Hoşbeş!

Hoşbeş!

Akılla bir konuşmam oldu dün gece;

Sana soracaklarım var, dedim;

Sen ki her bilginin temelisin,

Bana yol göstermelisin.

Yaşamaktan bezdim, ne yapsam?

Birkaç yıl daha katlan, dedi.

Nedir; dedim bu yaşamak?

Bir düş, dedi; birkaç görüntü.

Evi barkı olmak nedir? dedim;

Biraz keyfetmek için

Yıllar yılı dert çekmek, dedi.

Bu zorbalar ne biçim adamlar? dedim;

Kurt, köpek, çakal, makal, dedi.

Ne dersin bu adamlara, dedim;

Yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi.

Benim bu deli gönlüm, dedim;

Ne zaman akıllanacak?

Biraz daha kulağı burkulunca, dedi.

Hayyam’ın bu sözlerine ne dersin, dedim;

Dizmiş alt alta sözleri,

Hoşbeş etmiş derim, dedi.

 Hoşbeş

Hayyam burada aklını karşısına almış hayatın anlamı üzerine bir hoşbeş yapmış.

Neden geldik bu dünyaya ve nedir yaşam amacımız?

Aristotales’e göre her şeyin bir telosu ulaşması gereken bir varlık amacı vardı. Tıpkı bir meşe palamudunun telosunun, meşe ağacı olması gibi. Ona göre insan yaşamının amacı mutluluktu. 700 yıl sonra Aziz Augustine yaşamın amacının tanrı sevgisi olduğunu düşünecekti. Yirminci yüzyılda Heidegger, amacın ölümü reddetmeden yaşamak olduğu fikrinde idi. Mutluluğu banal mi bulmuştu ne?

Ne kadar filozof olduysa, yaşamın anlamına dair o kadar fikir oldu elbette. Peki, o halde tekrar soralım: Nedir yaşam amacımız?

Hayatın anlamını arayan bir adam Tibet’in dağlarında müthiş ustayı bulur ve kendisine sorar bu soruyu.

Aldığı cevap “nefes” dir.

Nefes mi? Bu mu? der.

Yani bu kadar mı? Usta cevap verir : “Yoksa değil mi?”

Ustanın altını çizdiği gerçek, “yaşamın amacının öyle hazır formülerle açıklamanın mümkün olmadığıdır”. Bu sorunun peşinden gitmek öyle herkesin yapabileceği bir iş değildir. Cevabı arayanlar kaygan bir zeminde olduklarını bilmelidirler.

İnsanoğlunun bu soruya verdiği cevaplar inançlar, gelenekler, düşünsel olarak bulunduğu ortama göre çok farklı olabilir. Kimine göre bir sınav olan hayat, kimine göre ise yaşanılası bir andır. Yine de her bir cevap, bir diğeri için anlamsız ve boş olabilir.

Nasıl öznel varlıklarsak, hayatımızın da bize özel bir anlamı olacaktır. Her birimiz kendi hayatımızı anlamlandırmak ve hayatta olma amacımızı kendimiz keşfetmek durumundayız. Beklide hayatın amacı hayatımızı anlamlandıra bilme çabasıdır.

Peki, bu anlamlandırma çabamız nedendir? Merak mı? On yedinci yüzyıl filozoflarından Thomas Hobbes, hayat için şu tanımı yapıyor: “Yapayalnız, yoksul, iğrenç, yabani ve kısa…”. Hani zaman zaman böyle hissederiz ve bu fikri reddetmek içinde bazen anlamlandırmaya uğraşırız. Bekli de acıya dayanmak içindir bu çabamız.

Sonuç olarak, hayatın anlamı, kimine göre sevgi, kimine göre aşk, kimine göre zevk ve haz iken,  kimimiz içinde ideale yolculuk olacaktır. Bütün bu kavramlardan bazılarında hemfikir olabiliriz. Sonuç ne olursa olsun cevabı ancak kendi içimizde bulacağız. Birbirimize yardımımız, ancak bir yol arkadaşlığı kadar olacaktır.

Bu arayışta insan, kendini tanımalı, sevmeyi, sevgiyi öğrenmeli, hayata ve ölüme dair de düşünmeli bence.

Bu noktada biraz “sevgi” den bahsetmek isterim.

Mongofiler kardeşler icat etikleri balon ile ilk uçuş denemelerini yaparken, gösteriyi izlemek için gelen kalabalık arasından biri, yanında ki saygın görünüşlü beyefendiye sorar: “İyide bu ne işe yarar bayım?” Soruya muhatap olan şahıs, o sırada Fransa’yı ziyaret etmekte olan Benjamin Franklin’dir. Franklin soruya soru ile cevap verir, “Yeni doğmuş bir bebek ne işe yarar bayım?”

Soru’nun konuyla ile doğrudan ilgisi yok ama cevabın var. “Sevmeye yarar” .

Zayıf ve korunmasız olarak dünyaya geldiğimizde fiziksel olarak yapabildiğimiz ilk şey nefes almaktır. Havayı içimize çeker ve onunla tanışırız. Manen ilk tanışıklığımız ise sevgidir. Sonsuz, karşılıksız, yoğun bir sevgi yumağı içe doğarız.

Bu sevgi muhtemelen ömrümüz boyu -dozları değişmekle birlikte- devam edecektir. Hatta İçimizde ki sevilme ateşini hiç durmadan körükleyecektir. Elbette sevilmek değerli ve özeldir. Peki, ama gerçekten sevilmeye bu kadar muhtaç olmak, hiç bitmeyen bir iştahla sevilmeyi istemek, doğru mudur? Ya da sevilmeyi, sevmeye tercih edişimiz. İçimizde ki yeterince sevilmediğimiz inancı ile etrafımızdakilerin, her gün bunu ispat etmesini beklememiz bundan olabilir mi? Kıskançlıklarımız, reddedilme korkularımız, tutkularımız hep bu sevilme ihtiyacımızın bir sonucu mudur? Aşk denilen duyguyu, bir başkası tarafından tutkuyla sevilmek olarak tanımlamışken, mutluluğa nasıl kavuşacağız? Sevilme bağımlılığımızı nasıl yeneceğiz?

Severek yeneceğiz. Sevmeyi öğrenerek yeneceğiz. Peki, Sevmeyi nasıl öğreneceğiz?

İnsanın bir başkasını sevebilmesi için, önce kendisini sevmesi gerekir diye düşünüyorum. İnsan kendini sevmiyorsa, başka birini sevmeyi nasıl başarabilir ki? Kendimize öz saygımızı ve sevgimizi geliştirmeden bu duygumuzu bir başkasına ya da şeye yöneltebilmenin imkânı var mıdır? Başkalarının hakkımızda ne düşündüğünü bir tarafa koyabilmeli, kendimiz hakkında ne düşündüğümüzü önemseyebilmeliyiz. Elbette çağımızın narsizm çukuruna düşmeden, kendimiz hakkında fikir sahibi olmalıyız. Bu ancak kişisel kusurlarımızı, yetersizliklerimizi kavrayabilmek ve içimizdeki asıl potansiyelimizi gerçekleştirebilmekle mümkün olacaktır.

Başkasını sevmek için ise insan bence olgunlaşmalı. İhtiyacın, bağımlılığın ne kadar sevgi ile karıştığını idrak etmeli. Bu biraz zaman alır ama sonunda, sevmek konusunda da mesafeler kaydeder ve olgunlaşırız.

Nazım’mın dediği gibi;

“….biz başka sevdik

O yüzden başka sevemedik…”

Bu kadar pürüzsüz, samimi, olduğu gibi sevebilmeliyiz. Sevgi sadakat ve samimiyetle olmalı. Severken kendimiz olmalıyız.

Nedir kendimiz dediğimiz şey?

İnsanın doğumundan itibaren bir oluşum süreci başlamaktadır. Bu süreçte oluşumu sağlayan, ilk faktör doğadan ve genlerimizden aldıklarımızdır. Ailenin arkadaşların, çevrenin de bu sürece katkısı göz ardı edilemez. Bunları eğitim, okul hayatı, sosyal aktiviteler, günümüz dünyasında çeşitli araçlarla yaşanan bilgi bombardımanı da izleyince birey oluşur. Bunun sonucunda, pek çok ortak değerlerimiz olsa bile, toplum içinde her biri kendine özel bireyler olarak yer alırız.

Peki, ama bu süreçte karakterim, benliğim dediğimiz bu kavrama katkımız nedir?

Benliğimizi biz mi oluşturuyoruz. Yoksa bu koskoca atölyede sadece birer işçi miyiz? Uyumlu, bize öğretilene biat eden insanlar mıyız? Böyle mi olmalıyız? Mutlak doğruyu kavrayabilmek için, her şeyden önce kendimizi sorgulayabilecek gücümüz var mı? İnançlarımızı, öğretilen dogmaları, hiç tereddüt etmeden kabul edecek miyiz? Yoksa bunların doğruluklarını sorgulayabilir miyiz? İşte tam da bulunduğumuz bu nokta bize bu soruları sorma imkânı ve gücünü veriyor.  Kendimizi sorgulayabilme gücünü veriyor.

Kendimizi sorgulayarak ne olduğumuzu ve ne olmadığımızı anlama çabasıyla ancak hayatı anlamlandırabilir ya da onu tanıyabiliriz. Peki, hayat nedir?

Ne demişti Tibet’li bilge:

Nefes… Nefes mi?

Hayat aldığımız nefes kadar mıdır? Bence hayat aldığımız nefes sayısı kadar değil, nefesimizin kesildiği anlar kadardır. O kadar değerli ve yaşanmıştır. Elbette, acı ve mutluluk nefesinizi kesebilir. İşlerin ters gittiği, sevdiğinizi yitirdiğiniz, beklentilerinizin bir türlü gerçekleşmediği, acı dolu anlar. Çocuğunuzun ilk doğum günü, sevdiğinizle birlikte el ele bir sahil yürüyüşü, ona ilk sarıldığınız, ayrılmadan önce kokusunu içinize çektiğiniz o an. İşte bunlar aslında hep hayatta olduğunuzu hissettiğiniz anlar, nefesinizin kesildiği anlar değil midir? Bunlar için değil mi, o gürültülü patırtılı dünya ile başa çıkma sebebimiz. Yaşama sebebimiz. Nefes alıp verişimiz.

 Ramak, “bir şeyin olmasına çok az kalmak” olarak tanımlanıyor. Ölümden önce alınan son nefes; hayata son bakış da, ramak mesela.  Peki, tam şu anda aldığımız nefesin ramak olmadığını kim bilebilir. Bu satırı okumak ve bir nefes alıp…

O halde bir sonraki nefesi alacağımız bile kesin değilken, her nefesi boşa harcamak, bize verilmiş hayat denilen armağanı çöpe atmak olmaz mı? Her nefesimiz aslında bir ramak iken, nefesimizi kesecek, anları artırmak, hayat amacımız olamaz mı?

Kadim Türkler Bahar şenliklerini yeni yeşermiş ve henüz yaş olan otların üzerinde çıplak ayakla yaparlardı. Böylece doğanın hayat enerjisiyle de bütünleşirlerdi. Onlara göre çocukların doğduğu tarih önemli değildi, insanın yaşamı ve evrenle bütünlüğü işte bu yaş çimler üzerinde çıplak ayakla yapılan ritüel ile başlamış sayılırdı. O yüzdendir ki bizler hala “baharın yaş otlarına kaç kere bastın” anlamında “kaç yaşına bastın” deriz ve dahası bunu “Yaşam” kelimesiyle kavram haline getirmişiz.

Bizler yaşamımızın başlangıcını, bilincimizin açıldığı o ikinci doğum günümüz olarak kabul eder ve yaşamı kadim Türkler gibi bir olgunlaşma süreci olarak görürüz. Ölümü değil yaşamı, insana ait değerleri kutsarız. Hayata ve insana dair değerleri yüceltiriz. Kaçınılmaz sonumuzu, ne kadar ondan korksak ta şerefle karşılayabilmek için hazırlık yaparız. İşte bunun içinde hayatımızı anlamlandırma çabası bitmek tükenmek bilmez uğraşlarımızdandır. Bu kekre dünyada bir iz bırakmak isteriz. Bir yıldızdı kaydı derler ölen için, oysa gökyüzünde bir yıldız olmak için yaşarız.

Ne demektir ölümü şerefle karşılamak?

Sonunda yaşadım nasıl der insan?

Cemal Süreya

Bence Cemal Süreya “Üstü Kalsın” şiirinde cevabı vermiş.

Ölüyorum tanrım

Bu da oldu işte.

 

Her ölüm erken ölümdür

Biliyorum tanrım.

 

Ama ayrıca, aldığın şu hayat

Fena değildir…

 

Üstü kalsın…

Peki, o halde ölümü böylesine karşılayabilmek için nasıl yaşamalı?

Ona da büyük usta cevap versin.

Nazım Hikmet

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel,
en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.

Yazar: Uzm. Ecz. H. Kürşat Parlatan, Ankara, 03 Nisan 2022

Kaynaklar & Makaleler:

  • Nedir Bu Felsefe? Bolar İren,
  • Ustaca Yaşamak, Otantik Varoluş, Cengiz Güleç, 2016, Poyraz Ofset.
  • İnsan Mühendisliği, Nüvit Osmay,2008, Alfa Basım.
  • Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenk İle Bara Girer,

Thomas Cathcart & Daniel Klein, 2010, Aylak Kitap.

  • Tuncay Terzihanesi, Sunay Akın, 2010, İş Bankası Yayınları
  • Eyüp Bilgiç, 2015, Yazılar
  • Doğan Kardeş, Seçme Şiirler, Cemal Süreya, Üstü Kalsın
  • Ramak, Kaan Öktem, 2010.
Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir