Canlı Devre – Durmaksızın Değişen Beynim İçyüzü…

Canlı Devre – Durmaksızın Değişen Beynim İçyüzü…

“Anılar yaşamı güzelleştirir ama yaşamı çekilir kılan, yalnızca unutmaktır.” Balzac

Günümüz yapay zekâ çağında, kazanan, artık en konuşkan ya da ikna edici kişi değil, telefonunu en büyük hızla çıkarıp sorulan soruyu anında “google’layan” kişidir.

Şimdilerde, yanıtını buluverdiğimiz bir sorudan diğerine geçtiğimiz tartışmalar artık daha hızlı ilerliyor. Hatta kendi kendimize kaldığımız zamanlarda bile bir Wikipedia sayfasına girdiğimizde, sonu olmayan bir öğrenme zincirinde buluyoruz kendimizi. Bir bağlantıdan diğerine, sonra diğerine atlıyor ve altı atlayış sonrasında bir bakıyoruz ki bilmediğimizin farkında bile olmadığımız şeyler öğrenmekteyiz. Bu durumun yarattığı büyük avantaj, basit bir gerçekten kaynaklanıyor aslında: beynimizde çakan bütün yeni fikirlerin, daha önce öğrenilmiş girdilerin bir karışımından doğuyor olması ve günümüzde, her zaman olageldiğinden çok daha fazla girdi almamızdır.

Çinlilerin şöyle bir deyişi vardır: “Bir bilgeyle geçirilecek bir saat, bin kitaptan fazlasına değer.” Bu kavrayış, internetin sunduklarının eskilerdeki karşılığıdır aslında: Öğrenmekte olan kişi, öğrenme sürecini bilfiil yönlendirdiğinde (bilge kişiye, yanıtını bulmaya çalıştığı soruyu olduğu gibi sorarak), anlamlılık ve ödül molekülleri de ortamda belirecek, beynin yeniden yapılanmasına izin verecektir. İlgisiz bir öğrencinin üzerine olguları yığmanın, taştan bir duvarda delik açmak için çakıl fırlatmak ya da Fred Williams’a tenisi özümsetmeye çalışmaktan farkı yoktur.

Ünlü nörobilimci David M. Eagleman, son yapıtı olan ve ülkemizde Temmuz 2021’de yayınlanan “Canlı Devre – Durmaksızın Değişen Beynim İçyüzü” adlı kitabının son bölümünü şöyle bağlamakta:

Hatırlıyorum da 1985’te “We Are the World” adında bir şarkı çıkmıştı. Afrika’daki yoksul çocuklar için para toplamak amacıyla yazılan şarkı, düzinelerce tanınmış müzisyenin katılımıyla kaydedilmişti. Şarkının teması, herkesin mutluluk ve refahı için her birimize sorumluluk düştüğü şeklindeydi. Şarkıya şimdi dönüp baktığımda, bir nörobilimci olarak ister istemez başka bir anlam daha çıkıyor benim için. Yaşamımız süresince, genellikle hep bir ben ve bir de dünya olduğunu düşünerek yol alırız. Ama bu kitapta gördüğümüz gibi, kim olduğumuz, etkileşim kurmuş olduğumuz her şeyin bir sonucudur: Çevremizin, deneyimlerimizin, dostlarımızın, düşmanlarımızın, kültürümüzün, inanç sistemimizin, yaşadığımız dönemin… hepsinin birden. “Kendi kendinin efendisi olmak” veya “bağımsız düşünür” gibi ifadelere prim versek de aslında kendimizi içine gömülü olduğumuz zengin ortamdan ayırmamıza olanak yoktur. Dış dünyanız olmadan, siz de yoksunuzdur. İnançlarınız, benimsediğiniz dogmalar ve tutkularınız, bu dış tarafından biçimlendirilir: dıştan içe; tıpkı mermerden beliren bir heykel gibi. Canlı devrelerimiz sayesinde, her birimiz dünyanın ta kendisiyizdir aslında.

Bir başucu kitabı gibi okunmayı hak eden bu eseri sizlerle paylaşmak için derledim. Okuma safhasında eserde aşağıdaki şu çarpıcı sorulara da yanıt alacağınızı vurgulamak isterim:

  • Madde yoksunluğu ile kırık bir kalbin ortak yönü ne?
  • Anıların düşmanı neden zaman değil de başka anılar?
  • Kolsuz bir insan nasıl dünyanın en iyi okçusu olabiliyor?
  • Geceleri neden rüya görürüz ve bunun gezegenimizin dönüşüyle ne ilgisi var?
  • Kör bir insan diliyle görmeyi, sağır bir insan derisiyle işitmeyi nasıl öğrenebilir?

Zaman sınırlaması nedeniyle kitabı okuyamayanlar için de öne çıkan birkaç paragrafı da dikkatlerinize sunuyorum.

* Bir şeyde başarı göstermek, kapıyı başka şeylerin üzerine kapamak anlamına gelir. Yalnızca tek bir hayata sahip olduğunuzdan, kendinizi adadığınız şey, sizi belirli yollarda yürümeye itecek, diğerleri sizin için sonsuza kadar yürünmemiş yollar olarak kalacaktır. İşte tam da bu nedenle, bu kitaba filozof Martin Heidegger’e ait, en sevdiğim alıntılardan biriyle başladım: “Her insan birçok kişi olarak doğar, bir kişi olarak ölür.”

* Doğa, yeni bir vücut planını her denemek istediğinde beynin genetiğini yeniden yazmak zorunda değildir. Yapacağı tek şey, beynin kendini ayarlamasına izin vermektir. Bu ise şu noktayı vurgular: Beyin bir dijital bilgisayardan çok farklıdır.

*Kurt ile Mars Kâşifi: Düşünün ki bacağı kapana sıkışan bir kurt, bacağını kemirir ve yoluna topallayarak da olsa devam eder. Bunu bir de Mars keşif aracı Spirit’te olanlarla karşılaştırın. Araç kızıl gezegenin yüzeyine 4 Ocak 2004’te indikten sonra, yüzeyde yıllarca başarıyla gezindi. Ancak 2009’un sonlarında, ağırlığı iki yüz kiloya yaklaşan araç toprağa saplanıp kaldı. Kıpırdayamamasının bir nedeni, sağ tekerleğinin artık çalışamamasıydı. Mars topraklarında öylece kalakalan Spirit’in güneş panelleri, güneşe yönlenemez olmuştu. Araç sonunda gücünü kaybetti ve kış süresince onarılmaz hasarlar aldı. 22 Mart 2010’da Dünya’ya son şarkısını ışınlayarak kapandı.

Kapana kısılmış kurt, kendi bacağını kemirerek kurtulur. Beyni bu sıra dışı vücut planına uyum sağlar çünkü kendisini yeniden emniyete alması, ödül sistemleri için anlam taşır. Kurdun yiyeceğe, barınağa ve sürünün desteğine ihtiyacı vardır. Dolayısıyla beyin onu o noktaya taşıyacak bir çözümü ne yapıp edip bulacaktır. Keşif aracı ile kurt arasındaki bu fark, bilgi ile amacı olan bilgi arasındaki farka karşılık gelir. Kapana kısılmış kurt, Spirit’ten farklı olarak azimle yönelir hedefe. Hedef ise tehlikeden kaçıp güvenle sığınabileceği bir yer bulmaktır.

*Körlerin müzikte yıldızlaşmalarının garantisi yoktur ama beyinlerinin yeniden düzenlenmesinin vardır. Bunun sonucu olarak kusursuz müzik kulağı körlerde çok daha fazla görülür ve bu kişiler müzikal bir sesin çok küçük kesirlerle inip çıkışını belirlemede de görebilen kişilerden on kata kadar daha başarılıdırlar. Bunun nedeni, dinlemeye adanmış beyin alanlarının daha fazla olmasından ibaret.

* Evrimsel özelliklerin gelişmek için izledikleri uzun yolun sonunda iki gözümüzün başımızın önüne konumlanmış olması bize dünyayı 180 derecelik bir görme açısıyla izleme olanağı tanıyor. Ama atsineğinin bileşik gözleri, ona neredeyse 360 derecelik bir görüş sağlamış.

Fransa’daki bir ekibin, FlyVIZ adlı cihazla yaptığı da işte tam olarak bu. FlyVIZ, kullanıcılarına 360 derecelik görüş açısı sağlayan bir kask. Sistem, kaskın üzerine takılan ve bütün sahneyi tarayarak onu kullanıcının gözleri önündeki bir ekrana sıkıştıran bir kameradan ibaret. FlyVIZ’in tasarımcıları, kullanıcıların kaskı ilk taktıklarında (bulantı verici) bir uyum süreci geçirdiklerinden söz ediyorlar. Ama bu, şaşılacak ölçüde kısa sürüyor: Kaskı on beş dakika kadar taktıktan sonra kullanıcı, çevresindeki herhangi bir noktaya tutulmuş bir nesneyi kavrayabiliyor, yaklaşmakta olan birinden kaçınabiliyor, hatta bazen arkasından atılmış bir topu bile tutabiliyor. Peki, ya 360 derecelik görüşle kalmayıp size normalde görünmez olan nesneleri de hissedebilseniz? Sözgelimi karanlıkta çevrenizi sarmış birkaç kişinin konumunu?

*Yeni Bir Duyu Merkezi Kazanmak: 2015’teki TED konferansında Scott Novich ile “TED” etiketiyle gönderilen bütün tweet’lerin izini algoritmik olarak sürdük. Bu işlem sırasında yüzlerce tweet’i bir araya getirdikten sonra, onları bir duygu (sentiment) analiz programına yükledik. Bu bize olumlu (“muhteşem”, “ilham verici”’ gibi) ve olumsuz (“sıkıcı”, “aptalca” gibi) tweet’leri sınıflayacak büyük bir sözcük dağarcığından yararlanma olanağı tanımıştı. İstatistik özetleri Vest’e gerçek zamanlı olarak aktarıldı. Salondaki duygu durumunu ve zamanla gösterdiği değişimi hissedebiliyordum. Bu, bana tek bir insanın normalde ulaşabileceğinden daha büyük bir şeyin deneyimi yaşatmıştı: yüzlerce insanın topluca oluşturduğu bir duygu durumuna erişim sağlamak. Bir siyasetçinin on binlerce insana hitap ederken böyle bir aygıtı takmak istemesi şaşırtıcı olmaz çünkü bu şekilde açıklamalarından hangilerinin olumlu karşılandığı, hangilerinin geri teptiği konusunda anlık bir kavrayış geliştirebilecektir.

* Havacılığın ilk zamanlarında pilotlar, uçan makinelerini kendi vücutlarının uzantısı haline getirmek için ipler ve kaldıraçlardan yararlanırlardı. Günümüz pilotlarının yaptığı da bundan farklı bir şey değildir: Pilotun beyni, uçağın kendi parçası olarak temsil edildiği bir model oluşturur. Aynı şey piyano virtüözleri, zincirli testere kullanan oduncular ve dron pilotları için de geçerlidir: Beyinleri, kullanılan aygıtları denetlenmesi gereken doğal vücut eklentileri olarak bütüne dâhil eder. Bu şekilde, kör bir insanın değneği sadece vücudundan uzağa değil, beyin devrelerinin içine kadar uzanır. Bunun, insanlığın yakın geleceği için ne anlama geldiğini bir düşünün. Bir robota belirli bir uzaklıktan, sadece beyin etkinliklerinizle kumanda edebileceğinizi hayal edin sözgelimi. Böyle bir durumda, hareket etmenize bile gerek olmayacak, hareketi düşünmeniz yetecektir. Robot, kolunu kaldırmasını istediğiniz anda kaldıracak, çömelmesini, tek ayak üzerinde dönmesini ya da zıplamasını istediğinizde, zihinsel komutunuzu gecikmeden ve hatasız yerine getirecektir. Kulağa bilimkurgu gibi gelse de hazırlıklar başladı bile.

*Canlı devre olgusunun ilkelerini öğrendiğimizde, bunun endüstri kolları için taşıyacağı anlamı bir düşünün. Sözgelimi, bir araba üreticisinin, motoru yalnızca bir kez tasarlamakla yetinip, motorun kendini bulunduğu araca en uygun biçimde ayarlayacağı varsayımıyla, onu istediği araç tipine (çim biçme makinesi, triportör, kamyon, uzay aracı) takmasıyla elde edilecek avantajları ele alabilirsiniz. Ve satış sonrasında alıcının araca yeni özellikler eklediğini (paletler ya da geri çekilebilir bacaklar gibi) ve bunlardan nasıl yararlanılacağını aracın kendisine bıraktığını hayal edin.

Bundan bir milyon yıl sonra, görsek tanıyamayacağımız torunlarımız tarafından incelemeye alındığımızda, belki de tarihimiz içinde bulunduğumuz şu nokta, ağır ilerleyen gelişim sürecimizden kendimizi çıkarıp vücudumuzun geleceğini yönlendirmeye başladığımız dönem olarak görülecek. Biyonik uygulamaların giderek yaygınlaştığına tanık olacağız. Torunlarımızın torunları, bacakları işlev görmediğinde oturup kalmayacak, kolları kesildiğinde yardım kabul etmeyecekler. Onun yerine beyinlerinin, onları nasıl denetleyeceğini bir şekilde bulacağının bilinciyle vücutlarını yapay kol ve bacaklarla donatacaklar.

*Kemancı Itzhak Perlman’la ilgili bir rivayete göre, bir konser sonrasında hayranlarından biri ona şöyle der: “Böyle çalabilmek için ömrümü verirdim.” Perlman yanıtlar: “Ben de verdim zaten.”

Perlman, her sabah yataktan 05.l5’te kalkıyor. Duş ve kahvaltıdan sonra, dört buçuk saatlik sabah çalışmasına başlıyor. Öğle yemeği ve bir egzersiz seansından sonra, bir dört buçuk saat daha sürecek olan öğle sonrası çalışmasına geliyor sıra. Konser günlerini saymazsak bu rutini her gün izliyor Perlman. Konser günleri ise programda yalnızca sabah çalışması var. Müzisyenlerin kortekslerinde, müzisyen olmayanlarda görülmeyen ve Yunan alfabesindeki omega harfini andıran bir kıvrım vardır. Çalgıyla yapılan ve binlerce saati bulabilen çalışmalar, müzisyen beynine farklı bir biçim verir. Bulgular bununla da kalmıyor. Sanatlarına adanmışlıkları, saatler süren çalışmalar ve yorucu seyahat temposu kemancı Perlman ve piyanist Vladimir Ashkenazy’yi ortak bir noktada birleştirse de beyinleri birbirinden o kadar farklı görünüyor ki hangi beynin kime ait olduğunu rahatlıkla çıkarabiliyorsunuz. Perlman gibi yaylı çalgı sanatçılarında omega işareti genel olarak yalnızca bir yarımkürededir çünkü ayrıntılı hareketleri yapan, sol elin parmaklarıdır. Sağ elin işi ise yalnızca yayı teller üzerinde hareket ettirmekten ibarettir. Buna karşılık Ashkenazy gibi bir piyanistte omega işaretini her iki yarımkürede bulmak mümkündür çünkü her iki el de tuşlar üzerinde çok incelikli örüntüler sergilemektedir. Kortekse şöyle bir bakmakla tarama aygıtı içinde ne tip bir müzisyenin yatmakta olduğunu tahmin edebilirsiniz.

*On bin saat kuralını duymuşsunuzdur belki. Kural ister sörfçülük ister mağaracılık ister saksafon çalma, herhangi bir beceride uzmanlaşabilmek için bu kadar saat boyunca alıştırma yapmanız gerektiğini söyler. Tam olarak kaç saat gerektiğini belirlemek imkânsız olsa da genel fikir doğrudur: Beynin yeraltı haritalarını gün yüzüne çıkarmak için muazzam sayılarla tekrar yapmanız gerekir.

* İletişim kurma becerisini kazanmak, ayrıca dilin aksan gibi daha incelikli yönlerini yakalamak, belirli bir zaman aralığında mümkündür. Oyuncu Mila Kunis, Amerikan İngilizcesini konuşmasında belirgin bir aksan algılanmaksızın konuşur ve bu nedenle birçok kişi onun Ukrayna’da doğup büyüdüğünü, yedi yaşına kadar da tek kelime İngilizce konuşmadığını bilmez. Buna karşılık, yirmili yaşlarının başından beri Hollywood ve Amerikan sinemacılığıyla temas halinde olan Arnold Schwarzenegger‘ın Avusturya aksanından kurtulması pek mümkün görünmüyor çünkü İngilizce konuşmaya, beyni açısından fazla geç başlamış.

Genelde, yeni bir ülkeye ilk yedi yılınız içinde giderseniz hassas dönemin pencereleri hâlâ açık olacağından, bu yeni dilde ülkenin vatandaşları kadar akıcı konuşabilirsiniz. Ülkede yaşamaya sekiz ila on yaşları arasında başlarsanız uyum süreciniz biraz daha zor olsa da buna oldukça yaklaşırsınız. Ama oraya taşındığınızda onlu yaşlarınızı Arnold gibi geride bırakmışsanız, akıcı konuşma düzeyiniz de olasılıkla düşük kalır ve geçmişinizi ele veren aksandan kurtulamazsınız. Konuşma açısından farklı bir kültürle bütünleşme beceriniz, sadece on yıl kadar açık duran bir kapıdan geçmenize bakar.

*Dil öğrenme, görebilme, sosyal etkileşim kurabilme, normal yürüyebilme becerileri ve normal bir sinirsel gelişim, çocukluğun erken yıllarıyla sınırlıdır. Buna ilginç bir örnek olarak, bir insanın boy uzunluğu ile aldığı maaş arasındaki ilişkiye bakabiliriz. Amerika’da uzunluğa eklenen her bir inç (2,5 santimetre), net maaşta %1,8’lik bir artışa karşılık gelir. Peki, neden? Çoğunluğa göre bu durum işe almada uygulanan ayrımcılığın bir sonucudur: Herkes, verdiği hükmedici izlenimden dolayı uzun kişiyi işe almak ister. Ama bunun daha derin bir nedeni olduğu anlaşılıyor. Bir erkeğin gelecekteki maaşının en iyi göstergesi, on altı yaşındayken sahip olduğu boy uzunluğudur ve bundan sonra ne kadar uzadığı, sonucu değiştirmez. Bu sonucu nasıl çıkarıyoruz? Durum, insanların beslenme tiplerindeki farkların bir etkisinden kaynaklanıyor olabilir mi? Hayır. Araştırmacıların yedi ve on bir yaştaki boy uzunluğu ile beslenme ilişkilendirdikleri bir çalışmada, etkinin o kadar güçlü olmadığı anlaşılmıştı.

*Beyin ilk günlerinde etkiye o kadar açıktır ki kimi zaman başı belaya bile girebilir. Sözgelimi, yumurtadan çıkan kaz yavrusu, gördüğü ilk hareketli nesneye ebeveyni gözüyle bakar. Bu birçok durumda işe yarar bir stratejidir çünkü gözünün ilk çarptığı şey çoğunlukla annesidir zaten. Ama yanlış koşullarda pekâlâ yanılabilir de. 1930’lu yıllarda zoolog Konrad Lorenz, kazların kendisini “mühürlemeleri” (imprinting) için hiç de fazla çaba harcamak zorunda kalmamıştı; kaz yavruları yumurtadan çıktıktan sonra, o kısacık plastisite aralığında ortalıkta belirivermesi, yavruların onu bir ebeveyn gibi görüp peşinden koşturmaları için yetip de artmıştı bile.

* Demanslı birini tanıdıysanız nörolojide en eski bu örüntüyü fark etmişsinizdir. Bu gözlem, eski anıların yenilerinden daha kararlı olduğunu gözlemlediğinde şaşıran Fransız psikolog Theodule Ribot tarafından 1882’de literatüre geçirilmişti. Bugün Ribot yasası olarak bilinir ve hayatlarının sonuna yaklaşmakta olan bazı insanların neden tekrar çocukluk dillerine döndüklerini açıklar.

Albert Einstein l955’te New Jersey’nin Princeton kentindeki bir hastanede ölmek üzereyken son sözlerini söylemişti. Büyük fizikçinin ne dediğini herkes merak ediyor ama hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Nedeni, o esnada yanında bir hemşire olmaması değil, sözleri Almanca, yani anadilinde söylemiş olmasıydı. Gece hemşiresi yalnızca İngilizce bildiğinden, Einstein’ın son sözleri kaybolup gitti.

* Kendinizden daha yaşlı biriyle tanışıp fikirleri ve dünya görüşü karşısında afalladığınızda, onu, kendi zaman penceresini ve kendi deneyimlerini kaydeden bir cihaz olarak düşünüp empati kurmaya çalışabilirsiniz. Unutmayın ki günün birinde sizin beyniniz de sizden daha sonraki kuşağı çileden çıkaran, zamanın kemikleştirdiği o fotoğrafa dönüşecektir.

Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, Ankara, 7 Eylül 2021

***********************************************************

*David M. EAGLEMAN

(1971 Doğumlu-50 yaşında): Üniversite eğitimini İngiliz ve Amerikan Edebiyatı üzerinde yaptıktan sonra Nörobilim dalında doktorasını tamamladı. Bilimsel araştırmaları ScienceNature gibi prestijli yayınlarda yer aldı. New York Times’ın en çok satan yazarlarından biridir. Nörobilimci olan Eagleman kâr gütmeyen bir kurum olan Bilim ve Hukuk Merkezinin başkanlığını yapmaktadır. Stanford Üniversitesinde Yardımcı Profesör olarak görev yapmaktadır. Beyin, zaman algısı gibi konular üzerine yaptığı araştırmalar ile ünlüdür.

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir