Hayatım Adeta Bir Afet ve Felaket Romanı…
Benim afetlerle tanışmam çocukluk çağlarıma kadar giden bir konu. İlki 1967 yılında ben Adapazarı’nda ilkokula giderken yaşadığımız depremdi. Evimiz yıkılmamıştı fakat çoğu Sakarya ilinde olmak üzere 7 binin üzerinde binanın hasar gördüğü bazılarının yıkıldığı bu depremde 89 kişi ölmüştü. Biz de evimiz tek katlı olduğu için yıkılmamasına rağmen neredeyse 1 ay süre ile çadırda kalmıştık.
Bu olaydan 3 yıl sonra yine Adapazarı’nda otururken İstanbul Sağmalcılar’ da (şimdiki adı Bayrampaşa) içme suyuna kanalizasyon karışması nedeniyle kolera salgını oldu. Ben yine ilkokuldaydım ve annemin sakın çeşmelerden su içme (o tarihlerde şişe su zaten yoktu) diyerek bizlere kaynamış soğutulmuş su verdiğini hala hatırlıyorum. Çünkü İstanbul’a yakın bir şehirdeydik ve salgın 13 Ekim 30 Ekim 1970 tarihleri arasında sürüp 1500 kişinin hastalanıp 53 kişinin ölümüne neden olmuştu.
Üniversiteyi kazandığım yıl Tıp Fakültesi 1. sınıfını İstanbul Üniversitesi Çapa’da okurken 01 Mayıs 1977 Taksim olayları meydana geldi ve 34 kişinin ölüp 136 kişinin yaralandığı bu olay o tarihlerde oldukça konuşulmuştu. Bizim kuşak 1980 askeri darbesine kadar o yıllarda zaten sanki yarı savaş durumu gibi bir ortamda üniversite tahsilimizi sürdürmeye çalışıyordu. Her gün kahvehanelerin taranması, birilerinin öldürülmesi, mitingler ve boykotlar günlük olaylara dönüşmüştü.
Askerliğimi Kırıkkale’de yaparken 1986 yılında bizim alayın sorumluluğunda olan mühimmat depoları patladı. Yahşihan kasabasını boşaltmak durumda kaldık ve savaşın korkunçluğunu o gün tepemizde patlayan bombalar, uçaksavar mermilerinin havada çıkardığı seslerle yaşamış oldum.
1995 yılında İzmir Karşıyaka’da Girne caddesine yakın bir evde otururken İl Sağlık Müdürlüğü içerisinde yeni kurduğumuz İzmir 112 Acil Yardım ve Kurtarma Hizmetleri ile Karşıyaka Sel felaketini yaşadık. 1995’te 3 Kasım’ı 4 Kasım’a bağlayan gece Yamanlar dağındaki aşırı yağış sonucu Karşıyaka ve Çiğli ilçeleri, Karşıyaka Devlet Hastanesi sular altında kaldı, bir ambulansımız sel sularına kapılarak metrelerce sürüklendi, çok sayıda ev ve işyeri hasar görüp toplam 61 kişi şehrin ortasında hayatını kaybetti. O gece sabaha kadar suların içinde hizmet vermeye çalıştığımızı, sonraki günlerde sel sularının tahrip ettiği bölgelerde sağlık hizmetlerini ayağa kaldırmaya çalıştığımızı bugün gibi hatırlıyorum.
Bu da yetmemiş gibi 26 Ağustos 1999 günü sabaha karşı yataklarımızdan bir sarsıntı ile uyandık. Deprem olmuştu sabah televizyonlarımızı açtığımızda İstanbul Avcılar, Yalova, Gölcük ve Gebze’de yıkılmış ev görüntüleri ile karşılaştık. Felaketin boyutlarını ekranda E5 karayolu üzerinde Adapazarı kavşağındaki üst geçidin bir otobüsün üzerine yıkıldığı görüntü ile daha iyi anlamıştım. Çocukluğumda deprem felaketi yaşadığım şehirde ilkokul öğretmenimin (sevgili Melahat Bayık) depremden sonra bizlere “çocuklar Adapazarı Sakarya nehrinin deltasında kurulmuştur. Eskiden insanlar daha yukarılarda oturup şimdiki şehrin olduğu yerde nehrin yataklarında oluşmuş adacıklara kayıkları ile gelip pazar kurarlar, ürünlerini satarlarmış, o nedenle mahallelerin adı pabuçcular, tenekeciler diye adlandırılır, zamanla sular çekilince buralarda yerleşim artmış ve o yüzden Adapazarı adını almış” diye anlatırdı. Zemini bu kadar kötü olan bir şehirde depremin vereceği zaiyatın boyutu da korkunç olacaktı.
O depremde Yalova’da yıkılan bir sitede hayatını kaybeden öğretmenimin yaşadığı, çocukluğumun geçtiği bu şehre 1999 yılında bu sefer hayat kurtarmak ve depremzedelere sağlık hizmeti vermek için gittim. O bölgede Sağlık Bakanlığı adına koordinatör olarak yaklaşık 6 ay görev yaptım. Afet ve felaketler ile karşılaşmam o tarihten sonra da biraz da görevim icabı devam etti.
Hatırladığım büyük çaplı olaylar 2003 yılında Irak’ta ABD tarafından başlatılan Körfez savaşı öncesi Sağlık Bakanlığı tarafından İzmir olarak bize de görev verilmesi ve 36. paralel de insani yardım kampları ve sağlık hizmetlerini kurmak üzerine yaptığımız çalışmalardı. TBMM’den Irak’a asker gönderme tezkeresinin geçmemesi üzerine bizim de üzerimizden bir yük kalktı. Yine aynı yıl şimdiki Corona virüs pandemisi benzeri dünyada görülen ve ülkemize de gelmesi beklenen SARS virüsü ile ilgili yaptığımız hazırlıklardı.
2005 yılı ise dünya çapında terör olaylarının tırmandığı bir tarihti. Ülkemizde de önce İstanbul’da daha sonra Çeşme ve Kuşadası’nda Sinagog, İngiltere Konsolosluğu ve turistlere yönelik bombalı eylemler oldu. Çeşme ve Kuşadası terör saldırılarında İl Sağlık Müdür Yardımcısı olarak aktif bir görev üstlendim. Yaralıların tahliyesi, tedavisi ve İngiliz yaralıların uçak ambulans ile ülkelerine gönderilmesi süreçlerinde karar verici ve uygulayıcı bir durumdaydım.
2008 yılındaki Ege Doğum evi yangınını ucuz atlattık. Yeni doğmuş bebekleri ve annelerini kısa sürede diğer hastanelere ambulanslar ile naklettik.
Artık bir şey olmasın derken felaketin büyüğü 2011 yılında bir akşam üzeri alışveriş dönüşü çalan cep telefonum ile geldi. Sağlık Bakanlığı’nda arayan bir yetkili “yarın Çeşme limanına Ankara Feribotu gelecek, İstanbul’dan uçakla gelecek sağlık ekibine sizde ambulans ve personel desteği (UMKE) yapacaksınız. Gemi ile Libya’ya gidip savaş yaralılarını Çeşme limanına getirecekler, siz de onları karşılayacaksınız” dedi. Önce bu bilginin doğruluğunu teyit etmeye çalıştım. Bunca yıllık afet deneyimime, her türlü afet senaryosunu bilmeme rağmen böylesi bir senaryoyu yaz deseler yazamazdım sanırım. Afrika’nın kuzeyinde bir iç savaş çıkacak insanlar yaralanacak ve biz de bir turist gemisi ile gidip onları alıp yine turistik bir yer olan Çeşme ilçesine getirip oradan hastanelere dağıtacağız. Ama bu da oldu. 321 yaralı 158 refakatçi ile Çeşme limanına yanaşan Ankara Feribotunu o tarihlerde Sağlık Bakanı olan Sayın Recep Akdağ’ı da ikna ederek (süre ve yöntem konusunda) 3.5 saat içinde bizim yöntemimiz ile tahliye edip helikopter ve kara ambulansları ile İzmir’de ki hastanelere yerleştirdik. İddia ediyorum bu operasyonun bir benzeri dünya savaşları dışında bu şekilde bir daha yapılmamıştır.
2014 yılına geldiğimizde İzmir yakınlarındaki Soma Maden kazası meydana geldi. Olaydan yaklaşık 2 saat sonra olay yerindeydim ve 5 gün boyunca aralıksız orada olay yeri yöneticisi olarak görev yaptım. Hayatını kaybeden 301 madenci gözlerimizin önünden geçti, onların acılı aileleri ile karşılaştık. Yaralıları bölgeden tahliye ettik. 2014 yılı sonunda da kendi isteğim dışında çok sevdiğim, kurucusu olduğum 112 acil sağlık hizmetlerinden ayrılmak durumunda kaldım.
2015 yılında İzmir Tepecik Hastanesine Başhekim Yardımcısı olarak başladığımda bundan sonra ki yaşantımın daha sakin geçeceğini düşünürken geldiğim yıl hastaneyi su bastı. Sonra ki yıllarda Çocuk Kliniklerindeki Yenidoğan Yoğun Bakım servisi yangını, yine trafodan kaynaklanan bir yangın nedeniyle hastaların hastaneden tahliyesi derken bu yılın başında ki Covid 19 pandemisi ile afet ve felaketleri aralıksız yaşadık. Neyse ki bu saydıklarımda Hastane olarak önceden hazırlıklarımız olduğu için büyük bir sorun ve can kaybı yaşamadık.
Eylül 2020 ayında emekli olarak bu yaşadıklarımı ayrıntılı olarak yazmaya başladığım bir tarihte de son İzmir depremi (30 Ekim 2020) ile karşılaştım. Şu aralar onunla ilgili bir çalışmayı yürütüyorum. Aslında dünya çapında yaşanan Covid 19 pandemisi ile birlikte İzmir’deki deprem de ayrı bir roman konusu. 1918-20 İspanyol gribi pandemisi ile 1. Dünya Savaşı’nın birlikte görülmesi gibi 100 yılda bir görülebilecek böylesi bir felaketi bir arada yaşamak da herkese nasip olmaz. Bu açıdan şanslı mıyım değil miyim bilemedim… Anladığım felaket ve afetler bu dünyada benim peşimi hiç bırakmayacak. Onunla birlikte yaşamaya alışmam gerekiyor. Aslında oldukça da alışmışım diye düşünüyorum. Kalın sağlıcakla…
Dr. Turhan Sofuoğlu, Acil Afet Ambulans Hekimleri Derneği Başkanı, İzmir, 16 Kasım 2020