Çoğu İnsan İyidir-Yeni Bir İnsanlık Tarihi
“Bir koyun sürüsünün başında bir aslan olması, bir aslan sürüsünün başında bir koyun olmasından daha iyidir!” Daniel De Foe
İnsan tek başına ne iyi ne de kötüdür; insan ancak toplum içinde iyi ya da kötü olabilir. Buarada, Machiavelli’den Hobbes’a, Freud’dan Pinker’a herkes şuna inanıyor: “İnsanlar kötüdür!” Bunun tersi söylem olan “Çoğu İnsan İyidir” denildiğinde ise yeni bir argüman ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki: İnsanların iyi olduğunu varsaymak hem gerçekçi hem de devrimci bir eylemdir. Zira başkalarının kötü olduğunu düşündüğümüzde gerek siyasetin gerek ekonominin en kötü yanları ortaya çıkar, oysa insanların temelde iyi olduğunu varsaymak, bambaşka seçenekleri olası kılabilmektedir.
Groningen Üniversitesi sosyal psikoloji profesörü Tom Postmes yıllardır öğrencilerine aynı örneği vererek aynı soruyu soruyor: Bir uçak düşer ve üç parçaya ayrılır. Kabinin içini duman kaplar. Bütün yolcular oradan çıkmaları gerektiğini düşünmektedir. Peki, sonra neler olur?
*A gezegeninde önce yolcular yanındakilere nasıl olduklarını sorar. Zor durumda olanlara öncelik verilir. İnsanlar başkaları için hayatlarından vazgeçmeyi bile göze alırlar.
*B gezegeninde herkes kendini düşünür. Tam bir panik orta oluşur. Bu itiş kakış ortamında ezilenler olur. Çocuklar, yaşlılar ve engelliler ezilir.
Soru: Peki, biz hangi gezegende yaşıyoruz? Postmes aldığı sonucu, “Öğrencilerin % 97’si B gezeninde yaşadığımızı düşünüyor, oysa biz A gezegeninde yaşıyoruz,” diye açıklıyor.
İnsanlık tarihinin son 200.000 yılına yeni bir perspektiften bakan ve rekabetten ziyade işbirliğine yatkın olduğumuzu, birbirimize güvenme içgüdümüzün Homo sapiens’in ilk ortaya çıktığı zamanlara kadar uzandığını savunan popüler tarihçi bir yazar olan Ruther BREGMAN’ın ülkemizde ilk basımı Temmuz 2021’de yapılan “ÇOĞU İNSAN İYİDİR-Yeni Bir İnsanlık Tarihi” adlı kitabın özünü derledim ve paylaşıyorum ve öne çıkan birkaç paragrafı aşağıya aktarıyorum:
* İnsanın iyilik yapma duygusunun ötesinde bir de kötü ve zalim tarafı vardır. Kanaryalar toplama kampları kurmazlar. Timsahlar gaz odaları inşa etmezler. Bir ayının aklına farklı bir halka baskı uygulamak ya da soykırım gerçekleştirmek gelmez. Konu tipik insanlık suçları.
Peki, bunun nedeni nedir? Korkarım bizi üzecek bir sonuca varacağız. Köpek uzmanı Brian Hare, “Bizi cana yakın bir tür yapan mekanizma aynı zamanda gezegenin en zalimi haline getirdi,” diyor. İnsanlar gruplar halinde yaşayan varlıklardır ve bize en çok benzeyenlerden etkilenmek gibi vahim bir kusurumuz vardır. Evet, içgüdü adeta bedenimize yerleşmiştir.
*1976’da İngiliz biyolog Richard Dawkins genlerin hayatın evriminde oynadıkları rolün önemi üstüne bir başyapıt yayımladı: Gen Bencildir. İç karartıcı bir kitap. Dawkins, “dünyayı ileri götürmek isteyenler doğadan destek beklemesin” diye yazmış.
“Cömertliği ve fedakârlığı öğrenmemiz gerek zira dünyaya bencil geliyoruz.” Yayınlanmasından kırk yıl sonra İngiliz okurlar “Gen Bencildir” kitabını[1] o güne kadar yazılmış en etkili bilimsel çalışma seçti. İşte geldiğimiz nokta burası, uzun ve acımasız sürecin ürünü olan Homo sapiens. Bütün türlerin % 99,9’u tükendiği halde biz hâlâ buradayız. Dünyayı fethettik, kim bilir belki yakında Samanyolu’nu da ele geçiririz. Peki, neden biz? Hepsinden daha bencil genlere sahip olduğumuz için diyebiliriz. Daha güçlü ve akıllıyız, daha bilenmiş ve daha kötü niyetliyiz.
*Yine de tuhaf bir şeyler var. Öncelikle, o kadar güçlü değiliz. Bir şempanze bizi kolaylıkla alt edebilir. Bir boğa kolaylıkla bize boynuzlarını geçirebilir. İnsanlar narindir, yavaştır ve bir ağaca bile kolayca tırmanamaz. Üstelik tamamen çaresiz ve yardıma muhtaç olduğu bir halde dünyaya geliyoruz. Çok zeki olduğumuz için olabilir mi? İlk bakışta zeki olduğumuz düşünülebilir. İnsan gerçekten dahi mi? Zor bir hesabı çözdüğümüzde ya da güzel bir çizim yaptığımızda bunu genellikle başkasından öğrenmiş oluyoruz. Ona kadar sayabiliyorum, akıllıyım ancak bu sayısal sistemi kendim akıl edebilir miydim şüpheliyim. Bilim insanları yıllardır en akıllı hayvanı bulmaya çalışıyor. İnsan zekâsını şempanze ve orangutan gibi diğer primatlarla karşılaştırıyorlar. (Bu araştırmalarda genellikle henüz başkalarından bilgi öğrenmemiş olan küçük çocuklar kullanılıyor.) Alman bilim insanları, katılımcıların mekânsal algı, hesap ve nedensellik alanlarında sınamak için 38 test geliştirdiler. Çıkan sonuç şöyle: İnsanlar ne kadar akıllı?
Üç zekâ testi puanlaması sonucunda: Çocukların hayvanat bahçesindeki maymunlarla aynı puanı elde ettikleri görüldü.
Salt beyin gücü söz konusu olduğunda tüylü aile fertlerimizden daha iyi değiliz. Peki, bu kocaman beynimizi ne için kullanıyoruz?
*Düşünsenize, insanlar neden birkaç metal ve kâğıt parçası ya da banka hesabındaki birkaç rakam karşılığında haftanın kırk saatini ofis denilen kafeslerde geçirir? Devlet babanın parlak propagandası mı bu? Şayet böyleyse neden inanmayan insan bu kadar az? Neden kimse vergi dairesine gidip, “Bak kardeşim, geçenlerde efsanelerle ilgili enteresan bir kitap okudum ve paranın kurgudan ibaret olduğunu anladım. Bu sene vergi vermiyorum,” demiyor? Cevabı basit. Faturayı ya da verginizi ödemediğinizde hapse atılıyorsunuz. Kendiniz teslim olmazsanız polis gelip sizi alıyor. Para kurgu olabilir ama şiddet gerçek ve böyle kullanılıyor.
*2014 yılında Amerikalı bir grup araştırmacı geçen iki yüz bin yıl içinde farklı dönemlerde yaşamış insanların kafataslarını karşılaştırdı. Motif belirgindi, yüzlerimiz ve bedenlerimiz yumuşamış, daha genç ve kadınsı hale gelmiştik. Beynimiz en az %10 küçülmüş, dişlerimiz ve çene kemiklerimiz de anatomistlerin dediği gibi “pedomorfik” yani çocuksu hale gelmişti.
Yüzlerimizi Neandertallerinkiyle karşılaştırdığımızda fark daha da belirginleşiyordu. Kafatasımız daha kısa ve yuvarlak, kaş kemerimiz daha az belirgindi. Köpekler tilkilerle kıyaslandığında ne ise, biz de Neandertallerle kıyaslandığımızda oyduk. Yetişkin köpekler nasıl tilki yavrularına benziyorsa biz de yavru maymunlara benziyoruz. Biz Homo puppy’yiz.
* İlkel topluluklarda babalar çocuklarıyla günümüzdeki babalardan daha fazla zaman geçiriyordu. Çocukları büyütmek ortak bir sorumluluk olarak görülüyordu. Bebekler elden ele dolaşıyor, bazen başka kadınlardan süt emiyorlardı. Bir antropolog, “Tüm bu deneyimler bu tür topluluklarda büyüyen çocukların neden dünyayı ‘güvenli bir yer’ olarak algıladıklarını açıklıyor,” diyor. Günümüzde ebeveynler çocuklarına yabancılara güvenmemeyi öğretirken, tarihöncesinde bunun tam tersi öğretiliyordu.
*Avcı ve toplayıcı toplumlarda aşk hayatının da hayli rahat olduğunu gösteren ipuçları var. Biyologlar bizi ‘seri tek eşli’ diye adlandırıyor. Tanzanya’daki sıradan bir Hadza kabile üyesinin hayatında iki ya da üç eşi oluyordu ve tercih hakkı kadınındı. Paraguay dağlarında yaşayan Ache’lerde bir kadının hayatı boyunca ortalama 12 eşi oluyordu. Potansiyel baba ağı, çocuk yetiştirme konusunda yardım etmeleri açısından yararlı bulunuyordu.
17. yüzyılda bir misyoner bugünkü Kanada’da bulunan Innu kabilesinden bir adamı sadakatsizlik konusunda uyardığında adam ona şu cevabı vermiş: “Siz aklınızı kaçırmış olmalısınız. Siz Fransızlar sadece kendi çocuklarınızı seviyorsunuz, biz ise kabilemizdeki bütün çocukları.
* Her şey birlikte yabancı olarak büyük gruplar halinde birlikte yaşamaya başlayınca değişti. Kralların, imparatorların kitleleri kontrol altında tutacak, her şeyi gören, duyan ve bilen bir kişiye ihtiyaçları vardı: TANRI. Tanrı herkesi 7 gün 24 saat gözetleyen bir süper Leviathan haline geldi. “Matta” 10:30’da “Tanrı kafanızdaki saç tellerinin sayısını bile bilir,” diye yazar. Tanrı düşüncelerimizi okuyabilir. Artık gökten herkesi gözlemleyen, kontrol eden, gerek olduğunda sıkı müdahalede bulunabilen birisi vardı.
İlk büyük yerleşimin oluşmasından sonra dini yaşam radikal bir dönüşüme uğradı. İnsanlar ilk olarak kudretli ve kinci tanrılara inanmaya başladılar. İnsanların başına gelen felaketlerin arkasında büyük güçler olması gerekiyordu. Tanrıları kızdıran korkunç hatalar yapmış olmalıydık. Bu şekilde günah kavramı ortaya çıktı. Hatalarımızın kefaretini nasıl ödememiz gerektiğini kaleme almaya başlayan din âlimlerine başvurduk. Bazen sadece dua etmek ya da katı kurallara uymak yeterli oluyordu. Ancak genellikle gıda, hayvan ve hatta insan kurban etmek de gerekiyordu.
*Aydınlanmadan sonra din daha sevimli bir hale büründü. Artık birçok ülkede Tanrı’nın yargılayan gözüne ihtiyaç yok. Günümüzde papanın kanlı haçlı seferleri ilan etmek yerine yürekleri ısıtan “hassasiyet devrimi” konuşmaları yaptığını unutmayın. En fazla ateistin Danimarka, İsveç ya da Hollanda’da olması tesadüf olabilir mi? Bunlar güçlü hukuk devletleri ve güvenilir bürokrasiye sahip ülkeler.
Tanrı bu ülkelerde işsiz kaldı. Seri üretime geçilmesiyle zanaatkarların işini kaybetmesi gibi Tanrı da görevini bürokratlara devretti.
* Devletin gerçek yüzünü gösteren en iyi örnek belki de Çin Seddi’dir. Bir dünya harikası olan Çin Seddi sadece “barbarlar”ın ülkeye girmesini engellemek için değil, tebaayı kilit altında tutmak için yapılmıştı. Çin İmparatorluğu dünyanın en büyük hapishanesiydi.
Tarihin kazananlar tarafından yazıldığını unutmayın. Eski belgeler devlet ve hükümdarların propagandalarıyla doludur. Bu şekilde tarihe bakışımız tersyüz edildi. Yaban hayatı savaş ve ölümle bir tutulurken, medeniyet barışın ve ilerlemenin sembolü haline geldi. Oysa gerçekte tarihimizin büyük bir bölümünde bunun tam tersi yaşanmıştı.
* Empatiyi öncelikle yakınımızda olan, kokusunu alabildiğimiz, görüp, duyup dokunabildiğimiz insanlara karşı duyarız. Aile ve arkadaşlarımıza, mahallemizde yaşayanlara, aynı rock grubu hayranlarına kolayca empati duyarız. Sevimli köpek yavrularını severiz, besleriz ama gözümüzün görmediği yerlerde kesilen hayvanların etlerini de yeriz. Televizyonda gördüğümüz insanlarla özellikle kamera odaklandığında ve arka planda duygusal bir müzik çalarken kolayca empati kurarız.
Kesin bir şey varsa o da daha iyi bir dünyanın daha fazla empatiyle kurulamayacağı. Üstelik empati affetmenin önünde engel oluşturuyor, mağdurla empati kurdukça düşmanlarımız hakkında daha fazla genelleme yapıyoruz. Mekanizma hep aynı işliyor; yakınlarımıza projektör tutuyoruz ama uzağımızdaki düşmanların perspektiflerine karşı körüz.
* Birinin gözlerinin içine baka baka onu öldürmek neredeyse imkânsız. Çoğumuz bir danayı kendimiz kesmek/ öldürmek zorunda kalsak muhtemelen hemen vejetaryen oluruz. Aynı vicdan muhasebesini düşmanla karşı karşıya gelen bir asker de yapar. Savaşlarda (I ve II. Dünya) ölüm nedenleriyle ilgili oranlarda bir şeyi fark ettiniz mi? Kurbanların tek ortak yanı, çoğunun uzak mesafeden öldürülmüş olmaları. Askerlerin büyük kısmı birisinin düğmeye basması, bomba atması ya da mayın döşemesi sonucunda hayatını kaybediyor. Öldürme eylemi genellikle uzak bir mesafeden yapılıyor. Askeri teknoloji alanındaki gelişmeleri düşmanların giderek birbirinden daha uzak tutulmaya çalışıldığı bir yaklaşım olarak özetleyebiliriz. Yumruk ve bıçaklardan ok ve yaylara, tüfek ve toplardan bomba ve mayınlara…
*Utanç yasalardan, kurallardan, sansür veya şiddetten daha güçlüdür. Utanmasını bilen insanlar kendilerini durdurabilir. Hakkında dedikodu yapıldığını duyan ya da diğerlerinin beklentileri karşılayamadığını fark edenler konuşurken kekelemeye başlar ve yüzleri kızarır.
Günümüz demokrasilerinde utanmazlık faydalı olabiliyor. Utanma duygusundan yoksun siyasetçiler diğerlerinin asla yapmayacağı şeyleri rahatça yapabiliyorlar.
Kendini ülkenin en büyük düşünürü ilan etmek, cinsel organının büyüklüğüyle övünmek, yalan söylediğinde yakalanmak ama yalanı sürdürmek için başka bir yalan söylemek.
Çoğu insan böyle durumlarda yerin dibine geçer. Ancak çoğu muktedirin bu tür dertleri yoktur. Medya da utanma duygusundan yoksun olmanın faydasını görür, nitekim haberlerde daha çok absürt ve saçma şeylere yer verilir. Böyle bir dünyada sevecen ve empati sahibi liderler artık zirveye çıkamıyor, aslında tam tersi oluyor. Utanmazlar hayatta kalıyor.
* Biyologlar özgürce oynamaya duyulan ihtiyacın içimizde derinlerde yattığı konusunda hemfikirler. Neredeyse bütün memeliler oyun oynar ama diğer hayvanlar da oynarlar. Alaska’da kuzgunlar kar kaplı çatılardan aşağı kaymayı severler. Avustralya kıyısında eğlenmek için dalgaların üstünde sörf yapan timsahlar görülmüştür. En akıllı hayvanlar olarak bilinen maymunlar ve fillerin de aynı zamanda en oyuncu hayvanlar olduğu bilinmektedir. Sorulması gereken soru, çocuklarımız özgürlükle başa çıkabilir mi sorusu değildir. Sorulması gereken soru: Bizim onlara bu özgürlüğü verme cesaretimiz var mı?
Bu sorunun acilen cevaplandırılması gerekiyor. Psikolog Bria Sutton-Smith, “Oyunun karşıtı çalışma değil,” diye belirtmiş, “oyunun karşıtı depresyon.”
[1] Gen Bencildir “The Selfish Gene”– Prof. Dr. Richard Dawkins
Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, Antalya, 18 Ekim 2021
Yazar Rutger Bregman hakkında;
Utrecht ve Kaliforniya üniversitelerinde eğitim gören Rutger Bregman, Correspondent’taki çalışmalarıyla ilgili olarak prestijli Avrupa Basın Ödülü’ne iki kez aday gösterilmiş Hollandalı tarihçi ve yazardır. İkisi de The New York Times çoksatarı olan “Gerçekçiler İçin Ütopya” ve “Çoğu İnsan İyidir” kırktan fazla dile çevrilmiştir. TED konuşmalarıyla da bilinen yazar Hollanda’da yaşamaktadır.