Düşünce Tarihi – 11 (Orta Doğu “Tek” liği, İsmaililik, Karmati’ler, Hallac-ı Mansur, Dürzi’lik)
Orta Doğu “TEK” liği
Şimdi, sizleri Orta Doğu’ya götüreceğim! Bu “TEK” lik anlayışının daha etkin olduğu Orta Çağ’daki İslam’a! Evet, İnsanoğlu daha mükemmel insana ulaşmak için, kendisiyle verdiği kavga içinde, Ezoterik doktrinlerden çok yararlanmıştır!
Bu doktrinlerin de kaynağı ağırlıklı Orta Doğu olmuştur. Diğer Orta Çağ filozofları gibi, İslam düşünürleri de; “Tanrı’dan hareket ederek, varlığı ve varoluşu” açıklamaya çalışmışlar.
Kutsal Kitapları, Antik Çağ felsefesinden alınan kavramlarla temellendirmişler! Akıl ve mantık yoluyla yorumlamaya çalışmışlar ve mantık ya da dil analizleri yapmışlardır! Zaten, Kutsal Kitapları yorumlama Orta Çağ felsefesinin genel karakteristiğidir”.
İskenderiye Mektebi
İskenderiye Kitaplığı (M.S. 300) yıllarına geldiğimizde, “İskenderiye Mektebi” dediğimiz Plotinus önderliğindeki felsefeciler; “Hermetik=Ezoterik” görüşü işler!
O, felsefecilere göre; “Tanrı yaradan değil, var olandır, evren onun görüntüsüdür, doğal olarak insan da tanrının görüntüsüdür”! Bu varsayımı kabul ettiniz mi artık, “İnsan Tanrı ile bütünleşmekte, yüce ve kutsal varlık haline gelmektedir.” Böylece, “İnsanı sevmek Tanrıyı sevmekle bir olmaktadır! Birine kötü davranmak ise, Tanrıya kötü davranmaktır.”
Bu bizi, İlk Çağ’da Hermetik felsefeye, Musevilikte Kabala, Hıristiyanlıkta Gnosistisizm ve İslam da Tasavvuf dediğimiz anlayışa götürür!.. “Ezoterik Anlayışı” işlerken söylemiştim!.. Tekrar olacak hoş görün!..
Bu görüş, mistik bir anlayış içinde din kurallarını yorumlayarak, hoş görüsü olmayan ve korkuya dayalı Orta Çağdaki, bağnaz din anlayışını yumuşatma çabalarıdır!
Bu görüş sayesinde insan; “Kulluk” tan kurtulmakta, “Yaratandan parça” olmaktadır! Bu insan için “Özgürlük” ve “Bağımsızlık” demektir!.. Buna, “Uyanış” da diyebilirsiniz! “Düşünmeye başlamak” ta! Ne var ki; bu görüş yüzyıllardır iktidar gücünü elinde tutan, hem bağnaz din
otoritesinin, hem de bağnaz siyasi otoritenin işine gelmez! Onların işine, bireylerin “Tanrının kulu” olduğuna, otoritenin ise “Tanrı adına yöneten” olduğuna iman etmiş insan gelmektedir.
Platon’dan beri gelen; “Yaratan ve yaratılan”, “Ruh ve beden”, “Ölüm ve yaşam”, “Varlık ve yokluk” gibi ikili bir ayırımı esas almak, insana hükmeden her iki otoritenin de işine gelmektedir. Bu anlayışa biz; “Düalist” anlayış diyoruz!
İşte, bu ikilemi kullanan otoriteye karşı biri çıkar da “İnsan Tanrının görüntüsüdür” derse, bu “Otoritenin, Tanrı adına insanlara hükmetmesinin sorgulanması” demektir!.. O zaman, size “Din Sapkını” damgasını vururlar ve sizi bir güzel yakarlar, “Tanrıya eş koşuyorsun” diye.
İşte, otoritenin sevgisiz ve katı anlayışına karşı, varlıklarını korumak isteyen Ezoterik oluşumlar, yığınların yetersiz bilgileriyle Ezoterik doktrini anlayamayacaklarını düşünerek, doktrinlerini semboller ve sırlar esası içinde gizlemişler ve kuşaktan kuşağa aktarmışlardır!..
Sonuç olarak Ezoterik felsefeyi, “Tanrı evrenin toplamı olup, makro kosmosda da, mikro kosmosda da vardır. Tanrıya dönmek için tek yol evrimdir. Bunun için seçilmiş insanların eğitilerek, kâmil insanlara ulaşmak gerekir” anlayışı olarak özetleyebiliriz.
Evet, insanoğlu daha mükemmel insana ulaşmak için kendisiyle verdiği kavga içinde Ezoterik doktrinlerden çok yararlanmıştır. Bu doktrinlerin de kaynağı, ağırlıklı Orta Doğu olmuştur!..
Geldik, M.S. 300 yıllarına, İskenderiye’deyiz!
Şimdi sizleri, hem Avrupa, hem de İslam/Türk felsefesini etkileyen “TEK” lik anlayışını savunan, “Yeni Eflatun’culuk” felsefesine götüreceğim!.. Neo-Plâtonizm veya Yeni Eflatunculuk, Platon’dan aşağı yukarı 500 yıl sonra, M.S. Üçüncü yüzyılda İskenderiye’de, Plotinus önderliğinde başlamış bir felsefî akımdır.
Platon gibi mistik ve metafizik noktalardan yola çıkıyor olsa da, Platon gibi, düşünme yöntemi olarak idealizmini kullanıyor olsa da, yolun sonunda, Plâtoncu düşünceye kıyasla, çok farklı bir idrak noktasına varmıştır. Bunun esas sebebi, Yeni Plâtonculuğun, Platon felsefesinin en önemli yanlışı olan; “Diyalektiğe gereğinden fazla önem vermek ve tüm Evreni sadece Düaliteler yolu ile algılamaya ve kavramaya çalışmak hatasına” düşmemiş olmasıdır.
Bu düşünsel hatayı en güzel şekilde şu benzetme ortaya koymaktadır; “Bir mıknatısın kuzey ve güney uçlarını mıknatıstan veya birbirlerinden ayrı düşünemeyiz. Bir mıknatıs varsa, onun kuzey ve güney uçları da vardır ve bu mıknatıs ortasından ikiye bölündüğü zaman, ayrı, ayrı birer güney uç ve kuzey uç değil, yepyeni ve farklı iki mıknatıs meydana gelir.”
Neo-Plâtonculuğun, Plâtoncu yaklaşımdan ayrılan yönü işte Bir’liğin=Tek’liğin farkına varmış olmasıdır. Yeni Plâtonculuk, öncelikle Plâtonculuğu takip eden Aristo materyalizmine tümüyle karşı bir akım olarak ortaya çıkmıştır.
Burada; “Ruh ne bir cisim, ne de bir güç olup, kendine özgü bir yapı, bir tözdür”. Maddeye biçim kazandırma gücü vardır. “Beden geçici bir zaman için vardır, fakat ruh ölümsüzdür. Sürekli kendi kendisinin aynı olarak kalır” Ruhun ölmezliği ruh göçü şeklinde düşünülür; “Ruh bir bedeni terk edince bir başka beden arar, ancak bu arayışların esas amacı bedenden tam ve mutlak olarak soyutlanmış bir varlığa ulaşmaktır”.
Plotinus; “Bireysel ruhlardan başka bir de genel bir ruh, bir Evren ruhu vardır. Bu basamağın da üzerinde, en yukarda “Bir olan, Var olan Ulu Yaradan’ın” olduğunu düşünür. Ancak, bu kavram, Semavî dinlerdeki; “Evreni iradesi ile yoktan var eden Allah” kavramı değildir.
Eflatun’un anladığı anlamda, “Var olan malzemeye yalnızca şekil veren bir varlık da” değildir.
Plotinus için, “Allah, kendinden her şeyin çıktığı kaynaktır. “Plotinus’a göre; “Allah vardır” diyemeyiz, çünkü o varlığın kendisidir, kendi kendine var olandır. “Allah birdir” de diyemeyiz çünkü Allah, birliğin kendisidir. Allah için “Etkendir ve nedendir” de diyemeyiz, çünkü Allah etken ve neden olmanın kavramının ta kendisidir. Anadolu Tasavvufçularının felsefesinde de “Tek varlık” anlayışı temeldir. Onlar bunu, “Vahdet-i Vücut” sözcüğü ile ifade ederler.
Hadi, şimdi İslamiyet sonrası Orta Doğu’da “Tek”lik anlayışını temel almış mezhepler görelim.
“İsmaillilik Mezhebi”
Bu mezhebe, İsmaillik ya da İsmailîyye, mensuplarının Yedi imama inanmalarından dolayı da, (Yedicilik/Yedi İmamcılık) da denir!.. İlk İsmailî topluluk, 765 yılında İmam Cafer-i Sadık’ın vefatından sonra ortaya çıkmıştır! Bu dönemde Abbasiler, Emevi hanedanını yıkıp, kendi halifelerini tahta geçirmiştir.
İsmail’iler, kurdukları gizli topluluklarla, Hazreti Ali ve soyuna ait olması gereken halifelik hakkının onlardan gaspedildiğine inandıkları için, Abbasi’lere karşı mücadele vermeye başlamışlardır!
Bu mücadele, “El-Dava” adıyla 9. yüzyılda başlamış ve “El-Dava’nın” propaganda veya misyonunu sürdüren Dâîler, eylemlerini Irak, Pers, Doğu Arabistan ve Yemen topraklarına yaymışlardır!..
İsmailliler bu kavgada, her Müslümanı; “Bu adaletsizliği ortadan kaldıracak ve Ehl-i Beyte yeniden hilafeti kazandıracağını söyledikleri, İsmailî İmam Mehdi ile dayanışma yapmaya” davet etmişlerdir! Bu davet başarıya ulaşmış ve ilk Şiî devleti olan Fatımî Devleti kurulmuştur!..
İsmaililer’e göre;
“Kutsal metin ve dini emirler zahir (dışrak/exoteric) ve bâtın (içrek/ezoterik) denilen iki temel esası içerir!.. Kuran’da bulunan dinî yasalar, dönem, dönem değişiklik geçirmesine karşın, hakikat sonsuza kadar baki kalır ve Peygamberlerin halifeleri olan Evliya veya İmamlar da, her devirde tevil veya ezoterik yorum yoluyla vahiylerdeki gizli anlamları açıklamakta idiler!..”
Aşağıda, İsmaillik anlayışı içinde ortaya çıkmış ve iz bırakmış iki oluşumdan;
* Sosyalist niteliği sebebiyle Karmati’ler denilen oluşumdan ve onun içinde yer alan Hallac-ı Mansur’dan,
* Haçlı seferleri sırasında Hıristiyanlığı etkilemiş olan, Lübnan dağlarında yaşayan Dürzî’lerin din anlayışından söz edeceğim!..
***
Karmati’ler
Abbasi döneminde; “Karmati İmamları” adı verilen bir tarikat ortaya çıkmış, hatta bu felsefe bir dönem toplumu yönetmiştir! Önemli olduğu için, Abbasi Halifelerini, Arap gericilerini ve Sünnî İslam Ulamasını korkutan ve bunların o günkü iktidarını rahatsız eden, bu anlayışı ve sosyal uygulamasını biraz uzun anlatacağım.
Karmati Kuran’ı
Karmatîlik; İsmailîlik Mezhebinin, Fatımiler’in İmamlığını kabul etmeyen koludur. İlk örgütlenmesi, M.S. 890‘da Kufa’da, Abbasilerin, Güney Irak bölgesi temsilcisi “Hamdan Karmat tarafından yapılmıştır. Bu sebeple, Karmatîlik olarak anılmaktadır!..
Karmatîlik, 10. yüzyılın başlarına kadar Güney Irak bölgesi ve Suriye’ye yayılmış ve 903’te Şam’ı kuşatmıştır. Ancak, bu yayılış 907 ‘de Abbasiler tarafından bastırılmıştır!
Bahreyn’de ise, Karmatiler “Müminiyye” kentini inşa ederek oraya yerleşirler. 930’da Mekke’ ye saldırarak, Kâbe’den “Hacerü’l Esved’i” (Cennetten gelen taş) alıp, Müminiyye kentine getirmişler ve 11. yüzyıla kadar orada bağımsızlıklarını korumuşlardır. Karmatiler, “İnsanlar arasında her hangi bir fark yoktur. Tüm insanlar eşittir. Tüm insanlar eşit oldukları için malları da eşittir” anlayışıyla düzene karşı örgütlendikleri gibi, “Bizim Kâbemiz ve Kıblemiz Kudüs olduğundan, bütün ibadetlerde oraya dönülür. Dinlenme günü Cuma değil, Pazar günleridir. Yılda iki gün oruç tutulur. Bu da Nevruz ve Mihrican günleri uygulanır” diyerek, Sünnî İslam’ın
savunduğu kelama ve ibadet türüne karşı çıkmışlardır!..
Karmati Felsefede;
* Kemal’e ermek ikinci doğumla gerçekleşir. (inisiyasyon)
* Âlem, bir tecelliler bütünüdür ki türlü şekillerde görülür ve görünür.
* Madde bir hicap = perdedir. Bu perde kaldırıldığında, kişiyi aşan kozmik bir zihin şuuruna erişilir ki işte, ikinci doğum budur. Bu doğum, bir “Kozmik Ben” e ulaşma halidir.
* İnsanın “Kozmik Ben”e ulaşmasını engelleyen beş negativite şunlardır: Gök, tabiat, kanunlar, devlet, ihtiyaç ve zaruret.
* Bu beş musibetten kurtulmak ibadetin hem amacı, hem de kendisidir.
* Bu sebeple, ikinci doğumun elde edilmesini sağlamak için mistik eğitim (seyrusüluk), beş Musibetten kurtulmak için gereklidir
Karmati düşünce, Kuran’ a bağlı bir sistem geliştirmiştir. Ancak, geliştirdikleri bu düşüncelerinde Kuran, alabildiğine sübjektif bir yoruma tabi tutulmuştur.
“Karmati Tevil” diyebileceğimiz bu yorum, yer, yer Kuran’ı tanınmaz hale getirmiştir! Çünkü onlara göre; “Kuran’ın gerçek manasını ancak bâtinî imamlar bilir”!
Muhammed Ali es – Suri, Karmatiler için şöyle der; “Karmati eserlerin bilim ve düşünce üstünlüğü tartışılmaz. Bunu inkâr edemeyen iftiracı çevreler, Karmatileri ahlâk ve inanç yönünden çamurlama yolunu tutmuşlardır.”
İbn-i Sina ise; Karmatilerin sosyal hayatlarına ve yetişme usullerine yönelik olarak;
“Karmatiler, fevkalade iyi yetişen, bunu sağlamak için de çok okuyan insanlardı. Darülhikmet denen medreselerde eğitim görürlerdi. Kitap okuma işini meclis denen yerlerde yaparlardı. Meclislerde her türlü bilim ve felsefe konuşulurdu. Tartışmalar ciddi biçimde yazıya geçirilir, sonra da bu yazılanlar temize çekilerek eser haline getirilirdi. Eser haline getirilmiş
bu yazılar ilgili yerlere gönderilirdi.
Meclisler; muhtelif gruplar için ayrı, ayrı beş grup idi;
1- Büyük ve seçkin dostlar için,
2- Devlet büyükleri ve üst düzey memurlar için,
3- Sıradan insanlar ve yolcular için,
4- Kadınlar için,
5- Saraylı kadınlar için” demektedir.
Kısacası; “Karmati toplulukları tam sosyalist bir hayat yaşarlardı. Herkes çalışmak zorunda idi. Küçük çocuklar bile en azından ekinlere musallat olan kuşları kaçırmak için çalışırlardı. Karmati’lerde mülkiyet sadece teçhizat ve kılıca hastı”.
Hallac-ı Mansur (858 – 922)
İran kökenli, İslam düşünürü olup, Hicrî 244, Miladî 858 yılında, Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu. 922’de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek, işkence ile öldürüldü.
Hallac-ı Mansur’un Yeni-Plâtonculuktan esinlenen düşüncelerine göre; “Evren yaratılmamış, bir ışık kaynağı olan Tanrı özünün yansıması sonucu oluşmuştur. İslam Dininin ileri sürdüğü yaratılma olayı yanlış anlaşılmıştır. Tanrı’dan başka bir varlık olmadığı için yaratılmış nesneden söz edilemez. Yaratılmış nesne, tek varlık olan Tanrı’dır. Yaratan ve yaratılanın iki ayrı varlık olduğunu söylerseniz, bu Tanrısal öze aykırı düşer.”
Hallac-ı Mansur; böylece insanın Tanrı’dan bir görüntü olduğunu söyleyerek, insanın değerli ve kutsal bir varlık olduğunu anlatmaya çalışmıştır.
Hallac-ı Mansur’un benimsediği Tasavvuf anlayışına göre; “Ahlâkın temeli sevgi ve saygıdır. İnsanın gönlü “Tanrı Evi” olduğuna göre, ona saygı duymak, sevgiyle yaklaşmak gerekir. Birbirini incitmek, birbirine karşı kötü davranmak, yalan söylemek, haksızlık yapmak, suç işlemek, saygısızlık yapmak Allah sevgisinden yoksun kalmaktır.”
Miladî 908 yılında meydana gelen bir kaç ayaklanmada. Hallac-ı Mansur’ un düşüncelerinin kitleyi etkilemeye başladığı açıkça görülüyordu. Keyfî idareden rahatsız olan toplum patlamaya hazır bir çıban gibiydi.
Abbasi sarayı bundan çok rahatsızdı. Çünkü ardı arkası kesilmeyen isyanlar başlamıştı.
Saraya yakınlığı ile bilinen ve Hallac-ı Mansur’a içten içe hınç duyan Hamid; “Hallacı Mansur’ un daha fazla yaşatılmasının, sarayın geleceği için bir intihar anlamına geleceği” fikrinde ısrar ediyordu. Kısaca, başını Hambeli gruplarının çektiği bu isyanlar, Hallac-ı Mansur’un
aleyhine olarak kullanıldı.
Onu idam ettiren; “En-el Hak” (Ben Tanrıyım) sözü olmayıp, Abbasi Halifelerinin olumsuz ve keyfi yönetimlerine karşı gelen halkın ayaklanacağı korkusu ve Arap Gericiliği ile yobaz Sünnî İslam ulemasının bilgisizlikleridir. Bunlar, iktidarı kaybetme korkusu içinde düzmece bir yargılamayla Hallac-ı Mansur’u ölüme mahkûm ettiler. Bununla yetinmeyip, Hallac-ı Mansur’u bir deveye bindirerek Bağdat sokaklarında “İşte Karmatilerden biri.” Veya “Karmati Papazını görmek isteyenler gelsinler” diyerek gezdirmişler ve sonra uzuvlarını parçalara ayırıp, yakmışlardır.
***
Dürzî’ler
Beş renkli Dürzî Yıldızı. Dürzîlik, 10. yüzyılda ortaya çıkmış, İslam dininin bir mezhebi olduğu
varsayılan Şiiliğin, İsmailliye grubundan köken almıştır.
Dürzî inancının ana esaslarının çok az bir kısmı kamuya açıktır! İnanç esaslarının çoğu, herkesten saklanır! Bu biraz da, uzun süre inançlarını saklamaları yüzündendir. O tarihlerde Lübnan dağlarında yaşarlar ve işleri marangozluktur. Özellikle, gemi yapımı!
Dürzîler, “TEK=BİR”lik anlayışına inanırlar, bu nedenle kendilerini (Tevhidehli = Birleştiriciler) olarak nitelerler.
Dürzî inancı, Musevîlik, Hıristiyanlık ve İslam inançlarına benzer bir şekilde monoteistliktir. Dürzî teolojisi, Yeni-Plâtonculuk düşünceden ve bazı Gnostik ve Ezoterik gruplardan etkilenmiştir.
Dürzî inancının ilkeleri;
* Diline sahip olma (dürüstlük),
* Kardeşini koruma (kardeşlik),
* Yaşlıya saygı, diğerlerine yardım, vatanı koruma ve
* Bir Tanrı’ya inanmaktır.
* Dürzî inancın bir diğer büyük esası da sadece insanlar arasında olan bir tür reenkarnasyondur.
* Dürzîler çok eşli evliliği, tütün ve alkol kullanımını, domuz eti tüketimini yasak sayarlar.
* Ayrıca Dürzîlik Müslümanlar, Yahudiler veya diğer dinlere mensup olanlarla evlenmeyi yasaklar.
* Dürzî inancı beş kozmik ilke içerir ve bu ilkeler Dürzî yıldızı ile sembolize edilir: Zekâ (yeşil), Ruh (kırmızı), Kelime (sarı), Gelenek (mavi) ve İçkinlik (beyaz).
* Bu erdemlerin beş farklı ruh olarak sürekli dünya üzerinde, peygamber ve filozoflar olarak reenkarnasyona = ruh göçüne uğradığına inanılır.
* Bu peygamber ve filozoflara, Âdem, Pisagor, Akhenaton’da dâhildir.
* İslam dininin inandığı İsa ve Muhammed gibi peygamberlere Dürzîlerin inanıp inanmadığı kesin değildir.
* Oruç, namaz veya hac gibi İslamî ibadetleri yapmak zorunda değildirler. Dürzî’ler, 7 imama inanmakla beraber, bütün evrenin “Allah’ın Evi” olduğuna inandıkları için, bir mabede gidip dua etmeğe gerek görmezler.
Onlara göre;
“Bir mabet ne kadar güzel olursa olsun, yine de kul yapısıdır ve Allah’ın yarattığı tabiatın ihtişamı yanında çok sönük kalır ve Allah’ı böyle sönük bir yapının içinde aramanın anlamı yoktur!”
Keza, “Allah’a olan bağlılığı göstermek için önceden sözler söylemeğe, önceden belirlenmiş bir takım hareketleri, belirli yer ve zamanlarda yapmağa ihtiyaç olmadığına, yaptıkları her hareketin ve özellikle çalışmanın ibadet olduğuna inandıkları için, başka bir ibadet şeklinin lüzumsuz olduğunu” savunurlar!..
Dürzî’ler; bütün dinleri birbirinin benzeri, eşiti olarak kabul ettiklerinden, komşu ulusların sembollerini, öykülerini, yeni bir anlam vererek kendilerine mal etmişlerdir.
Ebcet ve Cifir, Yahudi Kabalası’nın benzeri
Bu anlayışın egemen olduğu M.S. 1000 Yıllarında Haçlı Seferleri başlamış ve bir kısım şövalye tarafından Kudüs ve civarında M.S. 1025’te Şövalye Krallığı kurulmuştur.
İşte, bu oluşumda Dürzîler Şövalyelerin yanında yer almışlardır! Ağırlıklı bu sebeple olsa gerek “Dürzî” kelimesi İslam’da hala küfre eşdeğer olarak kullanılmaktadır.
Ne var ki; Orta Doğu’ya gelen Templier Şövalyeleri, Lübnan dağlarında yaşayan ve yanlarında yer alan Dürzî’lerin, Hıristiyan Kateşizmine zıt olan yani İsa’nın şahadetinin (martyre-passion) sebep ve hikmetini tartışan ve kabul etmeyen din anlayışından etkilenir!
Avrupa’ya dönüşte, bu “TEK”lik esaslı din anlayışının etkisinde, İsa’nın şahadetinin (martyre-passion) sebep ve hikmetini tartışınca, Temple Şövalyeleri dinlerinden çıkmakla suçlanırlar ve Marsilya’dan, İskoçya’ya göçmek zorunda kalırlar!
Orada, “Belli bir dinin esas ve akidelerine değil, bütün dinlerin ortak noktalarının bulunmasının gerektiği, ortak noktaların anlaşılması ve açıklanması ile de, insanlar arasındaki din kavgaları bitecek ve bütün insanlar aynı babanın oğlu ve birbirinin kardeşi olduğu inancıyla, her yerde barış ve huzur olacaktır” esaslarına dayanan Ezoterik bir beraberliği oluştururlar!
O tarihte önemli olduğu için Dürzî’lerin “Kadın” anlayışına değinmek isterim. Şöyle ki;
Kutsal Kitapları olan; “Birlik Sırlarının Kanıtlar Kitabı’na” bakınca, “Âdem ile Havva’nın cennetten kovulması” öyküsü orada da yer alır, ama orada kadın “Şeytanı içinde barındıran” olarak nitelenmez!
O kitapta, Dürzî kadınlar ile Dürzî erkekler kardeş kabul edilirler! Bu sebeple Dürzîlik; kadın ve erkeğin eşit olduğunu, hukuk açısından aralarında bir fark bulunmadığı kabul eder!
Keza, birden fazla kadınla evlenmek yasaktır! Bir Dürzî erkeğin, Dürzî bir kadınla evlenmesi halinde, erkeğin kadını kendisine eşit kabul etmesi, bütün mallarını onunla paylaşması emredilmektedir!
Yazar Önder Limoncuoğlu, İzmir, 25 Temmuz 2021