
İnsanın Kusurları!!!
“Bizleri insan yapan şey, Tanrının bizi yaratırken mayamıza kattığı kusurlardır” diyen Shakespeare’in özlü sözü, insanın kusursuz olamayacağını anlatmanın belki de en kısa ve en anlamlı yoludur.
Bir Çin Özdeyişinde de vurgulandığı gibi, “Dünyada iki kusursuz insan var: Biri henüz doğmamış, diğeri de ölmüş İNSAN!” Buna göre, bizler hayatta olduğumuz ve yaşadığımız için hata ve kusurlarımız elbette olacaktır. Tüm bu hata ve kusurların hepsini deneyimleyebilecek denli uzun yaşayamayacağımızdan bunlardan ders almak gerek.
Mükemmel, kusursuz insan olabilir mi? Kusursuz insan, kusurunu bilendir.
Sözün Özü: İnsan doğmuş olmak bizleri insan yapmaz ve birçoğumuza göre de insan doğmuş olan her varlık, ne yazık ki insan değildir!
Sık sık insan bedeninin ne kadar mucizevi olduğunu duyar, ona düzülen övgüleri dinleriz. Bedenimizin incelikli işleyişine dair kitaplar raflarımızı doldurur. Oysa bütün o harikulade yönleri bir yana, insan bedeninin milyonlarca yıllık evrim sürecinde ortaya çıkmış bariz kusurları da vadır. Ancak, bu kusurlarımızın hikâyesi başlı başına bir savaş hikâyesidir aynı zamanda.
Ama kulağa ne kadar tuhaf gelirse gelsin, bu fizyolojik kusurlarımızın kendine has bir güzelliği var. Her birimiz yüzde yüz rasyonel ve mükemmel birer örnek olsaydık hayatımız kim bilir ne kadar sıkıcı olurdu! Bizi biz yapan şey yine de Kusurlarımız.
Peki, kabaca, nedir bu fizyolojik kusurlarımız?
İnsan retinası niye ters? Diğer hayvanlara kıyasla üst solunum yolu enfeksiyonlarına neden daha açığız? Bedenimizde niçin gereksiz kemikler var? Dizlerimiz, sırtımız ve belimiz niye sık sık sorun çıkarıyor? Birçok hayvan tek çeşit besinle bütün ihtiyacını karşılayabilirken biz neden “dengeli” beslenmek zorundayız? İnsanda neden işlevsel genlerin yanı sıra bir o kadar da bozuk, işlevsiz gen var? DNA’mız niye geçmiş enfeksiyonlardan kalan milyonlarca virüs “enkazı” içeriyor? Primatlar içinde neden bebek ve anne ölüm oranı en yüksek olan tür biziz? İnsanın bağışıklık sistemi niye kendi bedenine bu denli sık saldırıyor? Baş tacı edilen beynimiz yanılgılara ve kötü kararlar vermeye neden bu denli yatkın?
İşte, Amerikalı bilim insanı Nathan H. Lents’in bu kusurların hikâyesini anlattığı, Ağustos 2020’de yayınlanan “İnsanın Kusurları-Human Errors” adlı eseri içerisinde çok özet olarak sizlerle paylaşmak amacıyla aşağıda bilgilerinize sunulmaktadır.
* Gençler Gençliğin Kıymetini Bilmez-Şu klişeleri bilirsiniz: Yaşlılar arabayı yavaş ve dikkatli kullanır, her zaman emniyet kemeri takarlar. Gençlerse direksiyon başında pervasız ve dikkatsizdir. Bu iki ifade o kadar aşikardır ki ne denli çelişkili olduklarını unuturuz. Önlerinde uzun bir hayat olan gençlerin, görüp görebilecekleri en ölümcül makineyi kullanırken daha dikkat etmesi gerekmez mi? Peki ya azıcık kıymetli zamanı kalmış yaşlıların bir yere daha çabuk gitmek istemesi gerekmez mi?
* Tarih öncesinde pek az insan otuz-kırk yıldan uzun yaşayabilirdi. O yüzden kalsiyum eksikliğinin atalarımız için sorun olmadığını düşünebilirsiniz. Gelgelelim iskelet kalıntıları, kalsiyum ve D vitamini eksikliğinin o dönemlerde daha da vahim olduğunu ve günümüzdekine kıyasla daha genç yaşlarda geliştiğini gösteriyor. Yani kalsiyum eksikliği ve neden olduğu osteoporoz kesinlikle yeni sorunlar değil.
Vejetaryen diyetle yeterli demir almak günümüzde o kadar da zor olmadığı halde, Taş Devri’nde neredeyse imkânsızdı. Tarih öncesinde etin zor bulunduğu dönemlerde çoğu insanda ağır anemi gelişmiş olsa gerek. Balık ete göre daha güvenilir bir demir kaynağı olduğu için, tarım öncesi dönemde göç yolları kıyı şeridini ya da başka su kaynaklarını takip ediyordu.
* Peki, yaban hayatta neden obez hayvan yok? Bir hayli rahatsız edici olsa da bu sorunun yanıtı, çoğu yaban hayvanının neredeyse her zaman açlık sınırında geziyor olması. Bu hayvanlar hayatlarını mütemadiyen açlık içinde geçiriyor. Hatta kış uykusuna yatan ve yılın yarısını tıkınırcasına yiyerek geçiren hayvanlar dahi açlık çekiyor. Doğada sağ kalmak sürekli mücadele etmeyi gerektiren çetin bir iştir.
Mesele yaşam tarzı değil, görünüşe göre obezitenin başlıca nedeni yüksek kalorili besinlerin aşırı tüketilmesi. Bütün bunlar, tek başına egzersizin uzun vadeli kilo vermede neden maalesef nadiren başarılı olabildiğini açıklıyor. Hatta egzersiz faydadan çok zarar verebilir. Yoğun egzersiz şiddetli açlığı tetikler ve bu da kilo verme azmini yok eder. Diyeti bozmak her seferinde kişiyi büsbütün vazgeçmeye biraz daha yaklaştırır. Acı gerçek şu ki gelişmiş ülkelerin insanları karşı koyabilecekleri donanıma sahip olmadıkları yüksek kalorili yiyeceklerle kuşatılmış durumda.
*İnsan gözü, hayvan soyundaki ışık algısının uzun süre içinde, yavaş ve aşama aşama gelişmesinin mirasını taşır. ABD ve Avrupa nüfusunun % 30-40’ı miyoptur, yani uzağı görmek için gözlük ya da lens kullanır. Asya ülkelerinde miyopluk oranı % 70’in üzerindedir. Miyopluğun sebebi sonradan gelişen bir hasar değil, bir tasarım kusurundan ötürü gözyuvarının fazla uzun olmasıdır. Görüntü gözün arkasına ulaşmadan odaklanır, sonun da retinaya ulaştığındaysa tekrar odak dışına çıkmış olur. Etimolojik olarak “ihtiyar gözü” anlamına gelen prebiyopi kırk yaş civarında başlar. Altmış yaşına gelen hemen herkes yakını seçmekte zorlanır. Yani, türümüz sözde gezegendeki en gelişmiş canlı olduğu halde gözlerimiz bir hayli kusurludur.
* Kuşkusuz, insan boğazının tasarımının getirdiği en büyük tehlike oksijensiz kalmak değil, tıkanma sonucu boğulmadır. 2014’de yaklaşık beş bin Amerikalı boğularak öldü ve vakaların çoğunda sebep, soluk borusuna yemek kaçmasıydı. Havayı ve gıdayı ayrı girişlerden alabilseydik asla böyle olmazdı. Setaselerde (balina ve yunuslar), hava iletimi için önemli bir yenilik olan hava deliği bulunur. Birçok kuş ve sürüngendeki üstün tasarım sayesinde burun delikleri havayı boğazla birleşmeksizin doğrudan akciğerlere iletir. İşte bu yüzden yılanlar ve bazı kuşlar kallavi bir yemeği mideye indirirken dahi nefes almaya devam edebilir. İnsanlarda ve diğer memelilerde böyle bir aygıt bulunmaz; yutarken anlık da olsa nefes almayı bırakmak zorunda kalırız.
* Atalarımız iki ayak üzerinde yürümeye başladığında yeni bir tasarıma kavuşan yegâne yapı diz ve ayak bileği değildi. Sırtımızın da uyum sağlaması gerekiyordu. Ne var ki uzun süre dik durduğumuzda kavisli sırtımız yüzünden belimiz de esnemeye ihtiyaç duyar ve yorulur. Mesleği gereği aynı yerde saatlerce dikilerek iş yapanlar sık sık bel ağrısından şikâyet ederler. Bel yorgunluğu sırtımızla ilgili diğer sorunların yanında hafif kalır ve bu sorunların bir kısmının sebebi doğrudan tasarım kusurudur.
*Evdeki kedi köpeğinize bakın. Ne kadar da basit bir diyetleri var. Köpek maması dediğiniz şey çoğunlukla et ve pirinçten ibarettir. Sebze yok. Meyve yok. Takviye vitamin yok. Köpekler bu diyetle gayet iyi idare eder ve aşırı beslenmedikleri takdirde uzun, sağlıklı bir hayat sürerler. Hayvanlar bunu nasıl başarır? Yanıt basit: Yemek yeme konusunda bizden daha iyi tasarlanmışlar. İnsanların beslenme gereksinimleri hemen hemen diğer bütün hayvanlarınkinden fazladır. Vücudumuz diğer hayvanların yapabildiği pek çok maddeyi üretemez. Belli bazı besin maddelerini üretemediğimize göre bunları besinlerle almamız lazım, yoksa ölürüz.
* Aslında hepimiz prematüre doğarız. Prematüre ve tamamen aciz bir doğumdur. İnsan yavrularının yapabildiği tek şey meme emmektir ki % 5’e varan bir kısmı bunu bile yapamaz. Gelişimini annesinin kesesinde tamamlayan keseli yavruları hariç diğer memelilerin çoğunda durum farklıdır. İnek, zürafa ve at gibi memelilerin yavruları doğar doğmaz harekete geçer. Doğduktan sonra şöyle bir silkinip kendine gelen hayvan hemen etrafta dolaşmaya başlar. Yunuslar ve balinalar suda dünyaya gelir ve bir an bile tereddüt etmeksizin yüzeye çıkıp hemen hiç zorlanmadan ilk nefesini alır. Oysa insan yavrusu ancak bir yaşından sonra kendi başına yürüyebilir ve o zamana kadar da birtakım tehlikelere karşı hassastır.
* Bağışıklık yanıtı yavaş geliştiğinden bebeklerde gerçekten tehlikeli enfeksiyonlar baş gösterir. Hangi ana-babaya sorsanız sorun size çocukların devamlı hasta olduğunu söyler. Bunun sebebi kısmen çocukların akciğer enfeksiyonları ve nezle gibi hastalıklara yol açan virüslere karşı bağışıklık kazanmaya devam ediyor, kısmen de bağışıklık sisteminin hangi mikroplarla nasıl savaşacağını öğreniyor olmasıdır.
Günümüzde ana-babalar, bebeklerinin biberonlarını sterilize ediyor, bebeği tutmadan ya da ona dokunmadan önce ziyaretçilerden ellerini yıkamalarını istiyorlar. Bebekleri çoğunlukla içeride tutuyor, çıplak zeminle temasını engelliyorlar. Bebeklere yiyecek içeceğin en temizi veriliyor, üst baş sürekli değiştiriliyor. Emzik yere mi düştü? Durun! Derhal sterilize etmemiz lazım! İyi niyeti bir kenara bırakacak olursak, bu tür önlemler aşırıya kaçtığında, evrimin şekillendirdiği bağışıklık geliştirme sürecimizi istemeden de olsa mahveder. Bebeğin hayatının sterilize edilmesi, alerjilerdeki artışın altında yatan sebep olabilir gibi görünüyor. Çalışmalar, bebeklik çağında aşırı temiz ortamda yaşamanın sonraki yıllarda gıda alerjilerinin gelişmesinde rol oynadığını düşündürüyor. Buna hijyen hipotezi diyoruz.
*Alerjisi olmayan, hayatında hiç inme geçirmemiş ya da otoimmün hastalığa yakalanmamış birçok insan olduğu halde kanser denen canavar hepimizi sinsice izler. Yeterince uzun yaşarsanız % 100 kansere yakalanırsınız. Başka bir nedenle ölmediğiniz takdirde kanser sizi er geç yakalar.
* Kanserin bu denli inatçı olmasının iki nedeni vardır.
İlki, kanserin yabancı bir istilacı olmamasıdır. Kanser, yoldan çıkmış olsalar da kendi hücremizden oluşur ve bu nedenle kanser hücreleriyle mücadele ederken normal hücrelere zarar vermeyen bir ilaç üretmek zordur.
İkinci olarak, kanser ilerleyici ve genellikle de saldırgandır. Kanser hücreleri sürekli mutasyon geçirdikleri için zaman ilerledikçe kanser aynı kalmaz; büyür, değişir, istila eder ve sonunda bütün vücuda yayılır. Başlangıçta işe yarayan bir tedavi eninde sonunda başarısızlığa mahkûmdur. Diyelim ki bir tümörde on milyon hücre var; radyoterapi ve kemoterapiyle bunların % 99,9’unu öldürseniz bile geriye tümörün tekrar büyümesine neden olabilecek kadar çok hücre kalır. Üstelik artık karşımızdaki daha saldırgan ve tümörü küçültmek için ilk kullandığımız tedaviye karşı dirençli bir kanserdir.
İnsan vücudu kendi DNA’sını hatasız kopyalama becerisini edinmediği takdirde bu boş umuttan ibarettir-insanlar yeterince uzun yaşadıkları sürece, yaşamlarının bir noktasında kanser ölümcül darbeyi indirecektir.
* Gerek televizyonda gerekse sinemada belli bir kare hızı vardır. Kare hızı, ekranda saniye başına düşen kare sayısını ifade eder ve genellikle yirmi beş ila elli arasındadır. Bu hız, gözlerin fark etme sınırını aştığı sürece beyin girdileri akıcı hale getirerek kesintisiz bir hareket algısı yaratır. Kare hızı biraz daha düşük olsaydı insanlar televizyon programlarını ve filmleri gerçekte olduğu gibi, çok kısa aralıklarla yanıp sönen resim kareleri şeklinde algılardı. Kedi ve köpekler televizyona pek ilgi göstermezler çünkü retinadaki nöronları bizimkine göre çok daha hızlı çalıştığından ekrandaki görüntüyü yanıp sönen ışıklar şeklinde görürler ki, bu korkunç derecede sinir bozucu olsa gerek.
*Kumar: Öncelikle, çoğu insan kumarın temel mantığını anlamakta berbattır. Kumar sektörünün bütünü mantıksızdır elbette; şans her zaman kasadan yanadır. İnsanlar da bunu bilir. Kumarhanelerin müşterileri üzerinden para kazandığını herkes bilir. Buna rağmen herhalde yaşadıkları heyecana değdiği için insanlar kumar oynar. Deneyimin kendisine değer biçer, kumarı da golf oynamak, sinemaya gitmek gibi bir hobi olarak düşünürler. Kumar masasında kaybedilen para giriş ücreti gibidir, yani fazla önemsenmez. Kumarhaneye girenlerin büyük çoğunluğu, niyetlendiğinden çok daha fazla para kaybedip çıkar. Kumarbazlara gecenin başında ne kadar para kaybetmeyi göze aldıklarını, bir de gecenin sonunda ne kadar kaybettiklerini sorarsanız, çoğu kez kafalarında belirledikleri sınırı aştıklarını görürsünüz. Hatta ne kadar para kaybedeceklerini gecenin başında söyleye bilseydiniz, çoğu, kumarhaneye adımını bile atmazdı.
Hiç kuşkusuz gerçek anlamda kazanmanın tek yolu kazanmaya başladığınız anda masayı bırakmaktır, lakin hemen hiç kimse böyle yapamaz. Mantığın sesine kulak verenlerse zaten en başında kumarhaneye gitmeye yeltenmez. Kumarhaneler kendilerinden deste deste para alan birini niye böyle şatafatlı armağanlara boğar? Kumarhanede kalması için. Ne kadar çok hediye verirlerse kumarbaz o kadar uzun kalır. Ne kadar uzun kalırsa kazandıklarını kaybetme ihtimali o kadar artar.
* Soluduğumuz oksijenin büyük bölümünü üreten ve karbondioksitin büyük bölümünü kullanan yağmur ormanlarını tarım arazisine dönüştürüyor, imara açıyoruz. Nüfusumuz öyle hızlı artıyor ki gezegenden gittikçe daha fazla gıda elde etmek için uyguladığımız bütün yakıp yıkma politikalarına rağmen, bir kuşak sonra bu yiyeceğin herkese yetip yetmeyeceği cidden şüpheli. Bu arada iklim değişikliği sahil şeridindeki başlıca yerleşim alanlarını tehdit ediyor, bazı okyanus ekosistemler tamamen çöktü ve gezegenin bütününde biyoçeşitlilik hızla azalır. Hemen hemen sadece kendi eylemlerimizin sonucu olan bir kitlesel yok oluşun ortasındayız. Dibe vurmadan önce her şey daha ne kadar kötüye gidebilir ki?
Daha da beteri, geçmişte bir müddet caydırıcı rol oynayan kitle imha silahları, bizi her an felakete sürükleyebilecek olan karşılıklı imha tehdidini hortlattı. Bu tehlikelere bir de insanlığı her an vurabilecek olan salgın tehdidini ekleyin. İnsan nüfusunun yoğunluğu o kadar arttı ki bulaşıcı hastalıklar, orman yangını gibi hızla yayılabilir. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna gitmenin ne denli kolay olduğunu da düşünürsek felaket senaryosu yazmak hiç de zor değil. Sözünü ettiğimiz etkenler başka etkenlerle de birleşince bu trajedilerden birinin er geç başımıza gelme riski artar. Tarım arazilerinin yetersiz kalması gıda fiyatlarını artırır. Enerji kaynaklarıyla ilgili sıkıntı her şeyin fiyatını artırır. Fiyatların yükselmesi çatışmaya ve huzursuzluğa yol açar ve bu da diktatörlerin yükselişine hizmet eder! Felaketimize doğru adım adım ilerliyor muyuz yoksa?
* Bilim insanları inceledikleri her dokuda kök hücre buluyorlar; anlaşılan vücudumuzun kendini yenileme kapasitesi düşündüğümüzden de fazla. Bir zamanlar her insanın hayatı boyunca sahip olacağı sayıda nöronla dünyaya geldiği, yaşlanan erişkinlerdeki tedrici nöron kaybının kaçınılmaz ve geri dönüşsüz olduğu kabul edilirdi. Oysa artık beyinde, belli durumlarda kaybedilen ya da hasar gören nöronların yerine yenisini koyabilecek nöronal kök hücreler bulunduğu anlaşıldı. Her ne kadar kaybedilen nöronda depolanan enformasyon sonsuza kadar yitirilmiş olsa da, görünüşe göre beyinde yeni nöronlar oluşabiliyor. Bu yüzden kök hücreler biyomedikal alanda çalışan bilim insanlarının insan ömrünü süresiz uzatma çabasının yollarından birini teşkil ediyor. İnsan kök hücrelerini nasıl çoğaltacaklarını bulup hücre hasarına karşı girdikleri bu yarışı kazanırlarsa gerçekten de çok daha uzun yaşama şansımız olabilir.
*İnsanlığı gelecekte neyin beklediğini kimse kesin olarak bilmiyorsa da geçmişimize bakarak fikir yürütebiliriz. Güzel ama mükemmellikten uzak bir türüz. Geçmişimiz geleceğimizin aynası. Geçmişimiz zafer ve refahla sonuçlanan mücadele ve sefalet öyküleriyle dolu olduğuna göre aynı şeyin geleceğimiz için de geçerli olacağına dair umut var. Neyle mücadele ettiğimiz açıkça ortada: Nüfus artışı, çevre tahribatı ve doğal kaynakların kötü yönetimi kendimiz için yaratmaya çalıştığımız refah ortamını tehdit ediyor. Bu mücadele kapsamında ne yapmak gerekiyor? Kapıda bekleyen kıyameti muzaffer bir barışa nasıl dönüştürebiliriz? Kolay. Daha önce yasadığımız zorlukları aşmamıza yardım eden araç ve süreçlerle; bize en başta refah ve bolluk getiren yolla, yani Bilimle.
*Kömürle çalışan buhar makinelerinin geliştirilmesine öncülük eden bilimsel ilerleme, günümüzde güneş enerjisiyle çalışan uçağın da geliştirilmesini sağladı. Bugüne dek üretilmiş olan her bir plastik parçası bir katı atık sahasında bulunuyor ya da oraya doğru yol alıyor olabilir, buna karşılık kimyagerler biyolojik yolla parçalanan plastik ürettiler ve biyologlar mühendislik yöntemleriyle plastik yiyen bakteriler geliştirdiler. Bilimin yarattığı her sorunu yine Bilim Çözebilir.
Türümüzü kendi kendini felakete sürüklemekten kurtaracak bilimsel güce zaten sahibiz. Beklediğimiz tek şey İrade. Küresel bir çöküşü önlemek için o iradeyi zamanında kullanmayı başaramazsak eğer, kötü tasarımımızın nihai kanıtı önümüzde olacaktır.
Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, 26 Ekim 2020, Antalya