Gazipaşa Korubaşı Kültür Evi’nde Zamanda Yolculuk…

Gazipaşa Korubaşı Kültür Evi’nde Zamanda Yolculuk…

Müzeleri, zaman ile mekanı birleştiren; tarihsel ve kültürel belleği gözümüzün önünde sergileyen birer zaman makinaları gibi düşünmüşümdür. Bu tür ortamlarda beyninizin boyut değiştirdiğini, algılarınızın zaman içerisinde gidip geldiğini hissedersiniz. Yeter ki kendinizi zamanın rüzgarına özgürce bırakın.

Bazen basit bir giysi, bir takı, küçücük bir kap, bir el aleti ya da zamanın zevklerini yansıtan renkler alır götürür sizi. Kendinizi iyi kaptırmışsanız bir süre dolaşırsınız o zaman diliminde. Çoğu kez gezdiğim bir müzenin dinlenmek için ayrılmış mekanına kendimi attığım olur. Bu tarihsel yolculuğun tadını biraz da oturarak çıkarmalıyım. Biraz içe dönmeli o anların hemen bitmemesini, yaşadığım anla bağlayarak etkisinin bir süre daha devam etmesini sağlamalıyım diye düşündüğüm olur.

Küçüklü büyüklü, bazen de görkemli ve ünlü müzeler de gezmişliğiniz vardır. Paris’e gidenler Louvre; Londra’ya gidenler British; ya da Newyork’a gidenler Metropolitan’ı gezmeden dönmezler. Tam anlamıyla gezebilmek için bu müzelerin bazılarına bir günün yetmediğini biliriz.

Son yıllarda Türkiye’de özel müzeciliğin bir yandan güzel örneklerle gelişmekte olması mutluluk verici. Büyük kentlerimiz dışında küçük kent ve kasabalarımızda da gezmeyi ve destek olmayı hakkeden çok başarılı müze örnekleri var.

Bir müzeyi ya da bir kültür evini ya da bu tür mekanları asıl anlamlı ve eşsiz kılan; büyüklüğü, sergilediği eşya sayısı, bütçesi ya da ne tür gelişmiş yöntemlerle korunduğu değildir. Her şeyden önce bir toprağın tarihinin, kültürünün ve sosyal yapısının değerlerini, eserlerini ya da özgün varlıklarını yine aynı toprak üzerinde sergileyebiliyor mu; sizi doğru ve anlamlı bir şekilde bilgilendirebiliyor mu; sizi zamanda gezdirebiliyor mu; bir tek objenin önünde bir süre de olsa durup düşünmenizi ve düşünürken de bazen duygulanmanızı sağlayabiliyor mu; işte bunun çok önemi var. Aynı toprağın üzerinde tarihte yolculuk yapmak, tıpkı o toprağın endemik bir kır çiçeğini koklama hissi veriyor.

Bir süre önce Antalya’nın Gazipaşa İlçesi’nde Korubaşı Mahallesi Özel Kültür Evi’ni ziyaret ettik. Ziyaretimiz öncesinde Kültür Evi’nin kurucusu Hikmet Özkaynak öğretmenimiz ile de tanışabilsek ne güzel olur düşüncesi ile önceden aradık. Büyük zarafet ve özenle örnek bir Cumhuriyet Kadını tavrı ile bizleri karşılayan Hikmet Hanım aynı zamanda Cumhuriyet Kadınları Derneği Antalya Konyaaltı Şubesi Başkanlığı görevini de yürütmekte imiş.

Kültür Evi, beş dakikada gezip çıkılacakmış gibi görünen o mütevazı ortam; üzerindeki yaşam kokusu; insan eli değmişliği; yörenin bir dönemki yaşamının nasıl da zorlu koşullar içerdiğinin ve kendine has kültürünün izleri ile bizleri aldı götürdü.

Sergilenen eşyaların nasıl toparlandığının öyküsünü anlatıyor Hikmet Öğretmenimiz. Kendi ailesine ait eşyalara bölge halkından toparladığı eşyalar eklenmiş; sonra sergilenmesi için bağışlanan birçok eşya, araç ve gereçler de eklenince ortaya işte böyle bir kültür evi çıkmış. Aileye ait küçük bahçe evi şimdi kültür evi olmuş. Gönlün sığdığı yere gövde de sığarmış ya; Hikmet Öğretmen, o Cumhuriyet Kadını o mütevazı mekana ne çok gönül zenginliği sığdırmış. Algıda seçicilik mi dersiniz bilmem ama beni ilk etkileyen şey renkler oldu. O eski dokumalardaki ya da gelin kıyafeti olmuş o eski kumaşın desenlerindeki renkler sanki dün dokunmuş gibi gözlerinize bir ziyafet sunuyor.

Antalya’nın bu bölgesinde, yaylalarında, kimi zaman yerleşik ve kimi zaman da göçer yaşamında insanımızın nasıl giyindiğini, giydiği elbisenin kumaşını nasıl ürettiğini, evinde ya da işliğinde hangi alet-edevatları kullandığını, nasıl beslendiğini, yeni doğan bebeğine nasıl baktığını, yiyeceği ürünleri nasıl ürettiğini, burada sergilenen eşyalardan bir bir çözmeye çalışıyoruz.

Bölgenin, Bahşiş Yörükleri, Karakoyun Aşireti, Sarıkeçililer gibi Oğuzların yaklaşık 24 koluna ev sahipliği yaptığı; dönemin renkli sosyal dokusu ile yöre insanının yaşamından küçük küçük örnekler görüyoruz.

Kumaş dokumak için geliştirilmiş bir el tezgâhı çok ilgimizi çekiyor. Basit gibi görünen bu el tezgâhı, içinde yaşadığımız sanayi 4.0 ya da her şeyin dijital çalıştığı günümüzdeki, modern tekstil makinalarının ataları olarak da görülebilir. Şaşırtıcı olan ise o günlerin zorlu yaşam koşullarında bu tür tezgahların geliştirilebilmesi. Doğal boyalı iplerle, tam bir el emeği göz nuru verilip dokunan kumaşlara karşı, zaman bile insaflı davranıp o güzelim renkleri soldurmamış. Özellikle küçücük cüssesi ile bu el tezgahını görmeyi sakın ihmal etmeyin.

Kültürevinin mütevazı parçalarını incelerken belki de siz çok daha başka eşyalara dikkat kesilebilirsiniz. Örneğin, ata binmeye hazır gelinin giydiği kıyafetteki ince detaylar; ya da beşikteki bebeğin altının temizlenmesi için kız bebek için ayrı erkek bebek için ayrı geliştirilen, “sibek” gibi isimler verilen araçlar.

Gezerken başka bir detay ilgimizi çekiyor: Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e zaman zaman din kisvesi altında dil uzatan, kerameti kendinden menkul kişilere tanık olmuşluğumuz vardır. Gazipaşa’daki Atatürk büstünün açılışında Yeni Cami imamının konuşma metninin önünde ibret ve saygı ile duruyoruz. Salt bu metnin tamamını okumak için bile bu Kültürevini ziyaret etmeye değer: özet olarak 29 Nisan 1964 günkü konuşmasında şöyle diyor o güzel yürekli imam Süleyman Kocaballı: “…Muhterem zevat değerli dinleyicilerim, İmam Süleyman Kocaballı, mesleki zaviyesinden konuşmak üzere huzurunuzdadır. Bu Atatürk büstünü niçin diktik? Hastalıklardan kurtulmak inancıyla bez bağlamak için mi yoksa temireğe gibi cild hastalıklarında toprağından sürünmek yahud çocuk getirmek veya yaşatmak kuruntusula etrafına mum yakmak ve adak kurbanı kesmek için mi diktik? ….Biz bunu ancak miras bıraktığı vatanın ve modern idarenin şükran borcunu ödemek çabasıla diktik, ödeyebilmiş isek ne mutlu bize…” Konuşma uzun ve oldukça anlamlı cümlelerle devam ediyor. Atatürk’ün Birinci Cihan Harbindeki bu ülke için yaptığı kahramanlıkları ve devamındaki kurtuluş mücadelesini anlatarak şöyle devam ediyor: “…Kurduğu rejime, bu toptan bağlılık sembolünün, memleketimize verdiği ihtişamla düşmanlarımızı düşündürmek dostlarımızı öğündürmek için diktik, çünki her iki taraf maneviyatına gerektiği tesiri yapan her türlü gösteriş, dinimize göre sadece mübah değil elzemdir. Zira bu, başarının ilk şartı değil anahtarıdır….”

Salt gördüklerinizle yetinmeyin, mümkünse konuşturun Hikmet Öğretmeni. Dışarıdaki bir değirmen taşı bizlere başka bir sohbetin kapısını aralıyor. Hikmet Öğretmenin eşi Nuri Öğretmeni de konuşturmasak nereden öğrenecektik akrabası Lüle Emmi’yi. Lüle Emmi kim mi? Zamanında adı Taşkesiği olan, bugün ise doğal havuzlar diye bilinen ve buradan alınan taşların yerinde oluşmuş havuzları bu bölgede bilmeyen yoktur. Deniz ne kadar dalgalı olursa olsun kayaların gördüğü dalga kıran görevi burayı nefis bir havuz yapmış. Taşkesiği’nin adı da bu zamanda böyle yayılmış. Keyifli ve pırıl pırıl bir bir akvaryumda adını bile bilmediğiniz rengarenk balıklarla yüzmek istiyorsanız; balıkçıların şnorkel; ya da köylü bir teyzenin “solukluk” dediği borulu maskeyi geçiriverin kafanıza, derin olmayan bir akvaryumda yüzme zevkini yaşayın.

 Taşkesiğini ve Lüle Emmi’yi anlatacaktık öyle değil mi? O yıllar, bölgede buğdayın, Toroslar’dan gürül gürül akan suların çalıştırdığı su değirmenlerinde öğütüldüğü yıllar. Değirmenlere de değirmentaşı gerekir öyle değil mi? İşte o dev değirmen taşları bu bölgeye hatta çevre il ve ilçelere kadar buradaki taşlardan kesilirmiş. Gazipaşa’nın bu bölümünde deniz kumunun sanki çimento ile karılarak dökülmüş gibi taşlaşmış formunu görürsünüz. Bu özel ve doğal oluşumun yaklaşık beş bin yılda tamamlandığı biliniyor. İşte Lüle Emmi, bugünkü doğal havuzlar denilen yerde, deniz kenarlarında yetişen uzun bir kargıyı (kamışı) bir hortumla takıyor ağzına ve başlıyor su altında keski ve çekiç ile taş kesmeye. Öyle peynir kesmeye benzemez elbette, taşı kesiyor Lüle Emmi. O tonlarca ağırlıktaki taşları civardaki değirmenlere taşımak da arabacı Efe Hakkı tarafından yapılırmış. Çapı yaklaşık bir metrelik bir taşın önce ağırlığını sonra da nasıl kesildiğini ve taşındığını hayal edebilir misiniz. Nuri Öğretmene soruyorum: Siz Lüle Emmiyi taş keserken gördünüz mü hiç. Tabi canım biz oralarda oynamaya yüzmeye girerken Lüle Emmi de ağzına kargıyı takar suya dalar suyun altında uzun zaman çalışırdı diyor. Doğrusu bu işin insan gücü ile nasıl yapılabildiğine aklım ermese de bugün doğal havuzlarda yüzerken Lüle Emminin keski ile işaretlediği taşları; hatta kesilmeye başlanıp o halde kalmış birkaç değirmek taşını gözlerinizle görebilirsiniz.

Kültür Evi’nin önünde bir başka sürpriz bizi bekliyor. 25 adet zeytin ağacının her birine bir Şairimizin adı verilmiş. Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Özdemir Asaf, Ahmet Arif gibi şiirimizin çınarları şimdi birer zeytin ağacına isim olmuşlar. Bir zeytin ağacının payına iki güzel isim düşmüş: Karacoğlan ve Cahit Külebi. Bu iki ismi gördüğümüzde, neden bu ağaçta iki isim var dememize fırsat kalmadan Kültürevinin bir ziyaretçisinin doğaçlama dörtlüğü ile cevabını veriyor Hikmet Öğretmen: Bir dalda iki ozan / Ne güzel yazmış yazan / Biri çağdaş Külebi / Diğeri Karacaoğlan.

 

Hikmet Öğretmenimizin sürprizleri bunlarla sınırlı değildi elbette. Gazipaşa’nın güzel suyu ile demlenmiş nefis çaylarımız eşliğinde kendi şiirlerinden oluşan “Bir Hazan Vakti Şiirsemeler” adlı şiir kitabını imzalıyor.

Hikmet Öğretmen, bu yöreden, Kültür Evi’ne bağışlanan her bir eşyanın kime ait, hangi yıllara ait, bağışlayan kim, yaklaşık bir maddi değeri var ise ne kadardır hepsini kayıt altına almakta. Daha sonra da bağışçının ya da kullanan aile büyüğünün adını bir panoda ölümsüzleştirmekte.

Hikmet Öğretmenimizin kişisel çabalarıyla başlatılan bu Kültür Evi’ nin, yöre insanının günlük yaşamını yansıtan, sergilemeye değer her türlü araç-gereç, giysi ve benzeri tüm eşyanın sağlayacağı katılımlarla büyüyeceği inancımızla yeniden görüşmek üzere ayrılıyoruz.

Yazar Salim Koç, Antalya Gazipaşa, 16 Ağustos 2021

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir