İki Boyutlu Putperestlik!
Kurumsal dinlerde, sanat alanında gördüğümüz “itikadi endişe” ile hüküm verme olgusu doğu kültüründe ve özellikle Arap geleneği ve anlayışı ile yakından ilgilidir. Bu nedenle İslam coğrafyasında “ötekileştirmenin bir devlet geleneği” olmasının özünde bu “Arap kabile hümanizmine” dayalı geleneksel alışkanlık yatar.
İslam Coğrafyasında, özellikle Emevi döneminde “Arap olan ve olmayan” kavramı İslam dinine mensup olsun olmasın ayrıma tabi tutulmuştur. Bu durum Abbasi dönemindeki genişlemenin etkisiyle biraz daha esnemekle birlikte devam etmiştir. Çünkü farklı milletler ve inanç sistemleri ile temasın zorunlu kıldığı bir durum ortaya çıkmıştır. Bu sosyo-kültürel ve politik etkileşim asıl mesleği hukuk olmayan eğitimleri sadece Arapça ve Arap kültürünün baskın olduğu din temelinde gerçekleşmiş olan amatör bir kesimin fakih olarak isimlendirilerek “fıkıh” kavramını yaratmalarıyla sonuçlanmıştır. “Şeriat hukuku” denilen kavram aslında Kur’an’dan ziyade bu anlayışı ve kültürü farklı kişilerin kurguladığı bir olgudur. Bu nedenle fakihlerin oluşturduğu ulemanın temsil ettiği “nakli bilgiye” dayalı medrese geleneğinde egemen olan bu derin “itikadi endişe” çoğu zaman “PÜRİTEN” bir tasfiyeciliğe bürünerek hüküm verme adına ajitasyonu hep ön planda tutmuştur. Bu yapı içerisinde mütekellim denilen grup bile tev’il yolunu tutmaları ve Kuran’ın yaratılmış olması savlarından dolayı zaman zaman “heretik” olarak bile nitelenebilmiştir.
Gelenek adı verilen Arap kültürü kökenli uygulamalar ile zamanla dinselleştirilmek suretiyle bizzat fakihlerin devlet erkini etkilediği bu durum, Kur’an’ın ezeli Tanrı kelamı ve yaratılmamışlığı doktrini bağlamı üzerinden değişmez Şeriat yasalarının (üzerinde tam bir görüş birliği dahi yoktur) uygulayıcısının kimin olması gerektiği konusundaki tartışmalarla, ulema sınıfının baskınlığını gittikçe arttırmıştır.
Burada, dikkatten kaçmaması gereken konu, Hz. Muhammed’in devlet başkanı olduğu için peygamber değil, peygamber olduğu için devlet başkanı olduğu gerçeğidir. Bu nedenle, onun ardılları kendilerini “peygamberin vekili mi?” yoksa “Tanrı’nın vekili mi” oldukları konusunda düşünsel ve kimliksel karmaşa içinde bulmuşlardır. Gerçekten de bu durum gerek Sünni gerek Şia sistemlerinde farklı kavrayışlara neden olarak çatışma nedeni şeklinde karşımıza çıkmıştır. İşte fakihlerin Kuran’ın Tanrı kelamı ve ezeli olması nedeniyle “yaratılmamışlığı” dayatması “Halifenin Tanrı Vekili” olarak mutlak otoritesini tesis ve tek hüküm sahibi olması gibi tehlikeli bir sonucu beraberinde getirerek “keyfiliğinin tartışılmazlığı” çerçevesinde bir “otokrasi” haline bürünerek “kahraman yönetici kültü” olgusunu yaratmıştır. Böyle bir yapılanma ve devlet anlayışı kurumsal olmaktan öte keyfiliğin yolunu açacaktır ki zaten kıta Avrupası’ndaki gibi monarkları sınırlayan burjuvazisi olmayan böyle bir toplum yapısında fikir özgürlüğü kavramının teşekkülünü imkânsız kıldığı açıktır.
Burada ister istemez aklımıza Thomas Carlyle tarafından değinilen kahraman kültünün Anglo-Saxon kültürde nasıl anlaşılması gerektiği konusundaki net tanımlanmış çerçevesi ortaya çıkmaktadır. Kahraman zorla yaratılmaz, idrak düzeyi yüksek ve duygularında samimi olmak yanında istencini ahlak ile beslemek zorundadır. Yönetici hükümran güç, ancak böyle elde edilir ki sonuç olarak o da adaleti tesis eder. Merkezi otoritenin güçlü olduğu Fransa ve İngiltere topraklarına göre Alman topraklarında monarklar ruhbanları sermaye sahibi burjuvaziye göre daha kolay denetleyebilmişler bu da göreceli olarak laik düşüncenin gelişim yolunu açmıştır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu tarafından temsil edilen İslam Coğrafyasında ise ulema matbaanın gelişine kadar bilim ve bilimsel düşüncenin profan/la dini alana ait olduğunun farkına bile varamamıştır. Üzülerek söylemek gerekir ki bahsedilen bu gelişim süreci, XX. YY Türkiye’sinde de hala tamamlanmış değildir. Buraya kadar anlattıklarımızdan kolayca anlaşılacağı üzere Anadolu Türkiye’sindeki bu düşünsel altyapı maalesef çağdaş anlamda bir toplum yaratılmasına imkân tanımayacak kadar sert ve dogmatik hatlara sahiptir.
Avrupa kültüründen farklı olarak İslam Coğrafyasında “Dinsel sanat” dahi iki boyutta oluşmuş, bu nedenle de gölgesi yere düşen tasvirler “FAKİH”ler tarafından yasaklanmıştır. Bu kısır ve ajite anlayış ise, Eski Arap kültüründeki Nusub-Vüs’un-Senem put kültünün redd-i mirası bağlamında “PUTSUZ PUTPERESTLİĞi” yaratmıştır. Görülüyor ki heykelsiz ve güya tasvirsiz putçuluk, iki boyutlu puritenizmin doğal bir sonucu gibi durmaktadır.
Yazar Prof. Dr. Mahmut Can Yağmurdur, Ankara, 4 Şubat 2022