İmparatorluktan Sömürgeye, Sömürgeden Süper Güce, Meraklısı İçin Çin Tarihi
Bölüm 2: Büyük Farklılaşma
Burma, 1886’da Hindistan’da Britanya İmparatorluğu’nun Dışişleri Bakanı olarak görev yapan Winston Churchill’in babası Lord Randolph tarafından, Winston 12 yaşındayken İmparatorluğa katılmıştı. Burma’da, daha sonradan sömürgeciliğe karşı olacak olan, ancak bir süre sömürge memuru olarak orada görev yapan Eric Blair ya da bilinen ismiyle George Orwell bir süre sonra şöyle söyleyecekti; “İngiltere bir imparatorluk olmasaydı soğuk ve önemsiz, hepimizin oldukça çok ve sıkı çalışması gereken, sürekli ringa balığı ve patates yemeye mahkûm olacağımız küçük bir ada devleti olacaktı.”
Şeker ve pamuk gibi günümüzün petrolü kadar değerli olan ve her kademesinde işgücünün neredeyse tamamı köleliğe dayalı endüstrileri, 18.yy. da başta İngiltere olmak üzere Kuzeybatı Avrupa, İspanya ve hatta İtalya’nın ekonomik aktivitelerinin artışında önemli rol oynadı.
16.yy’dan itibaren Avrasya’nın iki ucunda, Çin ve Britanya Adalarında, yoğun ağaç kesimlerine bağlı olarak odun kıtlığı yaşanmaya başlandı. Çin’de uzun zamandır toprak altından geleneksel yöntemlerle kömür çıkarılıyordu, daha 13.yy’da Marco Polo kömürün Çin’de yaygın olarak kullanımından bahsediyordu. Britanya’da ise kömür daha çok yüzey kazılarak elde ediliyordu. Fakat her iki yöntemde efektif sonuçlar vermekten uzaktı. Isınma ve gelişmekte olan sanayii için odun yerine kömür kullanımı için daha etkili yollar geliştirilmeliydi. Kömüre olan talep artışı karşılanmalıydı.
İngilizler bu problemle başa çıkabilmek için çalışmalara 1500’lerde başladılar. 1575’te Sir George Bruce deniz seviyesi altında çalışabilmeyi sağlayan teknikleri geliştirerek, döneminin harikalarından biri olarak görülen kendi kömür madenini açtı. Ancak bu dönemde madenlerde mevcut kömür rezervinin ancak % 40’ı çıkarılabiliyordu. Kömür madenciliğinin önündeki en büyük engellerden biri, madenler derinleştikçe birikmeye başlayan suydu.
Madenlerdeki suyun çıkarılabilmesi probleminin çözümü, sanayii devriminin ilk büyük adımının atılması ile meydana geldi. 1698 yılında İngiltere Devon’da Thomas Savery “Miner’s Friend” adını verdiği, dakikada 227 lt (60 galon) suyu dışarı pompalayabilen buhar motorunu keşfetti.
Bu tarihten itibaren Britanya Adalarında kömür madenciliği yükselişe geçti. 1700 yılında 3 milyon tonun altında olan kömür üretimi, 1770-1780 arasında neredeyse 7 milyon tona ulaştı. 1815’te 16 milyon ton olan üretim, 1830’da 30 milyon tonu geçmişti.
Çin’de ise modern kömür madenciliği ancak 1895 yılında İmparatoriçe Cixi’nin modernleşme girişimleri sırasında başladı. 1896 yılında Çin’de üretilen kömür miktarı 489 bin tondu. 1 milyon tonluk üretim 1903 yılında başarılabilmişti. İngiltere’de 1830 yılında ulaşılan 30 milyon ton kömür üretimi değerine, Çin ancak 104 yıl sonra 1934’te ulaşabilmişti.
İngiltere özellikle ısınmak için kömür kullanmaya mecbur kalmış, kömürü daha etkin bir şekilde çıkarabilmek içinse buhar motorunu geliştirmişti.
Kömür ve kömürü etkili bir şekilde çıkarabilmek doğu ile batı arasındaki büyük farklılaşmada önemli bir rol oynamıştı. Kömür madenlerinin, Avrupa sanayisinin enerji ihtiyacını etkili bir şekilde karşılayabilmesi Avrupa’nın şansı olmuştur.
Buhar makinesi bir kere bulunduktan sonra, kendisine yeni kullanım alanları yaratması kaçınılmazdı. Makinelerin kömür madenlerindeki etkinliği kolaylıkla tekstil endüstrisine uyarlandı. Daha önceleri koyun yününe bağımlı olan tekstil sektörü, buhar makinelerinin sayesinde pamuktan kolaylıkla iplik üretilmesi ve bu sayede giysi üretiminin kolaylaşması ile patlama yaptı. İngiltere tekstil ürünlerine ithalat yasağı da getirince, iç pazar zorunlu olarak pamuklu ürünlere döndü. İthalat yasağı, özellikle İngiltere’ye tekstil ihracatından önemli gelir elde eden Hindistan’ı vurdu.
Afrika’dan gemilerle Amerika’ya taşınan köleler, burada pamuk tarlalarında çalıştırılıyor, üretilen pamuk İngiltere’ye geliyor, burada Manchester gibi şehirlerde ipliğe çevriliyor ve giysi üretiminde kullanılıyordu. Batı Avrupa ve özellikle İngiltere kaynaklı tekstil ürünleri tüm dünyaya yayılmaya başlıyor ve modanın gelişmesinde öncül oluyordu. İnsanların pahalı ipek ve el üretimi tekstil ürünleri yerine daha ucuz ve kolaylıkla bulunan pamuklu ürünlere yönelmesi kaçınılmaz hale geliyordu.
Buhar makinelerinin gelişimine eşlik eden bir başka önemli gelişme ise Alessandro Volta tarafından 1800’de keşfedilen pildi. Pilin keşfi ile elektrik üzerine yapılan çalışmalar oldukça kolay yürütülebilir hale geldi, böylece elektriğe dayalı teknoloji gelişimi de hızlandı.
Bu dönemde ortaya çıkarılan bilimsel buluş ve gelişmeler batının ilerlemesinde belirleyici faktördü. Bilimsel gelişmeler sadece belli alanlar ile sınırlı değildi, mesela Charles Darwin gibi bilim insanları biyoloji ve jeoloji gibi alanlarda da değerli çalışmalar yürütüyorlardı.
Bunca önemli gelişme neden özellikle Batı Avrupa’da oluyordu?
Öncelikle bu çalışmaları yapan insanlar çok farklı yerlerden destek buluyorlardı. Bu bazen özel teşebbüs bazen de devlet desteği ile başarılıyordu ya da Charles Darwin gibi kişisel servetini, çevresinin desteği ile birbirine katkı sağlamak için harcayan bilim insanlarının sayesinde olabiliyordu. Fakat önemli olan nokta bu başarıların hiçbirinin tek başına yapılmıyor oluşuydu. Buluşlar ve gelişmeler kümülatif bilgi sayesinde ortaya çıkıyordu.
Kümülatif bilgi basılı kaynaklar, testleri ve deneyleri kolaylaştıran bilimsel araçlar, kurulan laboratuvarlar ve bilimsel başarıları ödüllendiren, bu sayede de bilimsel çalışmayı cesaretlendiren bilim topluluğunun oluşması ile ortaya çıkıyordu.
Bu kümülatif bilgi belli bir zümreyle sınırlı kalmıyordu, bilginin topluma yayılmasının önemi gün geçtikçe daha da belirgin hale geliyordu. Üniversitelerin önemi artıyordu.
Üniversiteler Avrupa’da ortaya çıkmadı. Antik çağlarda üniversiteler ilk olarak Afrika ve Asya toplumlarında ortaya çıktı. Fakat üniversitelerin yaygınlaşması ve verilen eğitimin toplumun daha geniş kesimlerine yayılması Avrupa’da oldu.
Batıda modern üniversiteler” Studia Generalia” olarak bilinen orta çağ okullarından evirildiler. Studiaların amacı din adamlarına daha ileri seviyede eğitim sağlamaktı. Bu okullara Avrupa’nın her yerinden öğrenciler kabul ediliyordu.
Modern üniversitenin ilk atası İtalya’da Salerno kentinde 9.yy. da kuruldu. Sadece tıp eğitimi verilen kuruma yine Avrupa’nın farklı yerlerinden öğrenciler kabul ediliyordu. İlk gerçek üniversite ise 11.yy. sonlarında Bologna’da kuruldu. Üniversitede başlıca hem Hristiyan hukuku hem de sivil hukuk eğitimi veriliyordu. Kuzey Avrupa’nın ilk üniversitesi ise 1150-1170 yılları arasında kurulan ve teolojik eğitim veren Paris Üniversitesi oldu. Kurum 12.yy. sonlarında kurulan Oxford Üniversitesi gibi kurumların ortaya çıkmasına örnek oldu.
1224 yılında İmparator Frederick II tarafından devlet otoritesi ile Naples Üniversitesini, Papalık ise 1229 yılında Toulouse Üniversitesini kurmuştur. Her ne kadar İmparator ve Papa otoritesi ile kurulmuş olsalar da bahsedilen tüm bu üniversitelerin ortak noktası özerk olmalarıydı. İmparator ya da papa otoritesi ile kurulmuş bu üniversitelerde bile rektörlerin seçimi öğrenci ve öğretmenlerin seçimi ile yapılıyordu. Bu özgürlüğün bedeli ise üniversitelerin finansal desteklerinin olmamasıydı. Böylece öğretmenler öğrencilerinden aldıkları ücretlerin karşılığında onları eğitim kalitesi ile memnun etmek zorundalardı. Mesela 1209 yılında kurulan Cambridge Üniversitesi böyle bir memnuniyetsizlik ile Oxford Üniversitesinden ayrılan öğretmen ve öğrenciler tarafından kurulmuştur.
13.yy.’dan itibaren Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde üniversiteler kurulmaya başladı. Fransa’da 13.yy. başlarında Montpellier, 1409’da Aix-en-Provence, İspanya’da 1218’de Salamanca, Orta Avrupa’da 1348’de Prag, 1365’te Viyana, Almanya’da 1368’de Heidelberg, 1409’da Leipzig, 1457’de Freiburg, 1477’de Tübingen, Belçika’da 1425’te Louvain ve İskoçya’da 1411’de Saint Andrews ve 1451’de Glasgow Üniversiteleri kuruldu.
18.yy. sonlarına kadar batı üniversitelerinde başlıca gramer, mantık, hitabet, geometri, aritmetik, astronomi ve müzik dallarında eğitim veriliyordu. Bu temel eğitim sonrasında ise öğrenciler tıp, hukuk veya teoloji ana dallarına yöneliyorlardı. Bu okullardan mezun olabilmek çok zordu ve birçok öğrenci başarılı olamıyordu.
Batı üniversiteleri açısından Protestan Reformu önemli etkilere sebep oldu. Alman devletlerinde Protestanlar üniversitelerde etkin olmaya başladılar. Bu durum, Protestan ve Katolik üniversiteler arasında çekişmelere sebep oldu. Her iki grupta kendi dini görüşlerinin üstünlüğünü savunurken, bilime olan ilginin arttığı bir dönemde bilimsel eğitimden uzak durdular. Bu dönemde de, Edinburgh (1583), Leiden (1575) ve Strasbourg (1621) Üniversiteleri kuruldu.
Avrupa’nın ilk modern üniversitesi 1694’te Lutheryanlar tarafından kuruldu. Halle Üniversitesi dini bağnazlığı reddederek, mantığa ve objektif entelektüel düşünceye yöneldi. Latince eğitimi terk ederek Almanca eğitim vermeye başladı. Halle Üniversitesi ile ortaya çıkan akıl ve mantığa dayalı eğitim sistemi 1737 yılında kurulan Göttingen Üniversitesi ve sonrasında da yeni Alman ve Amerikan Üniversitesine yayılmaya başladı.
Avrupa Üniversiteleri’nde dine dayalı eğitim 18. ve 19.yy. ile yerini modern eğitim ve araştırmaya bırakarak sekülerleşmeye başladı. Bu durum 1809’da kurulan Berlin Üniversitesi ile doruk noktasına ulaştı ve akademik özgürlük fikri kurumsallaştı. Alman modeli bu yeni üniversite anlayışı modern dünyada etkili oldu. İlerleyen yıllarda üniversite eğitimi, eklenen yeni bilim dalları ile zenginleşerek, bugünkü modern eğitim seviyesine ulaştı.
1800’lerin başlarında hala rüzgâr, su ve hayvan gücüne bağlı olan yük taşımacılığı 1807’de Robert Fulton tarafından inşa edilen ilk buharlı gemi ve 1812-13’te John Blenkinshop tarafından yapılan lokomotif sayesinde doğal kuvvetlerin sınırlamasından çıkarak daha hızlı ve etkili bir hale geldi. Taşımacılık alanındaki gelişmelere telgraf ve telefon haberleşmesi eşlik etti ve daha önceden günler hatta haftalar süren haberleşme süreleri dakikalarla ölçülür hale geldi. Fabrikaların da kurulması ile makinelerin çağı başlamıştı.
Özellikle taşımacılığın gelişimi piyasa gelişimini de yanında getirdi. Mesela Afrika’dan Güney Amerika’ya getirilen kölelerin topladığı pamuk İngiltere’ye naklediliyor, İngiltere’de işlenip giysi haline getirilen pamuk yine nakliye yoluyla dünyadaki pazarlara dağılıyordu. Yeni piyasaların ortaya çıkışı yeni bir işgücü, yeni finans koşulları, parklar, hastaneler, okullar gibi toplumsal gelişmeler ve İngiltere giyim modasının dünyaya dağılması gibi kültürel değişimleri ortaya çıkardı.
Avrupa, Atlantik Dünyası’na açılarak şeker, kahve ve tütün gibi yeni ticari mallara, altın ve gümüşe, bolca yeni araziye ulaşabilir olmuştu. İnsanlar şeref ve prestij için gözü pek davranıyorlardı. Atlantik Dünyasına açılan Avrupa yeni pazarlar bulduğu gibi yeni keşifler ve bilgiye de yelken açıyordu. Bunların yanında, önemli bir gelişme de dinin toplum üzerindeki etkisi ve baskısının azalmış olmasıydı.
Avrupa’nın dinamik yapısı, beraberinde askeri teknolojilerin de gelişmesini getirmişti. Birbirleriyle sürekli savaşan Avrupa Devletleri yeni askeri teknikleri de geliştirmek zorunda kalıyordu. Barutu kullanmadaki becerileri üst düzeydeydi. Özellikle geliştirilmiş toplar gibi yeni silahlar, bu yeni toplara dayanabilecek şekilde yapılmış ileri mühendislik eseri kale tasarımları, gelişmiş donanmalar, profesyonel eğitimli ordular, subay sınıfı için okullar ve lojistik gelişmeler Avrupa ordularının gücünü ve etkinliğini arttırıyordu.
Savaşlarda her zaman başarılı olmasalar da Avrupalılar donanmaları ve seferi orduları sayesinde farklı coğrafyalarda kazanılan kritik zaferler ile emperyalist amaçlarını başarıyla uygulayabildiler.
Doğuda ve batıda mesela Çin ve İngiltere arasında insanların çalışkanlığı ve güçlü monarşileri gibi ortak noktalar olsa da aralarındaki farklılıklar sömüren ve sömürülen ayrımını ortaya çıkardı.
Çok güçlü ve zengin bir imparatorluk olan Çin, bu durumunun değişmesini istemiyordu. Doğudaki bu muhafazakâr tavır gelişiminin önünü tıkıyordu. Çin’in kültürel bütünlüğü ve itaatkâr yapısı farklı görüşlerin filizlenebilmesine engeldi. Asyalıların aksine Avrupalılar için keşifler daha önemliydi. Çin gerekli gördüğü her şeye sahipken ve gözünü sadece Asya içinde genişlemeye dikmişken, Avrupa kendisi için gerekli olan kaynakları bulabilmek için dünyaya yayılmayı seçiyordu. Ancak en önemlisi Batı ilahi olduğu düşünülen yasaları bilim yoluyla açıklayarak, bilimsel bilgiyi kendi yararına olacak şekilde kullanırken, doğu bilginin yayılmasına engel olup sınırlı bir grubun tekelinde kalmasının kendisi için yeterli olacağına karar vermişti.
Gelecek sefere Çin’in son hükümdarları olan Qing Hanedanının hikâyesine başlayacağım. İmparatorluk Qing ile önce güneş gibi parlayacak sonrasında ise çıra gibi yanıp yok olup, emperyalizmin kucağında oradan oraya savrulacak.
Yazar Dr. Dt. Tuncer Karaman, Periodontoloji Uzmanı, Ankara, 12 Mart 2021