Cehalet Tutkusu-Neyi Neden Bilmek İstemeyiz!
“Cehalet narin bir egzotik meyveye benzer; dokunduğumuz anda çiçekleri dökülür. En ufak bilgi karşısında boyun eğer ve yitip gider.” Oscar Wilde
Bilinen metaforda cehaletimiz ölçülemez, engin bir denizdir; bilgimiz ise güven teşkil etmeyen küçük bir adadır. Kıyı şeridi bile belirsizdir: Hem insan ırkına tarihi hem de psikolojik araştırmalar bildiğimizi sandığımızdan daha az şey bildiğimizi ortaya koymaktadır. Aslında cehaletimiz onu kavrayışımızın çok ötesindedir.
Görünüşte çevrimiçi sınırsız bilgiyle kuşatıldığımız bu çağda bilgi eksikliğini kabul etmek oldukça güç, çünkü Google gibi arama motorları sayesinde bir şeyi bilmemenin mazeret sayılmayacağına inanılmakta ve herkesten her şeyin piri olması beklenmektedir….
Ancak belli bir konu hakkında fazla bilgi sahibi olan kişiler, bu bilgilerin tamamını hatırlamayabilir veya nasıl kullanılacağını bilemeyebilirler. Bu nedenle de çoğu kendileriyle ilgili hemen her şeyin altından kolaylıkla kalkabileceklerini düşünür ve kendilerinden şüphe etmezler. İnsanların uzmanlık alanlarına dair bir sorunun yanıtını bilmediklerini kabul etmekte isteksiz oldukları da bilinen bir gerçektir. Gelgelelim bu aşırı güven, bir şeyi başından beri bildiğimiz yanılsamasını, yani geriye dönük ön yargıyı da beraberinde getirmektedir.
Bilginin ve bilgiye ulaşma yollarının yeniden tanımlandığı günümüzün hakikat sonrası, post-endüstriyel dünyasında, gerçekle yalanı ayırt etmek zaman zaman zorlaşmakta hatta imkânsız hale gelmektedir. Bu olgu da kasıtlı olarak bilmemeyi-öğrenmemeyi seçen insanların sayısının gitgide artmasına neden olmaktadır.
Geçmişte politikacılar, kişinin bilgisinin sınırlarını bilmesi gerektiğine dair bilgece sözler sarf etmeyi severlerdi. Bugünün nüfuz sahibi seçkinleri ve anlı-şanlı liderleriyse, sıradan insanlarla iletişimlerini ortak cehalet üzerinden kurmayı sevmektedirler.
İşte Filozof, sosyolog ve hukuk teorisyeni Renata Salecl’ın ülkemizde Şubat 2022’de yayınlanan “Cehalet Tutkusu-Neyi Neden Bilmek İstemeyiz” adlı eserinde, birbiriyle yakından ilişkili iki konuya değinmekte: Bilmemek (cehalet) ve tanımamak (görmezden gelmek). İki zihin durumu da bugün toplumumuz, kültürümüz ve entelektüel yaşamımızla büyük ölçüde ilintili ve ikisinin de kendine özgü sorunları, kullanım alanları ve faydaları vardır.
Bu bağlamda yazar, insanlık durumunun daima bir parçası olduğunu savunduğu “cehalet”i ve bağlantılı olarak “inkâr” kavramını masaya yatırmakta. Hem travmatik bilgiye ulaşmaktan kaçınan insan doğasını hem de ideolojik mekanizmaları sekteye uğratacak bilgiyi inkâr yollarını insanlık durumu üzerinden açıkladığı bu okunası eserini derledim ve öne çıkan birkaç paragrafı sizlerle aşağıda paylaşıyorum.
*İnsanlar rahatsız edici buldukları bilgileri görmezden gelmek, inkâr etmek ve çürütmek için gözlerini yummanın, kulaklarını ve ağızlarını kapamanın yollarını daima bulmuşlardır. “Hakikat sonrası” çağda farklı olansa “bilişsel atalet”in yükselişi, yani neyin gerçek neyin yalan olduğuna dair kayıtsızlığın artmasıdır. Bu sapma, basit bir öğrenme isteğine ilişkin yoksunlukla değil, bilmek konusundaki acziyetle ilgilidir.
* Başkalarını arzu nesnesi olarak görmemizde ve idealize etmemizde cehaletin payı vardır. Aşkın Gözü Kördür derken bir hakikati dile getiririz. Tutkulu bir sarılmada partnerimizi yakından görmek işin büyüsünü bozabilir. Dolayısıyla âşıklar tutkularını canlı tutmak için gözlerini yumarlar. Ancak aşkla beraber gelen kendini kandırma hissiyle başa çıkma biçimleri günümüzde farklılık gösteriyor gibi. Peki, insanlar artık aşkın kör olmasını istemiyor mu? Ve aşkın cehaletle ilişkisi nedir?
* Pavlok isimli bir bileklik, yapmaması gereken bir şeyi yapmak üzere olduğunda kullanıcıları hafif bir elektrik şokuyla sarsarak onlara planlarını takip etmediklerinde kendilerini cezalandırmalarının bir yolunu sunar. Bu şokla Pavlok’un, “Uyan, tembel teneke, spor zamanı!”, “Şu cipsleri yeme!” ya da “Facebook’ta vakit öldürmeyi bırak!” diyen iç sesinin duyulması beklenir.
* “Cehalet” bir terim olarak sıklıkla olumsuz bağlamıyla ele alınır ve başkalarına kapılıp gitmekle suçladığımız bir şey olarak görülür.
Stratejik görmezden gelme okullarda da teşvik edilir. -öğretmenler öğrencilerine okuldaki sorunlu akranlarını görmezden gelmelerini, onların kışkırtmalarına kulak vermemelerini öğütler. Flört ederken kusurları görmezden gelmek arzuyu diri tutmanın bir yolu olabilir. Yeni bir şey tasarlıyor ya da bir şeyler üretiyorsak kendimizi başkalarıyla kıyaslamamak için onların işlerini görmezden gelmemiz söylenir. Gündelik hayatımızda da sosyal bir norm ya da kişisel ilişkilerin dayandığı “yazılı olmayan kurallardan” birine sadık kalabilmek için sıklıkla aptala yatarız. Saygı duyduğumuz biri hoş olmayan bir şey söylemiş ya da tuhaf, zevksiz bir şey giymiş olabilir. Bu durumda nezaketen hiçbir şey söylememeyi ve yanlışını kasten görmezden gelmeyi seçmemiz muhtemeldir.
* Kendini kandırma, cehalet ve göz yumma bazen özel hayatımızda inanılmaz faydalar da sağlayabilir. Evlilikte mutluluk üzerine çalışan sosyologlar, eşlerinin yalnızca iyi ve olumlu özelliklerini gören insanların, eşlerine daha “gerçekçi” bakanlara göre çok daha mutlu olduklarını keşfetti.
Bir deyişle, “kişi bilmediğini ne kadar çok bilirse” o kadar fazla şey öğrenir. Haliyle tıpkı Tanrı’nın varlığını tam olarak kavrayamaması gibi, “her şeyin derinindeki öz de bilişselliğimizin dışında kalır” ve bizi sorgulayıcı bir cehalet durumunda bırakır.
* Bir şeyi inkara kalkıştığımızda tam da gizlemek istediğimiz şeyi fark etmeden açığa vurmuş oluruz. İnkâr, daha önce farkına varmadığımız bir düşüncenin aniden ortaya çıktığı çatlağın ya da fay hattının genişlemesine neden olur. Otto Fenichel inkârcı kişinin olumsuz beyanlarını efsanelerin ya da basit yalanların yardımıyla pekiştirme ihtiyacı duyduğuna dikkat çeker. Örneğin, yalancılar ya da gerçekleri çarpıtan kişiler için anlattıklarına diğerlerinin inanması şarttır; bu çarpıtma sayesinde söyledikleri yalanlara kendi inançlarını dayatırlar.
Sandor S. Feldman’a göre söyleyeceklerimizin önemini inkâr etmek için “bu arada” “unutmadan” gibi gelişigüzel bir ifadeyle konuya girebiliriz. Bazen “samimiyetle söylüyorum”, “inan ki”, “açıkçası” ya da “doğruyu söylemek gerekirse” gibi daha baskın ifadelerle de sahtekârlığımızı gizlemeye çalışırız. Olumsuz duyguları örtbas etmek için başvurulan hileler arasında “ciddi değilim”, “seni incitmek istemedim” veya “sadece şakaydı” da sıklıkla yer alır.
* Stuart Firestein “Ignorance (Cehalet)”[1] adlı kitabında Columbia Üniversitesinde cehalet üzerine verdiği derslerde yaşadıklarını anlatır. Firestein bilim insanlarından bilim dünyası için cehaletin önemini itiraf etmelerini ister. Ona göre cehalet, bilgideki elzem boşluklarla ilgilidir ve bilimi bu boşlukları doldurmaya teşvik ettiğinden bilim insanının öz eleştiri yapmasına olanak tanır.
* Tıpta inkâr sorunu üzerine en önemli çalışma 1980’lerde, kalp krizi hastalarındaki inkâr sorununu ele alan Shlomo Breznitz tarafından yapıldı.
Yedi farklı inkâr türü tespit eden Breznitz, hastalıkları ilerledikçe hastaların bir inkâr türünden diğerine geçtiklerini ve genellikle daha “ilkel bir inkâr biçimine” döndüklerini gözlemledi.
* Kalp krizi geçirdikten sonra taburcu olan bazı hastalar hemen yeni beslenme alışkanlıkları kazanmaya ve hayatlarını değiştirmeye çalışacak, vakit kaybetmeksizin kendilerini hırpalayacak yoğun antrenmanlara başlayacak, hatta enerjilerini ekstrem sporlara vakfedip diyetlerini ortoreksiya geliştirecek kadar takıntı haline getireceklerdir. Gelgelelim iyileşmek için bu denli yoğun çaba sarf etmek, hastalığın vücutta yarattığı etkiyi görmezden gelmenin bir yolu haline gelecek ve kalp rahatsızlığından ya da diğer hastalıklardan mustarip insanlar için büyük bir tehlike yaratmasa da muhtemelen fiziksel strese neden olacaktır.
Psikanalistler ayrıca “bölünmüş gün” olarak adlandırılabilecek bir inkâr türüne de dikkat çekiyor. Kişi, gün boyunca sağlığına azami özen gösterirken-kalori saymak, organik yiyeceklerden- başka bir şey yememek, disiplinli bir şekilde egzersiz yapmak vb.- akşamları tam zıttı şekilde hareket edip kaçabilir, uyuşturucu kullanıp “normal” sağlıklı davranışları tamamen göz ardı edebilir. “Bölünmüş gün” bireyleri, gün içinde uyguladıkları katı rejimler sayesinde alkol ve sigaranın sağlıkları üzerinde ciddi bir etkisi olmayacağını iddia edebilir ve zararlı oldukları gerekçesiyle ilaç- kullanmayı reddedebilirler.
*Klasik Yunan felsefesinde Gerçek, “hastaya” ölçülü dozlarda verilen “ilaç gibi” düşünülürdü. Benzer bir yaklaşım, yakın zamana kadar tıp alanında da standart bir uygulama olarak görülüyordu. Doktorlar çok fazla gerçeğe maruz kalmanın hasta için rahatsız edici olabileceğine inandığından, hastalarıyla diyaloglarını sakınma ve saklama üzerine kuruyorlardı. Doktorlar, bir hastanın durumu hakkındaki gerçeği açıkça dile getirmeleri gerektiğinde bunu o kişinin yakınlarına, “akrabalarına” söylerler ve hastanın haberi olmaması konusunda uyarıda bulunurlardı. Bu yaklaşım 1970’lerde değişti. Tıp etiğine dair yeni yaklaşımlar ve tıp dünyasındaki adli davaların çoğalmasıyla aydınlatılmış onam da tıbbi uygulamanın ayrılmaz bir parçası haline geldi.
* lnstagram, Facebook ve benzeri sosyal medya platformları yeni kendini tanıma sorunlarına yol açan çevrimiçi bir ayna evresi yaratmıştır. Kendini sürekli bir marka gibi tanıtma ve dünyaya daima en iyi versiyonunu sunma baskısına ek olarak insanlar karşılıklı sosyal görünürlük arayışlarında başkalarını takdir etmek zorunda da kalırlar. Başkalarının gönderilerini beğenmek ve paylaşmak, arkadaşlığın yeni bedeli haline gelmiş; insanlarda beğenilme, takdir edilme beklentilerini doğurmuştur. Siz başkalarının paylaşımlarını beğenirken onlar sizi görmezden gelirse, bu önemli psikolojik sıkıntılara neden olabilir ve aşırı durumlarda bu stres, derin bir öfkeye ve şiddet eylemlerine yol açabilir.
* Sosyal medyayı görmezden gelinmenin kendileri için ne denli ağır olduğunu, masum insanları, hatta kendilerini öldürmeyi planladıkları ve arzuladıkları ilgiyi yakalayabilmek pahasına bu bedeli ödemeye hazır olduklarını duyurmak için sıklıkla kullanırlar. Fransız psikanalist Fethi Benslama terörizmle ilgili analizinde Fransız medyasını, teröristlerin saldırılarını gerçekleştirdikten sonraki görüntülerini yayınlamamaya davet etmiştir. Nitekim böyle bir tanınma ve aleniyet başkalarını da dikkat çekmek için benzer suçları işlemeye yöneltebilir. İnternet, siyasi ya da kişisel nedenlerle görmezden gelindiğini iddia eden kişilere özel bir tanınma yolu sağlar.
* Neoliberal ideolojinin iki önemli önermesi “herkes başarabilir” ve “başarana dek taklit et” şeklindedir. Başarıya ulaşmak, başarılı görünmenizi veya başarıya çok yakınmışsınız gibi davranmanızı gerektirir. Pek çok yaşam koçu, insanlara başarılı oldukları izlenimini vermek için nasıl giyinmeleri, davranmaları ve konuşmaları gerektiğini öğretmektedir.
* Geçmişte ressamların yaptığı farklı tarzlardaki otoportre denemeleri gibi, günümüzde de insanlar mükemmel görüntüyü elde etmek için art arda selfieler çekiyor ama aradıklarını bir türlü bulamıyorlar. Dahası, bu görüntüleri başkalarıyla paylaştıklarında kabul edilip edilmedikleri ya da görmezden gelinip gelinmediklerine yönelik kaygı çemberine de tekrar tekrar kapılıyorlar.
* Uygulamaları indirdiğimizde, halka açık alanlarda ücretsiz internet için kayıt yaptığımızda, müşteri sadakat kartları için form doldurduğumuzda veya giyilebilir teknolojiler kullandığımızda bizlerden genellikle veri toplama onayı talep eden bir kutuyu işaretlememiz istenir. Büyük veriye ilişkin onam formlarına tepkimiz, tıp alanındakine benzer cehalet stratejileri gibidir. Çok küçük harflerle ve resmi bir dille yazılmış, bize hizmet sağlayıcının haklarına dair bilgi veren uzun belgeleri çoğu zaman okumadan onaylarız. Formdaki kutuyu otomatik olarak tıklar ve hizmetten bir an önce faydalanmayı umarız. Çoğunlukla körü körüne onayladığımız bu belgeleri okumaya kalksaydık, bazı uygulamaları telefonlarımıza yüklemeyebilir, giyilebilir teknolojileri tercih etmeyebilir veya açık internet sunucularına bağlanmaktan vazgeçebilirdik.
Ancak tam da rıza verdiğimiz şeyi kolayca görmezden geldiğimizden, şirketlerin müşterilerini bu rıza oyununa dâhil etmelerindeki amacı sorgulamamız gerekir. Aydınlatılmış onamla ilgili sorun, hizmet sağlayıcısını korumaya öncelik verirken tüketiciye ya hep ya hiç şeklinde bir tercih hakkı sunmasıdır.
Verilerimizin işlenmesini ya kabul etmemiz ya da reddetmemiz gerekir. Ama hayır dersek, verileri toplayan cihaz ya da hizmetten yararlanamayız. Benzer şekilde, internet sağlayıcıları tarafından izlenmezsek her şeyden önce internete erişimimiz kesilir.
Verilerimizi izleyen cihazların kullanımına izin vermemiz istendiğinde de bize benzer bir seçenek sunulur: -Uygulamanın keyfini çıkarın ama verilerinizin kullanılmasına izin verin ya da uygulama olmadan hayatınıza devam edin.
* Olumsuzlama, inkâr ve cehalet, çok sayıda liderin COVID-19’a tepki verme biçiminde ortaktı. Kuzey Kore, Çin’Ie sınır komşusu olmasına rağmen, Mart 2020’nin başlarında ülkede tek bir COVID-19 vakası olmadığını bildirdi. Enfeksiyon Rusya’da hızla yayılırken Rusya Doktorlar Sendikası Başkanı Anastasia Vasilyeva, yetkililerin koronavirüs ölümlerini pnömoni ölümleri olarak sınıflandırdıkları konusunda uyarıda bulundu. Rus makamları, sıradan pnömoniyle karşı karşıya olduklarını iddia ederek doktorlarının hastaları tedavi etmek için koruyucu donanıma sahip olmadığı gerçeğini görmezden geldi. Doktorların maske ve diğer ekipmanların eksikliğine ilişkin uyanları da es geçildi.
Bu esnada Türkiye, ülkelerinde COVID-19 vakasına rastlanmadığı konusunda ısrar ediyordu. Yetkililer nihayet virüsün ülkelerine de sıçradığını kabul ettiğinde iş birlikçi medya organları Türk-genlerinin virüse karşı dayanıklı olduğunu yazdı. İnsanların kelle paça çorbası içerek virüsten korunabilecekleri söylenince, restoranlar çorbaya talebi karşılamakta güçlük çekti.
Yazar Halit Yıldırım, Antalya, 26 Mayıs 2022
[1] “Cehalet-Bilimi İleriye Taşıyan Güç-Stuart Firestein (Prof. Dr.)