Hayat Yaşamaya Değer

Hayat Yaşamaya Değer

Adalet, ancak yaratılırsa var olacaktır. İşte insani sorun budur.” Çok iyi-ama hangi adalet? Ve, adaletin ne olduğu ya da ne olması gerektiği bilinmeden nasıl adalet yaratılabilir“Eğer adalet yok olursa,” der Kant, “insanların yeryüzünde yaşıyor olmasının bir değeri kalmaz.”

Bir şeyi iyi olduğu için arzulamayız; tam tersine, arzu ettiğimiz için onun iyi olduğunu düşünürüz. Hayatın kendisiyle ilgili olarak da aynı şeyi söyleyebiliriz: Hayat iyi olduğu için onu sevmeyiz; onu sevdiğimiz ölçüde iyi olduğunu düşünürüz.

Diğer yönden inanç bağlamında konuya yaklaştığımızda, bir buyruk Tanrı’dan geldiği için ahlaki değildir; buyruk ahlaki olduğu için onun Tanrı’dan geldiğini düşünürüz. Kant şöyle yazar: “İncil’deki azizler bile, kabul edilmeden önce, ahlaki mükemmellik idealimizle karıştırılmamalıdır.” Buradan bakıldığında, Aydınlanma, laiklik ve modernite ruhudur; bunlardan vazgeçmek söz konusu değildir. Ahlakın temeli din değildir; bazılarına göre, dini öngören veya meşrulaştıran, ahlaktır. Şayet Tanrı ahlakın temeli olsaydı, artık ahlak diye bir şey olmaz, sadece dindarlar olurdu.

Bugünkü temamız, günümüzün önemli bir filozofu ile “felsefe dünyası”nda yapılan uzunca bir söyleşi…

Filozof Andre’ Copmte-SPONVILLE ve ben (François L’YVONNET) son yirmi yıl içinde yaptığımız on civarında söyleşiyi bir ciltte toplamayı uzun zamandır düşünüyorduk. Bu söyleşilerin tamamı sözlü olup, çoğunlukla genel okura hitap eden dergilerde yayımlanmak üzere yapıldığı için röportaj tarzındaydı. Ancak Andre’, 2014 yazının başında bunların tamamını yeniden okuyunca pek tatmin olmadı ve “Bunlardan kitap olmaz; hepsini yeniden gözden geçirmek ve düzeltmek gerek Sıfırdan başlayalım, bu sefer doğrudan yazılı olarak devam edelim” dedi. Biz de tam olarak bunu yaptık. Elektronik posta yoluyla altı ay boyunca yazıştık. Sonuç ortada…

Dostça gerçekleştirilen, zengin ve yoğun bir sohbet…

François L’Yvonnet’nin yönlendirmesiyle ilerleyen bu uzun söyleşi, sorular soran ve yanıt arayışının hiç bitmeyeceğini gözler önüne seren özgün bir felsefecinin yaşam güzergâhını sunuyor. Söyleşi, günümüz dünyasını, dahası yaşama sanatını anlamaya yönelik bir rehber aynı zamanda.

Kendini Epikuros tarzı bir materyalist, Spinoza tarzı bir rasyonalist ve Montaigne tarzı bir hümanist olarak tanımlayan Comte Sponville, bu kitapta her birimizi ilgilendiren, mutluluktan umutsuzluğa, hakikatten bilgeliğe, aşktan siyasete, ateizmden maneviyata pek çok konuyu kendi üslubunca, açık ve samimi bir biçimde irdeliyor. Hayat Yaşamaya Değer kitabı, dilinin arılığı ve sadeliğiyle; doğruluk, etik, ahlâk, değer gibi çok temel felsefi kavramları ele alışındaki şaşırtıcı yalınlıkla, yazarın felsefeden beklentisinin de bir yansıması: hayatı anlamak ve ona değer katmak… Hayat Yaşamaya Değer, hayatı sevmeye adanmış bir hayatın yaşamaya değer olduğunu dile getiren, felsefecinin kendini ortaya koymaktan çekinmediği bir “hayat risalesi”.

İşte ben de doygun felsefi içeriği olan “Hayat Yaşamaya Değer” adlı Filozof Andre’ Copmte-SPONVILLE ve François L’YVONNET arasındaki, ülkemizde ilk basımı 2020 sonlarında yapılan, bu söyleşi kitabı üzerine sizleri bilgilendirmek istedim.

André Comte-SPONVILLE, 1952 Paris doğumlu, Fransız eğitimci ve filozof, Sorbonne Üniversitesi’nde uzun yıllar ders verdi. Diğer eserleri arasında felsefe dünyasında en çok ses getiren “ Traité du désespoir et de la béatitude [Büyük Erdemler Risalesi] adlı eseri, 2012 yılında ülkemizde de yayınladı.

Kitabın ana fikirini anlamak açısından, öne çıkan birkaç paragrafını sizlerle paylaşmak istedim.

* Düşünenin beyin olup olmadığı konusunda ikna oldum ve bugün pek az nörolog buna itiraz ediyor. Fakat düşünceyi açıklamak için bu yeterli midir? Ben bundan emin değilim. Birçok ünlü nörobiyoloğa sorduğum bir soru bu: “Doğru bir fikir ile hatalı bir fikir arasında ne tür nörobiyolojik farklılık vardır?” Hepsi bana “Hiçbir şey” cevabını verdiler ve şüphem yok ki haklılar. Doğru bir fikrin nörobiyolojik olarak bilinmesi, onunla ilgili her şeyi bilmek anlamına gelir; o fikrin doğruluğu hariç. Bir fikri (olgu olarak) bilmek, onu (bir fikir olarak) düşünmemizi engellemez.

*“Kuduz olan bir köpeğin kuduz olması onun hatası değildir, ancak onu öldürme hakkımız vardır” derdi Spinoza. Ancak insanlarla ilgili olarak, durum tabii ki farklıdır. Bir insanın bir başka insana zarar vermesini önlemek, kendini korumak ya da onların kendilerini iyileşmelerine yardımcı olmak için genellikle daha yumuşak yollar mevcuttur. Bu, Marcus Aurelius’un bilgeliğiyle buluşur: “Onları eğitebilirsen eğit. Eğer eğitemezsen, onlara tahammül et” -Ben şunu ekleyeceğim: Onlarla mücadele etmek için başkalarıyla birlikte harekete geç!

* Bizler birer hayvanız, ama zihnimiz var: Zihin, bizimle onlar arasında önemli bir fark yaratıyor. Bu da onların geleceğini önemsememizi açıklıyor (zihin evrensele doğru açılan bir kapıdır), hâlbuki bizim geleceğimizle ilgilenmez onlar. Balinaları, yunusları, filleri, gergedanı, gorilleri korumak için savaşıyoruz. Fakat insanlığın, nesli tükenmekte olan bir türe dönüştüğünü düşünün -bir gün belki bu da olacaktır: Hiçbir balina bizi kurtarmaya gelmek için kuyruğunu kaldırmayacaktır! Kısacası, türler arası farklılıklar önemlidir; dolayısıyla bizim türler arası özgül ödevlerimiz de lağvedilemez. Bir hayvana (örneğin bir köpek veya bir kedi) bir insan gibi muamele etmek nasıl tuhafsa, insana da hayvana davranır gibi davranmak hatta cezai sonuçları olacak bir eylem olacaktır. Dolayısıyla pratik hümanizm, bütün filozofların en doğalcısı olan Spinoza’dai görüldüğü gibi: Bir insan için, başka bir insandan daha kıymetli hiçbir şey yoktur. Tabii ki doğayı tahrip etmek ya da hayvanları öldürmek için bir neden değil bu: Konumlarının, insanlarınkiyle karşılaştırıldığında, ikincil olması onlara karşı sorumluluktan bizi bağışık kılmaz. Hayvanların hakları var mı? Mutlak olarak yok elbette, birbirlerine karşı da yoktur (kaplan, öldürdüğü ceylanın haklarını ihlal etmez), ancak bundan başlayarak bizim onlara karşı görevlerimiz vardır: Gereksiz yere acı çekmelerini veya sebepsiz yere ölmelerini önleme görevimiz…

* Avrupa’nın tamamının “filozoflar” olarak adlandırdığı Voltaire, Montesquieu, Rousseau, Diderot, daha sonra gelecek olan Maine de Biran, Bergson, Alain, Sartre, Camus, hepsi de hayran olunacak düzyazı ustalarıdır. Bu bir Fransız özelliğidir: Bizim büyük filozoflarımızın hemen hemen hepsi aynı zamanda en iyi yazarlarımızdır. Bu durum İngiltere ve Almanya için geçerli değil: Hobbes, Locke veya Hume, Leibniz, Kant veya Hegel çok büyük dehalardır, ancak edebiyat tarihinde yerleri yoktur. Nietzsche bunun bir istisnası olabilir.  Zaten Alman öncüllerinden daha ziyade Fransız filozof ve ahlakçılardan bahsetmesi boşuna değildir. Bu üç gelenek arasında kendi açımdan hiçbir felsefi hiyerarşi yapmıyorum: Leibniz veya Hume’un felsefi olarak Descartes veya Pascal’a gıpta edecek halleri yoktur. Ben Aristoteles’i antik dönemin en büyük filozofu kabul ettiğim gibi, Kant’ı da modern dönemlerin en büyük filozofu olarak görüyorum.

* Öğretim üyesiyken bile, meslektaşlarımdan çok öğrencilerim ve “insanlık için” yazmayı tercih ettim; Bergson’un sakin bir şekilde dediği gibi, daha ziyade öğrencilerim için! Bu, tüm kitaplarımın kolay olduğu anlamına gelmiyor. Hepsi de anlaşılırdır; en azından anlaşılır olmaya çalışıyorum. Fakat bazı kitaplarım, biraz fazladan çaba ve en azından bazı felsefi temellere sahip olmayı gerektiriyor. Okurun anlayabilmesi için elimden geleni yaptığım iki kitabım bile, ilk bakışta göründüklerinden daha az basittir. İyi eğitim almış birçok okur (doktorlar, mühendisler…) bana bunları okumakta zorlandıklarını itiraf ettiler. Bu beni rahatsız ediyor, ama ne yapabilirim? Felsefede pek çok şey, kişinin kendine dayattığı veya izin verdiği teknik düzeye bağlıdır.

Felsefe yapmanın iki şekli olan bilgelik ve popülerlik arasında bir hiyerarşi kurmuyorum: Her iki safha da başyapıtlar ve birçok kötü kitap var. Zorluk, yazarın kapasitesinden ziyade hitap ettiği kitleyle ilgilidir. Teknik nitelikler eserlerin değeri hakkında bir şey söylememekle birlikte okuyucular üzerinde birtakım etkiler yapmaktan geri kalmaz. Oysa ben, birçok nedenden dolayı kendimi uzmanlar alanına hapsetmek istemiyordum. Sık sık Diderot’nun şu sözlerini aktarırım: “Felsefeyi halka yaymak için acele edelim!” Benim de yapmaya çalıştığım buydu. Bazı kişilerin beni bu konuda eleştirmelerini acı buluyorum. Sadece uzmanlara hitap edersek gericilikle, fanatizmle veya kötülükle nasıl-mücadele edebiliriz? Felsefede teknik nitelik kanıtlanamayacağına göre, ne işe yarar?

* Ben, doğanın var olan her şey olduğunu (naturalizm, içkincilik) ve tözün birliğini (monizm) kabul etmekteyim. Ancak Spinoza’nm yazdıklarının aksine, ben doğanın “düşünen bir şey” olduğuna inanmıyorum ve bu nedenle tözün Tanrı olduğuna da inanmıyorum. Ethica’nın üçüncü kitabında, “Ruh ve beden bir ve aynı şeydir” diye yazar. Bu, en sık aktardığım cümlelerden biridir ve kesinlikle buna katılıyorum. Ancak, seçkin bir biyolog ve Spinoza’yı iyi tanıyan bir kişi olan Henri Atlan, bir zamanlar bana, “Ruh ve beden bir ve aynı şey ise, bu şey kesinlikle ne ruhtur ne de bedendir” demişti. Bu nedenle ben Spinozacı değil, materyalistim. Ben diyorum ki, ruh ve beden bir ve aynı şeydir ve o da bedendir! Ancak bu beden düşünür: Spinoza’ya katıldığım (başka türlü bilim de olmazdı felsefe de olmazdı) ve bilim bize süreci açıklayana kadar -zira “nasıl”ı açıklamak bilimin görevidir- az çok anlamaya çalıştığım şey budur.

* Platon ve Aristoteles merkezdedir: Birincisi parmağını göğe doğru kaldırmış, ikincisi ise avucu yere doğru, elini uzatmıştır. Gerçekten de, bu iki düşünür arasındaki düşünüş farklılığını oldukça net bir şekilde ortaya koyan alegori şudur: Platon, her şeyden önce fikirlerle, idealarla, hatta onların aşkınlığıyla (“özün ötesinde” İyi) meşgul olur. Aristoteles, bu maddi dünyaya, yaşamın geleceğine, çeşitliliğine ve olduğu şekliyle insanlığa daha açıktır.

Onlar iki muazzam dâhidir. Fakat Aristoteles aslında benim için daha önemlidir. Sadece kendimi onun bakışına daha yakın hissettiğimden değil (aynı idealar dünyası ve ruh-beden ikiliğinin reddi, eylemin güce önceliği, soyutlamalardan ziyade gerçek varlıklar olan bireylere, Bir’den ziyade çokluğa, kendinde İyi’den ziyade erdemlere verilen önem). Onunla mutabık olamadığım yerlerde bile (finalizm, teoloji, zekâ unsuru hakkında) onu göz kamaştırıcı bulurum. Benim için Antik Çağ’ın en büyük filozofu, belki de Kant’la birlikte, tüm zamanların büyük filozofu odur.

Üstün zekâlı bir öğretmen olan Aristoteles, bir eğitmenden, hocadan çok daha fazlasıdır! O ustaların ustasıdır (Montaigne’in Sokrates’e dediği gibi). Ortaçağ’da söylendiği gibi “Filozof”tur ve tüm disiplinlerde tüm zamanların en büyük zihinlerinden biridir. En azından bize ulaşan kitaplarında (ki genel kamuoyuna hitap eden ve eskilerin hayran kaldığı “anlaşılır” yazıları maalesef kaybolmuştur) mesleği felsefe olanlara hitap eder. Bu onun ciddiyetinin ve titizliğinin, büyüklüğünün bir parçasıdır. Onun Metafizik kitabından daha fazla hayranlık duyduğum ve Nihomakhos’a Etik kadar beni etkileyen başka bir kitap yoktur (bu arada, Büyük Erdemler Risalesi‘ni yazdığım iki yıl boyunca masamın üzerinde kaldığını söyleyeyim). Belki de Aristoteles’te en çok hayran olduğum şey, altüst edici zekâsının yanı sıra dokunaklı insancıllığıdır. O sevilesi bir deha, nadir bulunacak türden bir dosttur. Gülünç bir itiraf ister misiniz? Bir kitap yayımladığında, en büyük hayalim Aristoteles ve Montaigne’in kitabım hakkında ne düşüneceğini kendime sormaktır.

*Beni etkileyen veya aydınlatan çok cümlesi vardır Nietzsche’nin ancak tercih ettiğim cümlesi Şen Bilim‘deki diyalog ya da soru-cevap şeklindeki şu üç özdeyişi özellikle beğenirim:

“Kime kötü diyorsun? Daima utandırmak isteyene.”

“En insani olduğunu düşündüğün şey nedir? Birini utanç duymaktan kurtarmak.”

“Ele geçirilen özgürlüğün mührü nedir? Artık kendinden utanmamaktır.”

* Kant, “Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi” kitabında: “Mutluluk kavramı öylesine belirsizdir ki, bütün insanların mutlu olma arzusuna rağmen hiç kimse kesin ve tutarlı olarak ne arzuladığını ve ne istediğini asla ifade edemez,” derken herkesin mutluluğu aradığını ancak kimse somut olarak onun ne olduğunu, ona nasıl erişileceğini bilmediğini vurgularken şöyle bir sonuca varır: “Mutluluk aklın değil hayal gücünün bir idealidir.”

Öyleyse nedir mutluluk? Cevabım hem alışılmış hem de nihaidir: Mutluluk, mutsuzluğun tam tersidir. Tam bir perspektif değişikliği! Mutluluğun ne olduğunu bilmiyoruz. Kim altı ay, hatta altı gün boyunca tamamen mutlu olacağını bilebilir? Ben bilemem… Oysa mutsuzlukla ilgili olarak pek çoğumuzun açık tekrarlanan ve şüphesiz bir tecrübesi vardır. Mutluluk hayal gücünün bir idealidir, ancak mutsuzluk öyle değildir. İdeal değil bir gerçektir, hayal gücü değil bir sınamadır. Diğer söylemle, tüm arzularımızın tatmini değildir, sürekli ve istikrarlı bir sevinç de değildir. Ben buna doygunluk diyorum ve mutluluk için asla yeterli değildir, ya da maddi haz diyorum ve böyle bir şey yoktur; bizim mutlu olmamızı engelleyen sadece bir rüyadır. Mutluluk felsefenin özel bir amacı değildir, ancak, insanlığın genel amacıdır.

Felsefe de nesne olarak her şeyi içine alan, aklı bir araç olarak kullanan ve hedefi de bilgelik olan teorik bir pratiktir. Bu bağlamda, bilgelik felsefenin hedefi olsa da, bilge kişi, felsefe yapmaya ihtiyacı olmamasıyla tanınır. Felsefe zirve yaptığı noktada ortadan kalkar. Dağlarda olduğu gibi: Yolun götürdüğü yerde (zirvede), artık yol yoktur.

* Bugün, maddi ve entelektüel alışverişin çoğalması nedeniyle, dünyanın tüm medeniyetleri giderek daha fazla etkileşime giriyor, birbirini etkiliyor ve birbirine nüfuz ediyor. Öyle ki daha değerli olanla daha az değerli olanın arasındaki sınır, şunun ya da bunun gözünde artık jeopolitik kampların ve medeniyet bloklarının tümünün ortasından geçiyor. Küreselleşme ve karmaşıklık el ele gider. Ben bunda tehlike yerine ilerleme görüyorum.

Mesela dört genç mühendis ya da yöneticiyi düşünün, her biri yaklaşık otuzlu yaşlarında: bir Amerikan, bir Japon, bir Faslı, bir Fransız. Aynı ülkede yaşamıyorlar, aynı dili konuşmuyorlar, hepsinin dini olsa da aynı dine mensup değiller. Yine de birbirlerine, neredeyse her zaman, büyük dedelerinden daha yakınlar-ve muhtemelen torunları onlardan daha yakın olacaklar. Aynı işi, aynı beceriyle yapıyorlar. Belki de aynı çokuluslu şirkette… Aynı tarz giyiniyorlar. Batı tarzı mı? İsterseniz öyle denebilir, ancak bu daha az anlam taşıyor, onlar günümüzün kıyafetlerini giyiyorlar; hafta içi takım elbise, hafta sonları blue jean. Daha çok aynı şeyleri yiyorlar. McDonalds mı? Her zaman değil Tokyo’daki mükemmel bir Fransız restoranında yemek yemeyi tercih ediyor; San Francisco’daki büyük bir Çin restoranında, Paris’teki harika bir Arap restoranında, New York’ta bir İtalyan, Londra’da Hint, Zürih’te Japon restoranında… Dünya mutfağından yiyorlar ve benim gibi yemeyi seven biri için bu gastronomik küreselleşme harika bir fırsat. Devam edelim. Dört genç yöneticimiz her zaman aynı müziği tercih etmese de zevkleri gitgide benzemeye başlamaktadır. Örneğin biri kemanda Mozart ve Schubert çalar: Bu Japon olandır (klasik müzik yarışmalarının birçoğunun, özellikle telli çalgılarda, yıllarca Asyalı virtüözler tarafından kazanıldığını benim gibi siz de biliyorsunuzdur). Bir diğeri 1950’lerin Amerikan cazını tercih eder: Buda Faslı olandır. Bir diğeri Avrupa teknomüziğini tercih eder, özellikle Fransız teknosunu: Bu Amerikan olandır. Bir diğeri rai tercih eder, oryantal dans dersleri alır: Bu Fransız olandır.

*Medeniyet, bir toplumu diğerlerinden (veya birçoklarından) ve barbarlıktan ayıran, o topluma özgü olan eserler, kurumlar, inançlar, değerler ve bilgiler bütünüdür. Genellikle aynı medeniyet, içinde birçok alt grup oluşturan farklı kültürden oluşur. Oysa bugün, özellikle teknik bilgi-bilim ve teknoloji- giderek tüm kıtalarda benzeşmeye başladı. Kozmolojiyi düşünün… Beş ya da altı asır önce, her medeniyetin kendine has bir kozmolojisi vardı: Hepsi mitolojikti ve hepsi birbirinden farklıydı, Bugün, bütün dünyada kozmoloji, Kopernik’ten bu yana giderek artan bir şekilde modern fizikten kaynağını alıyor; Büyük Patlama ve genişleyen evren modeline kadar gidiyor. Bu, dünyaya bakışımızı nasıl birbirine yakınlaştırmasın ki?

*Dinsel inançlar farklı mı kalıyor? Batılılardan gittikçe daha fazla sayıda Budizme veya İslam’a dönenler var. Afrika veya Asya’da giderek daha fazla Hıristiyan, bütün dünyada giderek’ daha fazla ateist ya da agnostik var. Bu durumda dünya tek tipleşme tehdidi altında denebilir. Bu tamamen yanlış değildir. Medeniyetler birbirine yaklaşma eğiliminde ve dolayısıyla, seyahatler biraz daha az egzotik hale gelmiş olabilir. “Antropoloji bir entropolojidir” derdi Strauss, biraz melankolik biçimde. Ülkeler arasındaki kültürel farklılıklar giderek azalma eğiliminde. Ancak toplumlar gittikçe daha az birbirinden farklıysa, bireyler de gittikçe aynılaşacaklardır, hatta aynı toplumun içinde bile! Tüm Bretonların ayine gittikleri ve yuvarlak şapka taktıkları dönemler geride kaldı. Dört mühendisimize veya yöneticimize geri dönüyorum. Bunlardan biri Sufi mistisizminin etkisine girdi: Bu mutlaka Faslı olmak zorunda değil. Bir başkası yoga veya Zen ile ilgilenmeye başladı: Bu mutlaka Japon olmak zorunda değil.

Bir diğeri İncil’e merak saldı: Bu mutlaka Fransız olmak zorunda değil. Ve bu dört kişiden en dindışı olanın Amerikalı olması ihtimal dışı değildir (Amerika Birleşik Devletleri’nde ateistlerin sayısı hep az olmakla birlikte son otuz-kırk senedir beşe katlamış durumda). Farklar kaybolma eğiliminde değil, fakat ülkeleri gitgide daha az, bireyleri daha çok birbirinden ayırıyor. Küreselleşme ve bireycilik el ele gidiyor. Farklar veya tekillikler artık devletlerin veya kiliselerin değil, daha çok fazla bireylerin sorumluluğunda. Bu durum, sadece özgürlüklerden ya da farklılıklardan ürkenleri korkutuyor.

*Fransızlar her şeyi devletten beklerler -sanki o iş, servet ve refah yaratacakmış gibi!- ve sonra da kendilerini hayal kırklığına uğrattığı gerekçesiyle onu suçlarlar. Politikacılarımız seçimleri kazanmak için devletin bu üstün gücüne inanmış gibi davranırlar ya da sonunda kendilerini ona inandırırlar. Vaatlerini yerine getiremedikleri için bir sonraki seçimi kaybederler. Her zaman bir umut ve hayal kırklığı döngüsü yaşanır. Sarkozy’nin 2007’de ne dediğini hatırlayın: “Ben büyümeyi sağlamak için canımı dişime takacağım” diyordu. Bu bizi büyük bir durgunluktan kurtaramadı. Çünkü büyüme bu şekilde gerçekleşemez ve ayrıca, bunu bir kişi de gerçekleştiremez: Yapılabilecek en iyi şey, ona zarar verecek hiçbir şey yapmamak ve onu teşvik etmek adına her şeyi yapmaktır.

Bacon’un ne dediğini biliyorsunuz: “Doğayı, sadece ona uyarak yönetebiliriz.” Uçaklarımızı düşünün: Onlar hiçbir şekilde yerçekimini ortadan kaldırmıyorlar; yerçekiminin kullanmak şartıyla, sadece onu yenmiş hissi uyandırıyorlar. Piyasa hakkında da aynı şeyi söylemek isterim: O yalnızca kuralları kabul edilerek yönetilebilir; öncelikle mekanizmalarını anlamak koşuluyla bir manevra şansımız olur.

*Haftalık bir dergi birkaç yıl önce benden “büyük günahlar” üzerine bir makale istemişti. Geleneksel listeyi biliyorsunuz: kibir, cimrilik, şehvet, kıskançlıkoburluk, öfke, tembellik. Bu liste eskidi tabii. Şu an kırbaçlanacak başka şeytanlarımız var! Bu yüzden başka bir liste önermek zorunda kaldım, burada onu hatırlatmakla yetineceğim: bencillik, zulüm, korkaklık, kötü niyet, kendini beğenmişlik, fanatizm, gevşeklik. Başka bir yerde ele aldığım için burada esasa girmiyorum. Ancak bu yedi kötü ya da kusurlu şey (eğer istenirse “günah” da denebilir) gerçekten benim için ahlaki kötülüğün inkâr edilemez yedi olgusudur -zira ister içimde olsun isterse de başkalarında olsun, sürekli olarak onlarla karşılaşıyorum.

* Bir insanın varlığını değerli kılan, onun inanıp inanmaması değil, muktedir olduğu sevgi, adalet ve cesarettir. Veya başka bir deyişle; Hristiyanlar ve ben yalnızca üç gün ile birbirimizden ayrılırız-Mübarek Cuma’yı Paskalyadan ayıran üç gün. İncil’i tekrar okurken, neredeyse hayranlık duyuyorum. “Neredeyse” diyorum çünkü mucizelerle ilgilenmiyorum ve kimseye sağ yanağıma tokat atmasını tavsiye etmem: sol yanağımı da uzatmam… Ancak mucizeler İncil’in temeli değildir (İsa ne bir fakir ne de bir sihirbazdır) ve şiddetsizdik İncil mesajının bir boyutudur; ancak “Barış getirmek için değil, kılıç kuşanmak için geldim” gibi diğer pasajlarla dengelenebilir. Dolayısıyla farklılıklar yüzeyseldir.

İşin özüyle ilgili olarak, İsa’nın tebliğ ettiği ahlak, kendimi tanıdığım veya sadık kalmaya gayret ettiğim bir ahlaktır. Hristiyanlarla benim aramdaki fark şudur: Benim için tarih, İsa’nın çarmıhta, Mezmurlar’dan, “Tanrım, Tanrım, neden beni terk ettin?” ayetini okurken inlediği an durmuştur. Oysa Hristiyanlar için tarih üç gün daha devam eder: boş mezara ve dirilişe kadar… Yeniden dirilişle bu üç günün sonsuzluğa açılması ölçüsünde, kutsal bir farklılık ya da farklı bir kutsallık ortaya çıkar, ki ben bunu lağvedemem. Onlar Hristiyan, bense ateistim; Onlar Mesih’in dirilişine inanırlar, oysa ben hiçbir şekilde inanmıyorum. Peki, ama yine de efsanevi bile olsa, coşkulu anısını paylaşabileceğimiz önceki otuz üç yıldan ziyade bizi ayıran bu üç güne daha fazla önem vermek akıllıca mıdır gerçekten?

İnanç yok olduğunda geriye sadakat kalır. Bu manevi hayatın tamamı değildir, ancak önemli bir boyutudur. Bu açıdan bakıldığında, Tanrısız bir maneviyat nasıl tanımlanabilir? Bu, inançtan ziyade bir sadakat maneviyatıdır -dinden ziyade ahlak ve etik.

* Bazen bir arkadaş için, konuşulabilecek biri-beraber susulacak biridir denir. Bu yanlış değildir. Örneğin bir komşuyla asansördesiniz. Bu durumda sessizlik ağır, tedirgin edici ve: can sıkıcıdır. Bu durumda konuşmak için konuşursunuz; sessizliği kırmak ve rahatsızlığı kesmek için. Dolayısıyla boş konuşmalar ortaya çıkar. Ancak bir arkadaşla ilke olarak, böyle değildir. Sessizlik bile aranızda hafif, kolay ve dostçadır. Bu arada, bir yalan ya da yanlış anlaşılma onu gizlemek için geldiyse, o hariç. Bu durumda arkadaşınızla aranızdaki sessizlik ağır ve endişe verici hale gelir. Aranızda bir kırgınlık olmadan birlikte susamazsınız. Böyle bir durumda arkadaşınıza şöyle dersiniz: “Dinle, birbirimizle konuşmalıyız. Bir şeyin aramızı bozduğunu görüyorsun. Canımız sıkılmadan birlikte sessiz kalamayız…” Sonra onunla konuşursunuz, gerçekten de yanlış anlamayı ortadan kaldırırsınız veya yalana son verirsiniz.

*Montaigne’in formülünü son bir kez daha aktaralım: “Hayat ne güzeldir ve ne kolay bozulur…”

Felsefe, çoğumuz için ve Epikuros’un iddia ettiğinin aksine, her zaman mümkün olan bu karmaşıklığı ortadan kaldırmaz, fakat bu güzelliği biraz daha değerli, biraz daha bilinçli, biraz daha düşünülmüş, biraz daha güçlü, biraz daha özgür, biraz daha bilge kılar.

Sokrates Platon’u, “Düşüncesiz bir hayat, yaşanmaya değmez” diyerek yargılamıştı. Ben o kadar ileri gitmeyeceğim. Fakat felsefe sayesinde, onu düşünme zevkini kendi içimizde artırmayı bildiğimizde, hayat yaşanmaya daha değer olacaktır.

Yazar Halit Yıldırım-Antalya, 17 Mayıs 2021

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir