İmparatorluktan Sömürgeye, Sömürgeden Süper Güce, Meraklısı İçin Çin Tarihi

İmparatorluktan Sömürgeye, Sömürgeden Süper Güce, Meraklısı İçin Çin Tarihi

Bölüm 1: 18. Yüzyılda Genel Hatlarıyla Dünya

13. yüzyılda Yuan Hanedanlığı sırasında 17 yıl boyunca Çin’de bulunan ve anılarını aktaran Marco Polo, Çin’i şöyle anlatıyordu; “Avrupa ekonomisi yanında küçücük kalıyordu. Yılda 125 bin ton demir, sadece bir bölgesinde ise 30 bin ton tuz üretiliyordu. Çin kanallara dayalı bir taşımacılık sistemi ile şehirleri arasındaki yoğun ticareti hem de kâğıt para ve yüksek kredi imkânları ile sağlıyordu. İnsanlar kâğıt para ile kâğıttan kitaplar satın alabiliyor, porselen kâselerde yemeklerini yiyor ve ipekten üretilmiş giysiler giyiyorlardı. Yaşadıkları şehirler ile Avrupa şehirleri arasında kıyas bile yapılamazdı.

1700’lerin 1000 yıl öncesinden itibaren Avrasya savaşçı atlılar tarafından domine ediliyordu ve yağmacılık önemli bir besin ve gelir kaynağıydı. Bu durum 16. yy. ile değişmeye başladı.

Bu değişimin önemli bir nedeni baruttu. 1700’lerde ataları atlı akıncılar olan, ancak tarıma dayalı yerleşik düzene geçen toplumlar imparatorluklar halinde Avrasya’nın hâkimi olmuşlardı.

18. yüzyılda dünyaya hâkim olan önemli güçler;

Avusturya Habsburg, Osmanlı, Rus, Safevi, Babür ve Çin (Mançu, Qing Hanedanlığı) İmparatorluklarıydı.

Dünyanın dengesi 1492’de Christopher Columbus’un Amerika’yı keşfetmesi ile sarsılmaya başladı. 1500’lü yıllarda, Avrupa’nın kuzeyinden başlayarak, Cebelitarık Boğazı’ndan Akdeniz, Anadolu ve Afrika kıyıları ile sınırlı Avrupa deniz ticareti, 1700’lerde Atlantik, Pasifik ve Hint Okyanuslarına yayılmıştı.

1760 yılında dünyadaki en güçlü bölge Doğu Asya’ydı. Daha Ming Hanedanlığı döneminde (1368-1644) Yangtze ve Sarı Nehirler etrafında önemli tarım yerleşkeleri kurulmuştu. Ming İmparatorluğu 1400’lerin başlarında güçlü bir donanma ile Hindistan Okyanusuna hükmetmeye başlamış ancak ilerleyen yıllarda donanma dağıtılmış ve ticaret Güneydoğu Asya ile sınırlanmıştı. Ming denizler ile ilgilenmiyordu, bu ilgisizliğinin sonuçlarını görmesi için çok uzun zaman beklemesine de gerek yoktu. Gözünü Avrasya’daki düşmanlarına ve buradaki fırsatlara dikmişti. Her ne kadar, Ming Hanedanlığı döneminde, Doğu ve Güneydoğu Asya ile yüksek düzeyde ticaret yapılıyorsa da imparatorluğun odak noktası kuzeybatıdaki 1200’lerden beri hasımları olan başta Moğollar olmak üzere bölgedeki atlı akıncılardı. Sonuçta hanedanlıklarını da yine bu bölgeden gelen Mançulara (Qing Hanedanlığı) kaybettiler.

Ancak Çin İmparatorluğu’nun yeni hükümdarları Qing Hanedanlığı da bu bakış açısını korudu ve kuzey – kuzeybatıya doğru karasal genişlemeyi tercih etti. İmparator Qianlang döneminde (1735-1796) Asya’nın büyük bir kısmı Qing kontrolü altında bulunuyordu.

Dönem Japonya’sı ise feodal sistemin etkisinde, Shogun ve Samurayların yönetimi altında gelişmemiş bir durumdaydı. Kendi iç çekişmeleri nedeniyle hem Asya hem de batı ile ilişkiler çok sınırlıydı. Batılı tüccarlara açık olan tek limanı Nagasaki’ydi ve burada da sadece Hollandalıların ticaret izni vardı. Yani Japonya’da batı kültürü denilen şey Hollanda kültürüydü.

Güney Asya 1600 ve 1700’lerin büyük kısmında kuzeyden gelen istilacı Müslümanların kurduğu Babür İmparatorluğunun yönetimi altındaydı. Ancak 1700’ler boyunca Hint Prensliklerinden oluşan Marathaslar İmparatorluğu parça parça zayıflatmaya başladılar. Babürlüler güneyde Marathas ile savaşırken, kuzeyde ise Nadir Şah liderliğindeki Afşarlar ile uğraşmaktaydı. Hem kuzeyden hem de güneyden gelen saldırılarla iyice zayıflayan Babür İmparatorluğundan geriye oldukça zayıflamış bir devlet kalmıştı.

1700’lerin ortalarında itibaren Babürlüler güney Asya’ da etkinliklerini yitirmiş, Hindistan olarak bildiğimiz yer otonom Hindu Prenslikleri tarafından yönetilen parçalanmış bir coğrafya haline gelmişti. 17. ve 18.yy’da bölgenin önemi baharat ticaretinden geliyordu. Yük kapasiteleri 80 tonu geçmeyen dönem gemileri için hafif ama yüksek karlı baharat, rakip Avrupalı tüccarlar için önemli bir gelir kaynağıydı. Bölgenin bu zayıflığı Avrupalılar için iştah açıcı bir fırsattı ve sömürgeci İngilizler bu fırsattan yararlanmayı bildi.

17.yüzyılda Güneybatı Asya’nın ve Avrupa’nın bir kısmının hâkimi ise Osmanlı İmparatorluğu’ydu. Ancak 1700’lerin başlarından itibaren Avrupa’da dengeler değişmeye başlamış, özellikle Avusturya ve Rus İmparatorluklarının baskısıyla imparatorluk toprak kaybetmeye başlamıştı. Amerika’dan kaynaklanan gümüş bolluğu, parası gümüşe bağlı olan Osmanlı İmparatorluğu’nda enflasyona bağlı ekonomik problemler ortaya çıkarmış ve o güne kadar hep deflasyon ile boğuşmuş olan imparatorluk enflasyon ile savaşmayı başaramamıştı. İmparatorluğun tek problemi ekonomi de değildi. İmparatorluğun yönetim şekli de gerilemesinin önemli bir nedeniydi. Avrupa’da feodalizmin terkedildiği ve burjuvazinin gelişmeye başladığı dönemde, Osmanlı toprak yönetim sistemini ekonomiyi düzeltebilmek umuduyla değiştirmek zorunda kaldı ve feodal yapıya geçti. Burjuvazi eksikliği sanayileşmenin önündeki engellerden biri oldu. Eğitim sistemi ve toplum yapısını değiştiremeyen devlet, ordusunu da modernleştirmekte geç kalınca imparatorluğun çöküş süreci hızlanmış oldu.

16.yüzyıl Avrupası ise oldukça kompleks bir yapıya sahipti. Fransa, İngiltere, Avusturya ve İspanya İmparatorlukları Avrupa’nın baskın güçleriydi. Ruslar ise barutu kullanmakta ustalaştıkça, Asyalı istilacıları geriye püskürtmeye başlayıp, imparatorluklarını büyütüyorlardı.

Kutsal Roma İmparatorluğu Bayrağı

18. yüzyıl Avrupası yeni bir gücün sivrildiği yüzyıl oldu. Prusya 18.yy. boyunca kazandığı zaferler ile topraklarını genişletmeye ve diğer Alman Krallıkları arasında öne çıkmaya başladı. Almanlar, Kutsal Roma İmparatorluğu olarak bilinen Birinci Reich’ın dağılması ile küçük krallık ya da prenslikler halinde dağınık devletler olarak yaşamlarına devam ediyorlardı. Prusya yönetim şekli ve özellikle düzenli ve eğitimli ordu yapısı ile güçlenecek, Kral Wilhelm I ve Şansölye Bismarck liderliğinde 1870 yılında Fransa’yı yenerek, 1871’de yeni Alma İmparatorluğunu (2. Reich) ilan etti.

Avrupa’nın karmaşık yapısı kıta devletlerine bir dinamizm getiriyordu. Asya’nın büyük ve hantal imparatorluklarının aksine Avrupa’daki daha küçük devletler birbirleri ile dinamik bir ilişki içindeydiler. Farklı problemlere farklı çözümlerin getirilmesini sağlayan bu yapı, yenilmezlik kibri içindeki büyük Asya imparatorluklarının aksine, her zaman tetikte olmayı gerektiren ve bu sayede özellikle askeri alanda gelişmelere açık bir yapı ortaya çıkarıyordu. Ancak daha da önemlisi Avrupa 18.yy. boyunca yenidünyadaki varlığını pekiştirerek, kendisini Atlantik Dünyası’nın merkezine yerleştiriyordu.

18.yüzyılın ortalarında dünyanın ekonomik olarak yükselmeye başlayan en önemli bölgesi Karayiplerdi. Karayipler kaynaklı şeker ve şekerden üretilen Rom bölgeyi Avrupa için günümüzün İran Körfezi gibi bir değere çıkarmıştı. Şeker Asya kaynaklı baharatların en pahalılarından birisiydi ve bu nedenle çok nadir bulunuyordu. 1500’lerden itibaren Karayipler bu durumu değiştirdi. Avrupa’da şeker daha ulaşılabilir hale geldi. Şekerin bollaşması nedeniyle, Avrupa’nın damak tadı da değişiyordu.

Şekerin tarihi milattan önce 8000 yılında Papua Yeni Gine’ye kadar gidiyor. Yaklaşık 3500 yıl önce Avustralyalılar ve Polinezyalılar ile Doğu Pasifik ve Hint Okyanusuna yayılan şeker, ancak 2500 yıl önce Hindistan’da rafine edilerek kullanılmaya başlandı. Buradan Çin ve Pers diyarlarına yayıldı. Oradan da erken İslam Devletleri ve 13.yy’da da Akdeniz’e ulaştı.

Şeker kamışının tarımsal olarak geniş çaplı üretimi ve rafine edilmesi ilk olarak Atlantik’te bir ada olan Madeira’da yapıldı. Sonrasında Portekizliler Brezilya’nın şeker kamışı yetiştirilmesi için çok uygun olduğunu bulmasıyla birlikte Brezilya’da köle işgücüne dayalı bir şeker ekonomisi gelişti. 1647’den hemen önce şeker kamışı üretimi Karayipler’e yayıldı.

Modern dünyanın oluşmasında şekerin yeri çok önemliydi. Yüksek talep, yüksek iş gücü gerektiriyordu ve 1501-1867 yılları arasında şeker endüstrisinde çalıştırılmak üzere 12,571,00 insan köle olarak Afrika’dan bölgeye getirildi. Köle gemilerinde ölüm oranları çok yüksekti bu insanların yaklaşık %25’i gemilerde öldü. 1-2 milyon insanın öldükten sonra gemilerden denize atıldığı düşünülüyor.

Köle ticareti

Köle ticareti bile kendi başına büyük bir ekonomiydi. Köle ticareti karşılığında Afrikalı elitlere pirinç, bakır gibi metaller, rom, tekstil ürünleri, tütün ve silahlar sağlamak gerekiyordu. Bu ürünlerin sağlanabilmesi için özellikle İngiltere’de endüstriyel üretim gelişiyor, modern bankacılık ve kredi sistemleri Atlantik Dünyasının gelişimi ile paralel bir gelişmeye sahip oluyordu.

Kölelerin yaşamı tam bir sefaletti. Britanya İmparatorluğu ancak 1834’te köleliği kaldırdı ve köle sahiplerinin bu durumdan doğan maddi kayıplarını karşıladı. Kölelere tabii ki hiçbir şey verilmedi. Viktorya dönemi İngiliz yatırımlarının bir kısmı bu paralarla yapıldı.

Köle ticareti bununla son bulmadı. Afrikalı siyahların çilesi ABD’nin Kentucky ve Mississipi gibi orta ve güney eyaletlerinde pamuk üretimi nedeniyle devam etti.

Modern insanın anavatanı Afrika’da ise nüfus oldukça seyrekti. Genellikle kıyı şeridinde kabileler şeklinde süren yaşam, ancak Etiyopya ve Batı Afrika gibi yerlerde krallıklar olarak devam ediyordu. Afrika’da çoğunlukla izole bir yaşam ve nispeten daha az ticari ilişkiler vardı. Bu durum Atlantik Dünyası ile ilişkiler arttıkça değişti. Özellikle köle ticareti belirleyici faktör oldu. Sonuçta köleler rakip kabileler veya krallıkların arasındaki çatışmalardan ele geçirdikleri ganimetlerdi. Avrupalılar bu dönemde özellikle hastalıklar nedeniyle Afrika’nın içlerine yayılamıyor, ilişkiler kıyı şeridi ile sınırlı kalıyordu. Köle ticareti Afrika’nın sosyal, ekonomik ve politik gelişmesinde oldukça önemli rol oynadı. Köle ticareti ile uğraşan kabile ve krallıklar, bu ticaret ile sağladıkları geliri özellikle silahlanmaya harcıyorlardı. Milyonlarca insanın köle olarak Atlantik dünyasına dağılması Afrika’da etkisi günümüze kadar süren korkunç demografik ve sosyal bir karmaşaya yol açtı.

Peki, ne oldu da dünyanın iki yakası arasındaki güç dengesi yüz yıl sonra Asya’dan Avrupa’ya kaydı? Nasıl oldu da dünyanın efendileri olan Çin, Osmanlı gibi büyük imparatorluklar birer birer sömürge haline geldiler. Yazı dizisinin ilerleyen bölümlerinde bu soruya yanıt aramaya devam edeceğiz.

Yazar: Dr. Dt. Tuncer Karaman, Periodontoloji Uzmanı, Ankara, 14 Şubat 2021

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir