara farklı yanıt verirler. Psikolojide yıllardır bilinen ve geniş kanıtlara dayanan bir gerçek bu. “Ölümsüzlük yanlılığı” diye biliniyor.

New York Üniversitesi’nde gerçekleştirilen geniş katılımlı bir çalışmaya göre, tweet’lerinize 

eklediğiniz her ahlaki infial sözcüğüyle birlikte retweet’lenme oranınız ortalama %20 artıyor, bu oranı en çok artıran sözcükler ise “saldırı”, “kötü” ve “suç(lamak)”.

Yine bu konuda Pew Araştırma Merkezi tarafından gerçekleştirilen bir çalışmaya göre de Facebook paylaşımlarınızda “bir fikre katılmadığınıza dair içerleme dolu bir mesaj” 

olduğunda aldığınız beğeni ve paylaşımları sayısı iki katına çıkıyor. Dolayısıyla sizi ekran başına mıhlamaya öncelik edinen bir algoritma-kasten değil ama kaçınılmaz olarak sizde infial ve öfke uyandırmayı öncelik ediniyor. Ne kadar infial uyandırırsa, sizi o kadar meşgul ediyor zira. Yeterli sayıda insan yeterli ölçüde zamanı sinirlenerek geçirdiğinde kültür değişmeye başlıyor. Yani, bir bakıma nefret bir alışkanlık haline geliyor”. Bunun toplumumuzun iliklerine kadar işlediğini kolayca görebiliyoruz.

Bu bağlamda, günümüzde neredeyse her birimiz Odaklanma ve Dikkat” sorununu sıklıkla konuşmakta ve de her geçen gün bununla daha çok karşılaşmaktayız. Bu konu hakkında kitaplar yazılarak, tavsiyeler verilmekte olmasına karşın, bu sorun genelde hep bireyde aranmakta ve kişinin kendi düzeltmesi gereken bir problem gibi anlatılmakta… Peki büyük bir şeyi kaçırıyor olabilir miyiz? Ya sorun sadece bireyde değil de toplumun bütünündeyse ve biz asıl “toplum olarak” odaklanamadığımızın farkında değilsek?

İşte bu sorunu özünü inceleyen Johann Hari’nin, ülkemizde altı ay içinde yedinci baskısı yapılan “ÇALINAN DİKKAT-Neden Odaklanamıyoruz? Why You Can’t Pay Attention” adlı eserini sizler için okuyup inceledim. Çok değişik konularda çalışma yapacaklara çekici bir referans kitabı olarak salık verir ve koşullarınız oluşunca da kitabı bizzat okumanızı öneririm.

Kitabın tanıtım yazısından bir bölüm:

“Twitter’da dolanıyordum. Yine her zaman olduğu gibi videolarda insanların feveranlarını izliyor, öfkeli yazılarını okuyordum. O gün, birkaç hocam belli saat aralıklarıyla aynı kitabı paylaşıp mutlaka okunması gerektiğini söyledi. İlgimi çekti. Nedir acaba, derken odaklanma sorunuyla ilgili bir kitap olduğunu gördüm. Kendim de dikkat dağınıklığından şikayetçi olduğum için merak ettim ama yazarın çok enteresan bir şey söyleyeceğini de düşünmedim. Biraz araştırma yaptığımda ise yazarın odaklanma meselesine çok farklı bir bakış açısıyla yaklaştığını ve bu konuya dair derin bilgiler edindiğini ayrıca pek çok uzmanla görüşme yaptığını öğrendim. ‘Kendi hayatımda Twitter’da -takipçi sayısı ve retweet’ler bakımından–en başarılı olduğum zamanların insan olarak en işe yaramaz olduğum zamanlara karşılık geldiğini fark ettim: Dikkat eksikliği çektiğim, basite kaçtığım, iğneleyici olduğum zamanlardı bunlar’.”

Ben de yukarıda önerilen bu okunası kitabı, bir roman akıcılığıyla iki günde bitirdim ancak beş günde özetini çıkarabildim. Öne çıkan ilginç paragraflardan bazılarını aşağıya aktardım.  

* Ortalama bir Amerikalı üniversite öğrencisinin herhangi bir şeye ne sıklıkta dikkatini verdiğini araştıran ufak bir çalışmada, öğrencilerin bilgisayarlarına izleme yazılımları yerleştirilmiş ve olağan bir günde ne yaptıkları gözlemlenmiş. Öğrencilerin ortalama altmış beş saniyede bir meşgul oldukları şeyden başka bir şeye geçtikleri ortaya çıkmış. Tek bir şeye odaklanarak geçirdikleri sürenin medyanı on dokuz saniye çıkmış.

* Gün boyunca beynimizde adenozin adında bir kimyasal birikiyor ve uykumuz geldiğinde bize haber veriyor. Kafein ise adenozin düzeyini algılayan reseptörü bloke ediyor. “Benzin göstergesinin üstünü kapatmaya benzetiyorum ben bunu. Kendimize daha çok enerji veriyor değiliz-ne kadar boşaldığımızın farkına varmıyoruz sadece. Kafeinin etkisi geçtiğinde de iki kat yorulmuş oluyoruz.” Ne kadar az uyursanız dünya da o ölçüde bulanıklaşıyor her bakımdan-anlık odaklanma beceriniz, derinlemesine düşünüp bağlantılar kurma beceriniz ve hafızanız bakımından zorlamalar ortaya çıkıyor.

“Batı toplumunda bir miktar DEHB-(Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) var, çünkü hepimiz uyku eksikliği çekiyoruz…Büyük bir mesele bu. Ve bizim için sonuçları var. Hepimiz telaş içindeyiz, fevri davranıyoruz, trafikte çabuk sinirleniyoruz. Nereye baksanız bunu görüyorsunuz…Laboratuvarlarda incelenip kanıtlanmış bir şey bu: Siz açık seçik düşündüğünüzü sanıyorsunuz, ama öyle değil aslında. Kafanız olabileceğinden çok daha bulanık. Daha iyi uyuduğumuzda bir sürü sorun -huysuzluk, obezite, konsantrasyon sorunları-hafifliyor…Epey bir hasarı onarıyor uyku.” Uykuya daldığınızda beyninizde ve vücudunuzda bir sürü faaliyet meydana geliyor- düzgün çalışmanız ve odaklanmanız için elzem faaliyetler bunlar. Örneğin uyku esnasında beyniniz gün içinde biriken atıktan arındırıyor kendini. “Yavaş dalga uykusu esnasında daha fazla açılan beyin-omurilik sıvısı kanalları yoluyla beynimizdeki metabolik atık temizleniyor,” diyor Roxanne. Her gece uykuya daldığınızda beyniniz suya benzer bir sıvıyla durulanıyor. Bu beyin-omurilik sıvısı beynin tamamına yayılıyor, toksik proteinleri söküp dışarı atılmak üzere karaciğerinize taşıyor.

* Dale Pinnock Britanya’nın en tanınmış beslenme uzmanlarından biri; Londra’da birlikte yemeğe oturduğumuzda menüdeki ağız sulandıran hamburgerlere bakmamaya çalışıp sırf onu etkilemek için tofu ve sebze söyledim. Bu kadar çok insanın odaklanmak konusunda neden sıkıntı yaşadığını anlamak için şöyle düşünebileceğimi söyledi: “Araba motoruna şampuan koyarsan arıza yaptığında şaşırmazsın.” Oysa Batı dünyasında her gün vücudumuza “insan için yakıt olmaktan çok uzak” maddeler koyuyoruz. Dikkatin dağılmaması vücudunuzun belli şeyler yapabilmesini gerektiren fiziksel bir süreç, diyor Dale. Vücudunuzu-ihtiyaç duyduğu besinlerden yoksun bırakarak ya da kirletici maddelerle doldurarak- bozduğunuzda dikkat beceriniz de bozuluyor.

“Tek başına bir kruvasan yediğinizde kan şekerinizde sıçrama oluyor tabii, ama kahveyle birlikte yediğinizde sıçrama iyice artıyor ve daha da sert bir çakılma yaşıyorsunuz.” Bu sıçrama ve Çakılmalar gün boyunca devam ediyor, bitkinlikten uzun süreli odaklanamaz hale geliyoruz. Tüm bunlar -metaforu biraz değiştirirsek- “mini otomobile roket yakıtı koymak gibi,” diyor Dale. “Çabucak yanıp bozulur araba-yakıtı kaldıramaz çünkü. Ama kendisi için uygun yakıtı koyduğunuzda gayet güzel çalışır.”

* Yazar James Baldwin-benim gözümde yirminci yüzyılın en büyük yazarı-şöyle diyor: “Yüzleştiğiniz her şeyi değiştiremezsiniz, ama yüzleşmeden hiçbir şeyi değiştiremezsiniz.”  İnsan elinden çıkma bir kriz bu, yine kendi ellerimizle çözülmesi mümkün.

* 1950’lere kıyasla ciddi ölçüde daha hızlı konuşuyor insanlar ve sadece yirmi yıl içinde şehirlerdeki yürüme hızında %10’luk artış olmuş. Bu hızlanma bize kutlanacak bir şey olarak sunuluyor genellikle-ilk BlackBerry’nin reklam sloganı, “Yapılmaya değerse daha hızlı yapmaya değer” idi. Google çalışanları arasında şirketin gayri resmi parolası da: “Hızlı olmayan hapı yutar.”

* Profesör Earl Miller Sinirbilim alanında dünyanın önemli ödüllerinden bazılarını kazanmış olan, en yeni teknolojilerle yürütülen beyin araştırmacı. Onunla Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’ndeki (MIT) ofisinde görüştüm. “Her insanın anlaması gereken hayati bir gerçek var,” dedi Earl, açıklayacağı diğer her şey de buna dayanıyordu. Zihnimizde “beyin [aynı anda] sadece bir veya iki düşünce üretebiliyor”. O kadar. “Tek bir şeye odaklanabiliyoruz. Bilişsel kapasitemiz çok sınırlı.” Bu durum “beynin temel yapısından kaynaklanıyor” ve hiç değişmeyecek. Ama bunu kabullenmek yerine bir mit icat etmişiz, dedi Earl. Üç, beş, on şeyi aynı anda düşünmenin mümkün olduğunu sanıyoruz. Öyleymiş gibi yapacağız diye, aslında insanlar için düşünülmemiş olan bir terimi kendimize yormuşuz. Bilgisayar bilimciler 1960’larda birden fazla işlemcisi olan, yani iki (veya daha fazla) şeyi sahiden aynı anda yapabilen makineler icat etmiş, bu makine gücüne de “çoklu görev” (multitasking) adını vermişlerdi.

* Mihaly Csikszentmihalyi (Prof. Dr.), bu faaliyetler birbirinden çok farklı olsa da insanların kendilerini nasıl hissettiklerine dair söylediklerinde çarpıcı benzerlikler olduğunu fark etmiş. Tekrar tekrar karşısına çıkan bir sözcük varmış. “Kendimi akışa bırakıyorum,” gibi şeyler söyleyip duruyormuş bu insanlar. Kaya tırmanışı yapan biri ona daha sonra şunları söylemiş: “Kaya tırmanışının albenisi tırmanışta yatıyor; bir kayanın tepesine ulaşıp seviniyorsunuz ama aslında tırmanış hiç bitmesin istiyorsunuz. Tırmanışın gerekçesi tırmanış, şiirin gerekçesinin yazmak olması gibi tıpkı. Olsa olsa kendi içinizdeki bir şeyleri fethediyorsunuz…Yazma edimi şiirin gerekçesini oluşturuyor. Tırmanış da aynı: bir akış olduğunuzun farkına varmak. Akışın amacı akışı devam ettirmek; bir doruk veya ütopya aramak değil akışın içinde kalmak. Yukarı çıkmak değil devamlı akış halinde olmak; akışa devam etmek için yukarı çıkıyorsunuz.”

Mihaly[1] bu insanların daha önce bilim insanları tarafından incelenmemiş temel bir içgüdüyü tarif ediyor olabileceğini düşünmeye başlamış ve buna akış hali adını vermiş: yaptığınız şeye kendinizi kaptırıp benlik hissini tamamen kaybettiğiniz, zamanın ortadan kaybolur gibi olduğu, deneyimin kendisine aktığınız zamanlar. Mihaly insanlara akış halinin ne olduğunu açıklayıp daha önce böyle bir şey yaşayıp yaşamadıklarını sormaya başladığında, yüzde 85’i bu şekilde hissettikleri en az bir zaman ayırt edip hatırlamış ve çoğunlukla bu tür anların hayatlarının en akılda kalıcı anları olduğunu söylemiştir. İster beyin ameliyatı yaparken ister gitar tıngırdatırken, isterse leziz çörekler pişirirken ortaya çıksın, akış halini hayretler içinde anlatmış hepsi.

* Aslına bakılırsa, on dokuz saat aralıksız uyanık kaldığınızda bilişsel yetileriniz sarhoş olmuşsunuz gibi azalır; odaklanamaz, net düşünemez hale gelirsiniz. Bir gece boyunca uyanık tutulup ertesi gün ayakta kalmaya devam eden deneklerin bir şeye yanıt vermesi çeyrek saniye yerine dört, beş, altı saniye sürüyormuş. “Hayret vericiydi,” diyor Charles Czeisler (Uyku sorunları üzerine çalışan ünlü bir akademisyen). Charles meraklanmış. Neden böyle olduğunu sorgulamış. Uyku üstüne çalışmaya başlamış ve sonraki kırk yıl içinde yaptığı önemli keşiflerle bu konuda dünyanın önde gelen isimlerinden biri olmuş. Şu an Boston’daki büyük bir hastanenin uyku sorunları birinin başında bulunmanın yanı sıra Harvard Tıp Fakültesi’nde ders veriyor. Boston Red Sox takımından ABD Gizli Servisi’ne varıncaya değin herkese danışmanlık yapıyor.

* İnsanların bir şeye -ekranda değişen bir fotoğrafa ya da fırlatılan bir topa- ne kadar zamanda tepki verdiklerini ölçebiliyorsunuz. “Tepki zamanı en düşük olanlarını uyku uyuyanlar olduğunu” ve ne kadar az uyursanız o kadar az görüp tepki verdiğinizi göstermiş onlara Roxanne. “Dinlenmiş olduğumuzda daha verimli olduğumuzun, bir şeyleri daha az zamanda yaptığımızın” pek çok göstergesinden biri bu. “Ödev yaparken sırf uyanık kalacağım diye beş-altı ekran veya sekme açmak gerekmez.”

Roxanne, on sekiz saat uyanık kaldığınız takdirde-yani sabah 6’da uyanıp gece yansı uykuya daldığınızda- gün sonunda kanınızda %0,05 oranında alkol varmış gibi tepki vermeye başladığınızı gösterdi bana. “Üç saat daha ayakta kaldığımızda, yasalarda tanımlanmış sarhoşlukla aynı düzeye geliyoruz,” diyor Roxanne.

Charles da şöyle açıklıyor: “Pek çok insan ‘Bütün gece ayakta kalıyor değilim ki, bir şey olmaz bana’ diye düşünüyor, oysa uykumuzdan her gece birkaç saat eksildiğinde, bu her gece böyle devam ettiğinde, bir-iki hafta içinde performansımız bütün gece ayakta kalmışız gibi düşmeye başlıyor. İki gece uyumayınca herkes darmadağın olur-ama aynı noktaya birkaç hafta boyunca her gece dört-beş saat uyuyarak da gelebiliriz.” Charles bunları söylerken %40’ımızm bu eşikte yaşadığını hatırladım. “İyi uyumadığımızda vücudumuz bunu bir acil durum olarak yorumluyor,” diyor Roxanne.

* Uyku uzmanlarının hepsi telefonlarımızla ilişkimizin de değişmesi gerektiğini söylüyorlar. Roxanne telefonlarımızın birçoğumuz için “bebeğimiz gibi” olduğunu belirtiyor. “Taze ebeveynler olarak da bu varlık için tetikte olmamız gerektiğini hissediyoruz. Ona dikkat etmemiz gerektiği için pek derin uyumuyoruz. Çağrı bekleyen itfaiyeciler gibiyiz.” Bir şey oldu mu acaba diye gerginlik içindeyiz sürekli. Telefonunuzu geceleri başka bir odada, görüp duyamayacağınız bir yerde şarja bırakmanız gerektiğini söylüyor Roxanne. Dahası yatak odanızın uygun sıcaklıkta-serin, neredeyse soğuk- olması gerekiyor. Çünkü uykuya dalmanız için vücudunuzun çekirdeğinin soğuması gerekiyor; sıcaklık yüksek olduğunda bu soğuma daha uzun sürüyor.

* Nathan: On dokuzuncu yüzyılda Fransız matematikçi Henri Poincare en zorlu matematik problemlerinden biriyle boğuşuyormuş; uzun süre spot ışığını problemin ince ayrıntılarına doğrultmuş, ama bir yere varamamış. Sonra bir gün seyahate çıktığında otobüse binerken çözüm aklına gelivermiş. Ancak spot ışığını kapatıp da zihninin kendi başına gezinmesine izin verdiğinde parçaları bir araya getirip problemi çözebilmiş. Nitekim bilim ve mühendislik tarihine dönüp baktığınızda pek çok önemli ilerlemenin odaklanma dönemlerinde değil, zihin gezinmesi esnasında kaydedildiğini görüyorsunuz. “Yaratıcılık beynimizin içinden yeni bir şeyin çıkması değil,” diyor Nathan, “halihazırda orada olan iki şey arasında yeni bir bağlantı kurulması”. Zihin gezinmesi “daha geniş düşünce dizilerinin açığa çıkmasını, bu da daha çok bağlantının kurulmasını sağlıyor”.

* Facebook’a daha çok para kazandırıyor; ekranı her kapattığınızda ise para kaybediyorlar. Facebook’ta, Snapchat’te, Twitter’da her mesaj gönderdiğinizde ya da durum güncellemesi yaptığınızda, Google’da yaptığınız her aramada söylediğiniz her şey taranıyor, tasnif ediliyor ve depolanıyor. Bu şirketler sizi hedef almak isteyen reklamcılara satmak üzere profilinizi çıkarıyorlar. Örneğin 2014’ten bu yana, Gmail kullandığınızda Google’ın otomatik sistemleri tüm özel yazışmalarınızı tarayıp size özgü bir “reklam profili” oluşturuyor.

* Dünyanın önde gelen anket şirketlerinden YouGov’u dikkat konusunda (bildiğim kadarıyla) ilk bilimsel kamuoyu araştırmasını ABD ve Britanya’da gerçekleştirmekle görevlendirdik. Araştırmada dikkatlerinin zayıfladığını hisseden insanlar belirlendikten sonra onlara neden böyle düşündükleri soruldu. On seçenek arasından kendilerine uygun olduğunu düşündükleri tüm seçenekleri işaretlemeleri söylendi. İnsanların sorunlarının bir numaralı nedeni olarak gösterdikleri unsur telefonları değildi. %48’i stres demişti. İki numaralı neden çocuk sahibi olmak ya da yaşlanmak gibi hayat şartlarında meydana gelen değişimlerdi ve yine %48’i tarafından seçilmişti. %43’lük oranla üç numaralı sorun uyumakta zorlanmak ya da kötü uyumaktı. Telefonlar yüzde 37 ile dördüncü sıradaydı.

* Çocukların okulda vakit geçirme tarzları da ciddi ölçüde değişti. ABD ve İngiltere’deki okul sistemleri siyasetçiler tarafından yeniden tasarlandı; öğretmenler zamanlarının çoğunu çocukları testlere hazırlayarak geçirmek zorunda kalıyorlar artık. ABD’de ilkokulların sadece %73’ünde teneffüs denebilecek bir şey var. Serbestçe oyun oynamak ve çevreyi incelemek kaybolup gitmiş durumda. Bunu gösteren kanıtların sayısı o kadar fazla ki bu bulgular “kesin” kabul edilmeli, diyor Joel. Kanıtlar bundan daha net olamaz: Çocukların etrafta koşturmaya dönük doğal arzularının önüne geçildiğinde, dikkat becerileri ve beyinlerinin genel sağlığı zarar görüyor. Çocukların en önemli-hayatları boyunca ihtiyaç duyacakları-becerileri aslında oyun oynarken kazandıklarını öğrenmiş onlardan. Birlikte serbestçe oyun oynarken hangi becerileri ediniyor o çocuklar? Öncelikle çocukken başka çocukların yanında kendi başınıza olduğunuzda “Bir şeyler yapmayı öğreniyorsunuz,” diyor Lenore.

* 2004 yılında gerçekleştirilen bir çalışmada da, yirmi yıl öncesine kıyasla Amerikalı çocukların derslerine haftada 7 5 saat daha fazla zaman harcadığı ortaya çıkmış. Okullarda oyuna yer vermemenin “büyük bir hata” olduğunu söylüyor Isabel. “Onlara önce şunu sormak isterim: Amaçları ne? Ne elde etmeye çalışıyorlar?” Çocukların öğrenmesini istiyorlar tahminen. “Bu insanların nereden akıl aldığını anlamıyorum, çünkü kanıtlar tam tersine işaret ediyor: oyun yoluyla öğrenme fırsatı bulduğumuzda beynimizin daha esnek, daha yaratıcı olduğuna. Öğrenmenin başlıca yolu oyun. Oyun oynarken öğrenmeyi öğreniyorsunuz. Hem enformasyonun değişip durduğu bir dünyada kafanızı niye enformasyonla doldurmak isteyesiniz ki? Dünyanın yirmi yıl sonra ne halde olacağını hiç bilmiyoruz. Uyum sağlayabilen, bağlamı değerlendirebilen, eleştirel düşünebilen beyinler yaratmak: istiyor olmalıyız. Tüm bunlar oyun yoluyla gelişiyor. Çok yanlış o yüzden, akıl alır gibi değil.”

* Son tahlilde, Silikon Vadisi’nin kontrolü altında bizi bekleyen, bağlantı ya da en azından bir bağlantı hologramı sunan ekranlarımıza iyice gömüldük. Gömüldükçe dikkat becerimiz daha da kötüye gider gibi oldu. 2020 Nisanı’nda ABD’de ortalama bir vatandaş günde on üç saati ekrana bakarak geçirdi. Günde altı saatten uzun süre ekranlara bakan çocuk sayısı altı katına fırladı, çocukların kullandığı uygulamalarda trafik üç katına çıktı.

Halihazırda savrulduğumuz geleceğin bir ön izlemesini sundu bu bakımdan Covid. Yirmi yıldır gelecek hakkında isabetli pek çok öngörüde bulunmuş bir siyaset yazarı olan arkadaşım Naomi Klein bana şöyle dedi: “İlişkilerimizin her birine platformların ve ekranların aracılık ettiği bir dünyaya doğru savruluyorduk yavaş yavaş; Covid bu sürecin aşırı hızlanmasına yol açtı.”

Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, Ankara, 13 Ocak 2024

[1] Mihaly Csikszentmihalyi (Prof. Dr.)-Akış: Mutluluk Bilimi 

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir