İki Boyutta Sonsuzluğu Aramak
Toplumların ve dolayısıyla insan hayatında sorun, sorunun çözümü, sorunu çözen olmak üzere üç bileşen vardır. Eğer bu üç bileşen tek subjede toplanıyorsa sorun çözülmez olacaktır. Ancak, sadece çözülüyomuş yanılsaması oluşur. Sorun çözülmediği sürece de ne hastalık ne hasta iyileşemeyecektir. Bu gibi durumlarda uzvî dağılma kaçınılmaz olacaktır .
Kötü halde stabilize olmak yaşamla kabili telif olunamaz. Zira bu durum bir kronik hastalık halidir. Hastalık toplumu ve insanı verimsizleştirir, halk dilinde buna “sürünme” denir ki sadece tedavi masraflarını artırır. Ama her canlı organizma gibi, bu gibi durumlarda bir gün ölüm kaçınılmazdır. Örneğin Osmanlı Devleti 250 yıl sürünmüştür. Hakikaten de, bir hastalığın vücudu tüketmesi ve organizmayı süründürmesi ve en nihayet öldürmesi, dış etkenlerin varlığı kadar bedendeki zaafiyetlere de bağlıdır. Parazitler, sessiz (dormant) bekleyen fırsatçı patojen mikroorganizmalar vb. kronik hastalık halinden yararlanırlar. Modern tıpta biz buna özgün genetik faktörlerin, epigenetik yani çevresel faktörler ile etkileşimi sonucu dengenin bozulması diyoruz.
Yaşam ve canlılık, “değişmenin değişmez bilgisi” olarak vasıflandirabileceğimiz doğa yasalarının bütünselliğine tabidir. Evrimsel sürecimiz kendimizi güvende hissetmek ve soyumuzu sürdürmek esasına dayalı olduğu için hep kendi dışımızdaki tehlikeleri gözlemlemek suretiyle bir takım neden sonuç ilişkilerini kurmak ister. Aslına bakarsanız kabahat altından hırka olsa kimse üzerine giymez denmesi de bundandır. Unutmamak gerekir ki savunma, kaçma ve saldırmayı gerektiren korkularının itkisidir. İnsanın yaşadığı hadiselere dair neden sonuç ilişkileri kendi içerisinde bir varsayımsal mantıksal dizge ile türümüze özgü irrasyonel gerçeklik halindedir.
Uzun tarihimiz boyunca, zihnimizin astroteolojik bir takım kurgularda karşılaştığı sorunlarının neden-sonuç ilişkilerini aradığı bu irrasyonel gerçekliği onun inanç örüntülerini de yaratmıştır. Bu inanç örüntüleri, hayal ve şüpheye dayalı olup, simgesel düşünme becerisini bize sağlayan “dil ve konuşma” yeteneğimizle “mitos”ları oluşturmuştur. Dikkat edilirse, burada nedensellik dış gözlemselliğe dayanır. Bunu yaparken bizzat kendisini gözlemleme kavramını oluşturması ise insan için uzun zaman almıştır. Böylece zaman içerisinde kendisini gözlemleme sayesinde biyolojik anlamda artık hastalıkların nedenlerinin bünyesel bir takım özelliklerindeki dengesizliklerden kaynaklanabileceği düşüncesini yaratmıştır. Bugün biz bunu tıp tarihine damgasını vurmuş olan, “hemeostasis” ve “millieu interior” kavramları ile izah etmeye çalışıyoruz. Biyolojik olarak düşünsel dizgemiz bu şekilde gelişirken, ahlaklı olanı aramak, kavramak ve saptamak anlamındaki etik kavramı ise “iç görü” olgusunu zorunlu kılar ki en önemli tezahürü felsefe ve sanat ile ortaya çıkar. Dikkat edilirse karşılaştığımız sorunların kaynağını biyolojik olarak ya da sosyal anlamda, ister bireysel ister toplumsal düzeyde “kendi dışımızda” arama eğilimi “bencillik ve bilgisizliğimizden” kaynaklanır. Bencillik ve bilgisizlik ise kibir denilen illetin en önemli nedenidir. Bu nedenle bir yandan ütopik teorik düşüncelerin “-izm” leştirdiği ideolojiler ve bir yandan da ister monoteist ister politeist olsun kör inançların yarattığı kültler, insanın ve insanlığın sürüklendiği felaketlerin kaynağı olmaya devam etmektedir.
Bilim, sanat ve felsefe üçlüsü ile etik ve estetik değerleri hümanist esaslı yüceltebilmek çok ciddi meşakkatli aşamalar ve emek gerektirir. Dikkat edilirse etik ve estetik değerlerin yükselişi ile bilim ve bilimsel metodolojinin birbirini desteklemesi felsefe ile mümkün olabilmektedir. Örneğin anatomi biliminin gelişmesinin, bir bilimsel kazanım olarak insanın “gölgesi yere düşen” tasvirler oluşturması demek olan heykel sanatına katkısı yadsınamaz. Keza fizik bilimindeki gelişmelerin, Rönesans resim sanatında ışık kavramı ve gölge oyunlarının iki boyutlu resim sanatına katkısını değerlendirebilmek için tek başına Leanardo da Vinci tablolarına bile bakmak yeterlidir.
Benzer durumu antik çağda İonien sanatta da görmek mümkündür. Tekrar ifade etmek gerekirse iki boyutluluğun içinde sonsuz/namütenahi olanı aramak zeka özgürlüğü ile gerçekleşir. Örneğin sanatın en değerli alanı olan müzik, soyut çok boyutlu kavrayışın en önemli aşamasıdır. Bu nedenle müziğin salt bir zevk anlayışından ziyade kültür haline gelmeye başladığı devirlerde ise etik ve estetik değerlerin yüceldiğini, bilime ve insana saygının arttığını, sanatın toplumda hak ettiği yere geldiğini görürüz. Sümerlerden başlayan Pyhtagoras’la devam eden fiziksel temelleri oluşturulan bu geleneğin Ortaçağ Anadolusu’na nasıl uzandığını, kültürümüzdeki Horasanî gelenek mümessili olduğu tartışmasız olan Mevlevî müziği örneğinde bile somut olarak görürüz. Rebab ve ney bu sayede edebiyatımızda önemli yer edinmiştir. Rönesans ile birlikte Avrupa kültüründe müziğin yükselişi ve sofistike hale gelmesi de buna bir diğer örnek teşkil eder.
Sonuç olarak bilim, felsefe ve sanat, özgür ve eklektik düşünce zemininde gelişir. İki boyutlu düşüncede özgürlük sorunsalı ve din dışı alana kaymanın yaratacağı itikadî endişe nedeniyle, sanat yeteri kadar gelişemez. Çünkü sanat üç boyutun ötesinde çok boyutlu eklektik düşünceyi gerektirir ki bu da evrensel insanlık değerlerinin yüceltilmesinin yolunu açar. Bir anlamda özgürlük olmadan sanat,sanat olmadan da özgürlük söz konusu olamayacağı gibi ancak bireysel aydınlanmanın yolunun açılması bu inkişafı sağlayacaktır. Bilim ve sanatın din dışı olduğu iddiasıyla tahkir edildiği ya da basite indirgendiği toplumlarda düşünce iki boyutta kalır ki iki boyutta sonsuzluğu (namütenahî olanı) idrâk etmek, birin bire şahit olmasından ibaret kalır ki o da mümkün değildir.
Yazar Prof. Dr. Mahmut Can Yağmurdur, Ankara, 18 Temmuz 2021