İnsan Doğasındaki Karanlık Yüzün Gizli Gücü…
Foto: Kötülüğe dair zihinlerimizi meşgul eden sorunlara Sigmund Freud’un bulduğu çözüm ölüm içgüdüsü.
Gölgeyle Buluşma-İnsan Doğasındaki Karanlık Yüzün Gizli Gücü
*“Bilince çıkarmadığımız her şey hayatta kader olarak karşımıza çıkar.” Carl Gustav Jung
*“Dünyadaki gerçek şeytanlar kendi kalbimizde dolaşanlardır. Esas savaşın verilmesi gereken yer burasıdır.” Gandhi
Hiddet, kıskançlık, yalan söyleme, hınç, suçlama, açgözlülük… Bu yasak hisler ve davranışlar karanlıkta kalan ve inkâr ettiğimiz tarafımızdan yani kişisel gölgemizden ortaya çıkar. Herkesin bir gölgesi vardır ve bilinçli yaşamında birey ona ne kadar az yer verirse gölge o denli karanlık ve yoğun olur. Birisine karşı açıklanamaz bir antipati hissettiğimizde, kendimizde uzun süre gömülü kalmış, kabul edilemez bir özellik keşfettiğimizde, öfke, haset veya utançtan bunalıp bu duygulara yenik düştüğümüzde işte bu gölgemizle karşılaşırız.
Tarih boyunca gölge, insanın hayal gücü vasıtasıyla kâh bir canavar, kâh bir ejderha, kâh Frankenstein, kâh beyaz bir balina, kâh bir uzaylı, kâh kendimizle özdeşleştiremeyeceğimiz kadar aşağılık bir adam/kadın olarak boy gösterdi. Demek ki insan tabiatının karanlık tarafını ortaya çıkarmak sanat ve edebiyatın temel amaçlarından biridir. Nietzsche’nin dediği gibi: “Sanat gerçeklikten ölmeyelim diye var.”
En eski atalarımız, canlarını dişlerine takarak hayatta kalabildiler. İçimizdeki hayvan-çoğu zaman kafeste de olsa-hâlâ yaşıyor. Pek çok antropolog ve sosyo-biyolog insan kötülüğünün hayvani saldırganlığımızı dizginlemek, kültürü doğaya tercih etmek ve ilkel vahşiliğimiz ile teması kaybetmek sonucunda ortaya çıktığına inanır. Hekim antropolog Melvin Konner, The Tangled Wing’de (Dolaşık Kanat), bir hayvanat bahçesine gittiğini, orada ‘Dünyadaki En Tehlikeli Hayvan’ yazan bir tabela gördüğünü ve bir aynaya bakıyor olduğunu fark ettiğini anlatır.
Halil Cibran “Güneşe sırtını dönen kendi gölgesinin peşinden gider,” demiştir. Her birey az ya da çok kendi gölgesine âşıktır. Kişinin, burada sözü geçen gölgesinin aşkını yenerek cehalet ve taassuplarından kurtulması gerekmektedir. Ama bu eylem, azim ister irade ister ve devamlılık ister…Kolay mı? Tabii ki değil!
Bu arada gölgelerimizden kurtulmak için ışığın üzerimize dik açı ile gelmesi gerekmektedir. İşte bu dik açıyı elde etmek için ancak cehalet ve taassubun yok edilebilmesi gerekmekte bu da ancak özgür ve aydınlık zihinlerde mümkün olabilmektedir. Son tahlilde bireyin kendi cehalet ve ihtiraslarından bu denli kolay da sıyrılabilmesi mücadele ve çabayı gerektirmektedir.
Yukarıdaki kısa açılımdan da anlaşılacağı gibi, bugünkü tema GÖLGE…
Dünyanın önde gelen saygın analistlerinin altmış beş makalesini içeren ve bireyin karanlık tarafının yer aldığı GÖLGE olgusu, yalnızca kişisel değil, grupların ve toplumların da yaşamlarını derinden etkilemektedir. İşte, insana ve insanlığa dair pek çok önemli konunun yer aldığı “Gölgeyle Buluşma-İnsan Doğasındaki Karanlık Yüzün Gizli Gücü” adlı bu eser, Connie Zweig & Jeremiah Abrams’ın editörlüğünde hazırlanmış ve ülkemizde de Kasım 2022’de yayınlanmıştır. Ben de bu kitaptan bazı makalelerden öne çıkan birkaç paragrafı aşağıya aktarıyorum:
* Birisinden en aşağılık, en katlanılamaz, en menfur ve en anlaşamayacağı kişilik tipini tarif etmesini isteyin, size kendi bastırılmış özelliklerinin tanımlamasını yapacaktır. Tamamen bilinçdışı olan bu durumun yarattığı etkiyle öteki kişide her karşılaştığı yer ve zamanda acı çekecektir. Bu niteliklerin onun açısından bu denli kabul edilemez olmalarının sebebi, kendisine ait olan bastırılmış tarafları temsil etmeleridir; yalnızca kendimizde kabul edemediğimiz şeyleri başkasında katlanılmaz buluruz. Bizi çok fazla rahatsız etmeyen, nispeten kolay affedebildiğimiz olumsuz nitelikler muhtemelen gölgemizle alakalı değildir.
* Her din o büyük pastayı kendi usulüne göre iyi ve kötü dilimlere bölüştürür; dilim ne kadar keskin olursa beşerî etik de o kadar net olur. Nitekim Eski Ahit’te Yeşaya peygamber şöyle der: “Kötüye iyi ve iyiye kötü diyenlerin, karanlığı aydınlık, aydınlığı karanlık yerine, acıyı tatlı, tatlıyı acı yerine koyanların vay haline. Zira bu yüzden Rabbin öfkesi kullarına karşı alevlenir.” İşte, bu denli siyah beyaz bir evrende doğru ile yanlış biri cennete, diğeri cehenneme giden iki ayrı yoldur. Herhangi bir geleneğe bağlı olan gerçek bir inanan, iki seçenek arasında seçim yapmanın zorunlu olduğunu söyleyecektir. Şarkıcı Bob Dylan’ın isabetli bir şekilde işaret ettiği gibi: “Birine hizmet etmek zorundasın. Bu Şeytan da olabilir Tanrı da olabilir. Ama birine hizmet etmek zorundasın!”
* Görünen o ki, insanlar sağlıklı olmaları gerektiğine ne kadar çok inanırlarsa o kadar az sağlıklı olabiliyorlar. Doğanın bizim için planladığı sağlık biçimi hava koşullarına çok benzer: Kendini dayatan ön sistemlerdeki fırtınalar olmadan, kalıcı yüksek basınç alanı diye bir şey olmaz. Ölüm riski taşımayan sürekli sağlık diye bir şey yoktur. Bu anlamda, öyle görünüyor ki hiçbir şekilde Doğa’dan bağımsız değiliz; daha ziyade, kökenlerimizin ilkel manzarasının ayrılmaz bir parçası olarak yaşamımızı sürdürüyoruz. Denilebilir ki: “İnsanlar hasta olduklarında daha sağlıklıdırlar.”
En saf haliyle sağlık uzun vadede katlanılmaz bir şeydir çünkü zarar görmeden onu herhangi bir süre zarfınca üstlenmeyeceğimiz kadar çok sorumluluk ve özgürlüğü beraberinde getirir.
* Komünizm karşıtı Amerikalılar için SSCB kötü imparatorluk. Fanatik Müslümanlar için Amerika en büyük şeytan. Nazilere göre Yahudiler haşarat Bolşevikler. Çileci rahiplerin dediğine bakılırsa cadılar şeytanla aynı kulvarda yüzüyor. Güney Afrikalı apartheid savunucularına veya Ku Klux Klan’ın Amerikalı üyelerine göre siyahlar insandan aşağı varlıklar ve beyazlara tanınan hak ve ayrıcalıklara layık değiller. Bu güçlü duyguların hipnotik etkisi ve bulaşıcı tabiatı tüm dünyada ırksal zulmün, dini savaşların ve günah keçisi bulma taktiklerinin evrensel olarak yaygınlaşmasında açık bir şekilde görülüyor. İnsanlar böyle yöntemlerle başkalarını canavarlaştırarak kendilerinin tertemiz olduklarından ve düşmanları öldürmenin, kendileri gibi olanları öldürmekle aynı şey olmadığından emin olmak istiyorlar.
* Gölge birçok tanıdık isimle anılır: Reddedilmiş benlik, İncil ya da mitolojideki karanlık ikiz veya karanlık kardeş, eş benlik, bastırılmış benlik, alter-ego, id. Karanlık tarafımızla yüz yüze geldiğimizde gölge ile karşılaşmayı tasvir etmek için şeytanla güreşmek, yeraltına iniş, ruhun karanlık gecesi, orta yaş krizi gibi metaforlar kullanırız. Hepimiz bir gölgeye sahibiz. Yoksa gölgemiz mi bize sahip? Carl Jung, “Seni yutan bir aslanı nasıl bulursun?” diye sorarak bu soruyu bir bilmeceye dönüştürmüştü. Gölge, tanımı gereği bilinçdışı olduğu için onun içeriğinin dayattığı bir etki altında olup olmadığımızı anlamak her zaman mümkün olmaz.
* Ego bilincin merkezidir; Benlik kişiliğin tamamının merkezidir ve bilinci, bilinçdışını ve egoyu kapsar. Benlik ise hem üründür hem de merkez. Ego, merkezin dışında küçük müstakil bir dairedir fakat bütünün içinde yer alır. Öyleyse ego, kişiliğin daha küçük olan merkezi olarak tanımlanabilir. Benlik ise en büyük merkezdir. Bu ilişkiyi en iyi rüyalarımızda görebiliriz. Uyanık hayatımızda ego güneş gibidir-her şeyi aydınlatır ama yıldızların üzerini kapatır.
* Çoğumuz mizahın görünenden fazlasına işaret ettiğini biliriz; aslında mizah ile söylenenler çoğunlukla gölge gerçeğin bir tezahürüdür. Gölgeyi şiddetle reddeden ve bastıran insanlar genellikle mizah anlayışından yoksundurlar ve çok az şeyi komik bulurlar. Örneğin küçük bir kasabadaki üç din adamının her hafta bir tür ‘destek grubunda’ bir araya gelişini anlatan o eski hikâyeyi hatırınıza getirin. Adamlar bir araya geldikçe yakınlaşıp birbirlerine güvenmeye başladılar. Bir gün artık en büyük günahlarını itiraf edebilecek ve böylece suçlarını paylaşabilecek kadar birbirlerine güvendiklerine karar verdiler. “Cemaatten toplanan paradan çaldığımı itiraf ediyorum,” dedi birincisi. “Bu hakikaten kötü,” dedi ikincisi ve itiraf etti: “En büyük günahım komşu kasabadan bir kadınla ilişki yaşamak.” Diğer ikisinin rezilliklerini işiten üçüncü din adamı şöyle söyledi: “Ah kardeşlerim, itiraf edeyim ki benim en kötü günahım dedikodu ve bir an önce buradan çıkmak için sabırsızlanıyorum!”
Birçoğumuz hikâyenin sonucuna komik olduğu için güldüğümüzü söyleriz. Ama daha ziyade, hikâye bizim kendi gölgemize ait olan dedikodu unsurunu kancasıyla yakalar ve biz, üçüncü adamın meslektaşlarının günahlarını kasabaya yayarken alacağını tahmin ettiğimiz zevk ile özdeşleşmekten keyif alırız. Bunun yanlış olduğunu elbette biliriz ve biz asla böyle bir şey yapmayız ama unutmayın ki gölge, diğer şeylerin yanı sıra, yapmaya cesaret edemediğimiz fakat yapmak istediğimiz her şeydir.
* “Sevginin hüküm sürdüğü yerde güç istenci yoktur ve gücün hâkim olduğu yerde sevgi eksiktir. Biri diğerinin gölgesidir.” C. G. JUNG
Karşı cinsle ilişkilerimizde kendi zatımız ile karşılaştığımızda sık sık sıkıntı yaşarız. Bizden olabildiğince farklı insanlara âşık oluruz (pasif ve agresif, içe dönük ve dışa dönük, dindar ve ateist, konuşkan ve sessiz). Sanki eş veya partnerlerimize çekim hissetmemizin nedeni onların bizim ihtiyacımız olan bir şeye sahip olmalarıdır. Bizde gizli kalan nitelik veya yetenekleri onlar yaşayabilirler: Utangaç bir kadın kocasının onun adına konuşmasına izin verir; yaratıcı olmayan bir adam, yaratıcı olan karısı vasıtasıyla bu yeteneğin tadını çıkarır. Geliştiremediğimiz bir özellikle evleneceğimiz sözü belki de doğrudur.
Jungiyen analist ve astrolog Liz Greene şöyle açıklıyor: “Maneviyatı fazlasıyla gelişmiş, kibar, seviyeli, ahlaki yönü kuvvetli erkeğin son derece ilkel bir gölgesi olabilir ve bu erkek, aynı zamanda, çok ilkel kadınlara âşık olma eğilimi de taşıyabilir.”
* Toplumumuzda da çeşitli hastalıklara karşı devlet düzeyinde açılan ‘savaşlara’ ve günün belli başlı hastalıklarını nihai olarak ortadan kaldırmayı vaat eden bir tıp teknolojisine rağmen onlardan kurtulamadık. Hastalık hakkında doğru bir şekilde düşünmenin yollarını unuttuk. Şurası bir gerçek ki yılda bir kere yaptırdığımız muayene zamanı gelene veya bir hastalığa yakalanana kadar onu aklımıza dahi getirmemeye, tüm gücümüzü kullanarak bu konuyu hiç düşünmemeye çalışıyoruz. Sağlıklı olmanın yollarından birinin sağlıklı düşünmekten geçtiği söylendi bize ve biz bunun hastalığa dair derinlikli düşünmeyi içermediğini varsayıyoruz. Hastalıktan kaçınıyoruz ve vefat eden arkadaşlarımızın cenazelerine katılmaktan veya hasta ziyareti için hastaneye, hatta dişçiye, aile hekimine, çocuk doktoruna veya jinekoloğa gitmekten korkuyoruz. Gelgelelim hastalık hakkında düşünmememiz mümkün değil.
* Bir şeyleri görmezden gelerek yapılan anlaşmalara dair şu avukat şakası, herhangi bir işte çalışan birisi için de geçerli olabilir: Bir avukat ‘Bir Numara’ olmak ister. Ruhu karşılığında ona istediği kadar para ve güç vermeyi teklif eden şeytanla karşılaştığında şu soruyu sorar: “İyi ama senin çıkarın ne?”
Yüksek gerilimli ortamların basıncı bizi şekilden şekle sokar ve kendimize çok pahalıya mal olacak pazarlıklar yapmamıza neden olur. Başarı ego şişkinliğine yol açar, başarısızlık ise acı bir utanca. Milyarder Trump gibi çok başarılıyken bir anda dibe vurabiliriz. Her işte belirli beceri ve yetenekleri geliştirirken diğerlerini gölgede bırakırız.
* İş yeri, gölge oluşturmada, aile, okul veya kiliseden daha az önemli bir faktör olarak görülmekle birlikte bizleri aykırı düşmeyecek, uyum sağlayacak ve başarılı olabilecek şekillerde davranmaya teşvik eder. Hepimiz iş yerinde sık sık, saldırganlık, açgözlülük, rekabetçilik veya dobralık gibi nahoş taraflarımızı özel dünyamızın derinliklerine gömerek patronlarımızı, meslektaşlarımızı ve müşterilerimizi memnun etmeye çalışırız. Çoğumuz için psikolojik ve ruhsal uzlaşma, ‘ruhumuzu şirket mağazasına sattığımızı’ fark ettirecek kadar çok özelliğimizi gölgeye attığımız zaman başlar.
* Mistikler iyilik ve kötülüğe dair bilgeliği içsel dünya dahilinde yorumlarlar. Öğretileri ahlaki davranışla ilgili bir reçete olmaktan ziyade manevi çalışmanın formülleri olarak görürler. Bu bağlamda meditatif bir uygulama veya şamanik bir tören, bir bireyin öfke veya şehvet gibi kötücül bir enerjiyi uyumlu hale getirmesine ve onu içsel dünyadaki hakiki mahalline geri göndermesine yardımcı olmayı amaçlar. Mutasavvıf şair Mevlâna “Şeytanı görmediysen kendine bak” derken bu fikre işaret eder. Mistik öğretiler şeytanı dışsal ve bağımsız bir etken olarak görmezler, daha ziyade içimizde gölgenin varlığını teyit ederler.
* Gölgeyle Buluşma’nın hipotezi, kötülüğün insanlığın en iyi yönleriyle ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiş, değişmez bir sabit olduğudur. Pandora’nın mirasını reddetmek tüm kötülükleri tekrar kavanoza hapsetmeyi gerektirir. Bu ise hem bir mesel hem de hakikat olarak imkânsız görünüyor. İnsanoğlu tarihte, kötülüğü tüm gerçekliğiyle göremediği zaman istemeden de olsa çok büyük felaketlere yol açmış ve ortadan kaldırmak istediği kötülüklerden çok daha büyük ıstıraplara neden olmuştur. Orta Çağ’da yapılan Haçlı Seferleri’ni veya günümüzdeki Vietnam Savaşı’nı akla getirmek yeter.
* İnsanların kötülüğü çok çeşitlidir. Kötüler, günahkâr oldukları hissine tahammül etmeyi reddettikleri için düzeltilmesi imkânsız günah çuvallarına dönüşürler. Örneğin, benim tecrübemde kötüler son derece açgözlü insanlardır.
* Bütün günahlar hem Tanrı’ya hem de insan kardeşlerimize ihanettir ve bizi onlardan tecrit eder. Derin bir din düşünürünün dediği gibi, herhangi bir günah ‘cehenneme dönüşebilir’.
* Ne kadar aykırı bir fikir gibi görünse de düşmanlara ihtiyacımız var. Görünüşe bakılırsa, insan hayatı onlara dayanıyor ve onlar vasıtasıyla başarılı oluyor. Düşman yaratmanın hayati bir amacı varmış gibi görünüyor: Kendimizde tahammül edemediğimiz nitelikleri, bilinçsiz bir şekilde ve acı çekmeden düşmanlarımıza atfedebiliyoruz.
* İnsanlık tarihindeki en büyük zulümler erdemli gerekçeler adına işlenmiştir. Böylece tüm bir halkın gölgesi bir düşmana yansıtılır ve yabancı bir grup düşman günah keçisi veya kafir ilan edilebilir. Bir düşmanla savaşın nihai işlevi kefarettir. Sosyal eleştirmen Ernest Becker’e göre: “Zamanımızın trajik savaşlarının bize öğrettiği bir şey varsa o da düşmanın, kötülüğün kefaretini ödeyen ritüel bir rolü olduğudur.” Bütün savaşlar kaderin bir ifşası, ilahi lütfun sunduğu bir sınav ve dünyayı kötülükten temizlemenin bir aracı olan ‘kutsal’ savaş namıyla yürütülürler.
* Politik örgütlenme biçimi Psikopatların güç mevkilerine yükselmelerini teşvik eden hatta bu tür mevkilerde sadece psikopatların yer almasına izin veren bazı ülkeler var. Bu tür ulusların hangi ruh haliyle yönetildiklerini hayal etmek zor değil. Nazi Almanya’sı buna iyi bir örnek. İster solcu ister sağcı rejimler olsun, tüm diktatör hükümet biçimleri bir dereceye kadar kesinlikle psikopatların egemenliğindedir. Stalin muhtemelen belirgin bir gölgesi ve kuvvetli bir güç dürtüsü olan bir psikopattı, başlangıçta arkadaşı olan Troçki ise daha ziyade bir idealist. Ancak şuna dikkat edin: Stalin, geç yaşta doğal sebeplerden öldü, Troçki ise öldürüldü. “İyiler genç ölür” ifadesinde doğruluk payı var gibi görünüyor.
* “İnsanların kalbinde ne tür kötülükler gizlendiğini kim bilebilir? Gölge bilir.” 1940’ların popüler radyo programı The Shadow’un bu açılış cümlelerinde bir gerçeklik payı var. Bazen farkındalığımızın karanlık köşelerinde gizlenen ve insanlık durumunun bir parçası olan gizemleri bir anlığına seziveririz. İtiraf etmeyi veya yaşamayı tercih etmeyi tercih etmeyeceğimiz sosyal açıdan kabul edilemez bazı şeyleri görür ve hissederiz.
Gölge terimi, genellikle ego-bilincinin gün ışığından uzaklaştırdığımız ve kendimiz hakkında zihnimizde çizdiğimiz resme uymayan tüm kötü şeyleri, olumsuz nitelikleri ifade eder.
Bir rüya gölgenizi gündeme getirdiğinde veya bir arkadaşınız bir kusurunuza işaret ettiğinde, doğal tepki onu inkâr etmek ve “Ben o kadar da kötü değilim” diyerek kendinizi savunmak veya omuz silkip “Ben böyleyim” demek, o da olmazsa derin bir nefes alıp gerçekte olduğunuzdan daha iyi olmaya çalışmaktır. Bunlar hatadır. Gölgenin kabul edilmesi ve hakkının teslim edilmesi gerekir. Bu şüpheli misafiri yemek masasına davet etmeli, onu elinizden geldiğince uygarlaştırmalı ve neler sunabileceğine bakmalısınız. Onu dışarıda bırakıp ortalığı velveleye vererek veya sinsi sinsi dolaşarak sorun yaratmasına müsaade edemezsiniz.
* Küçük kardeşler tarafından haksız yere yerinden edildiğini hisseden büyük çocuğun dünyası değişir; küçük kardeşler, tamamı büyük çocuğun doğal hakkı gibi hissedilen pastanın bir bölümünü alıyormuş gibi görünür. Bu, başkalarının halihazırda var olduğu bir dünyaya doğan küçük kardeşlerin deneyimiyle çelişir; her küçük kardeş pastadan zaten sadece bir dilim bekler. En büyük çocuklara genellikle olumsuz duygularını bastırmaları söylenir çünkü öbürleri ondan küçüktür. Bu, kişinin daha sonra bulup ortaya çıkarması gereken kıskançlıkla ilgili bir gölge sorunu oluşturacak klasik bir durumdur.
*Orta yaşa geldiğinde kişi genellikle tanıdık psikolojik kalıplara, bir işe, aileye yerleşmiş olur. Sonra aniden bir kriz! Bir gün beklenmedik bir şekilde gazınız bitmiş olarak uyanırsınız. Kişisel mülkiyet atmosferi çöker; başarının tatlı sütü ekşidir, eski başa çıkma biçimleri ve oynadığınız roller ayaklarınızı sıkar. En sevdiğiniz nesneleri (işiniz, çocuklarınız, sahip olduğunuz şeyler, güç konumları, başarılarınız) takdir etme kabiliyetiniz çalınmıştır ve ne olup bittiğini anlamadan öylece kalakalırsınız. Nereye gitmişlerdir? Böyle sarsıcı bir etkiye yol açan hırsızlığın sorumlusu Gölgedir. Orta yaştaki kişi kendisini tamamen yeni bir şekilde deneyimlemeye başladığı zaman gelen Gölgedir.
* Kendinizi üzmekte özgürseniz, üzmemekte de özgürsünüzdür. Babam hıçkırığa yakalanan birini yirmi dolar teklif edip karşılığında bir kere daha hıçkırmasını isteyerek tedavi ederdi. Aynı şekilde, izin verilen kaygı artık kaygı değildir ve bir kişiyi ‘gerginlikten kurtarmanın’ en kolay yolu onu olabildiğince gerginleşmeye davet etmektir. Her durumda, bir semptoma bilinçli bir şekilde katılmak sizi o semptomdan kurtarır.
* Her birimiz hem yıkıcı hem de yaratıcı olma potansiyeline sahibiz. İçimizdeki karanlık düşmanları kabul etmek esasen bir itiraf eylemidir. Psikolojik anlamda bir değişimin başlangıcıdır. Kendimize dair hiçbir şey, biz kabul etmeden ve gerçekliğini itiraf etmeden değişemez. Gölge çalışması kendimizi bir bütün haline getirmenin başlangıç aşamasıdır.
* Başkalarının gölgelerini görmelerine yardımcı olurken mizahın harikalar yarattığını düşünüyorum. Her stand-up komedyeni, kafa karıştırıcı ve potansiyel olarak tehlikeli olan bu gölge içeriklerinin mizahla zararsız bir şekilde rahatlatıldığını sezgisel olarak bilir. Mizah, bastırılmış korkularımızı ve duygularımızı silkeleyip gevşetebilir ve zayıf yönlerimiz hakkında hissedebileceğimiz mahcubiyet ve utancı hafifletebilir.
Komedyen sayesinde olayların hassas ve zayıf taraflarına erişebilir ve kabul etmek istemediğimiz şeyleri görebiliriz. Mizah duygumuzun olmaması muhtemelen gölgemizle pek bağlantımız olmadığı, hoş veya saygıdeğer görünme ihtiyacımızın güçlü olduğu anlamına gelir. Kahkahalarla gülerken gevşer ve içimizde hapsolduğumuz, saklandığımız ve korktuğumuz yerlerdeki enerjiyi serbest bırakırız. Bir Amerikan folk şarkısının söylediği gibi “Gülmeseydik hepimiz delirirdik”.
*Başkalarıyla en ciddi meselelere bile gülebildiğim zaman işim çok daha keyifli ve etkili oluyor. Uygunsuzluğun sınırını arıyorum. Bulmak için uğrunda risk almaya en layık olan bölge burasıdır. Çünkü burada, farkındalığın sınırlarında, Zen’in ‘Büyük Yol’ unu yani bilinçli zihnin ayrım yapma eğiliminin şeylerin derin anlamlarını ihlal etmediği o yolu keşfedebiliriz. Üçüncü Zen Patriği Sengstan “Sevdiğini sevmediğinle karşılaştırmak aklın hastalığıdır,” der.
Gölge-çalışması iyi bir ilaçtır! Bu bazılarının dürüst yaşam olarak adlandırdığı ve benim ikiyüzlü olmayan bir yaşam arayışı dediğim bir uygulamaya götürür. Kendi ikiyüzlü benliğimi (gölgemi) hizaya getirip ona meydan okumak için şaibeli eylemlerimi şöyle bir soruya tabi tutuyorum: Ölüm döşeğinde Yaradan’ıma kavuşmak üzereyken hâlâ elimden geleni en iyi şekilde yaptığımı söyleyebilecek miyim?
“Dağınıza tırmanırken başka dağlar da olduğunu unutmayın. Bir sonraki zirveden gözünüzü ayırmayın. Aradaki vadiyi kendinizi yenilemek için kullanın.” John Gardner
Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, Antalya, 16 Ocak 2023