İnsanlığın Akıbeti (Yaklaşan Küresel Kaosta)

İnsanlığın Akıbeti (Yaklaşan Küresel Kaosta)

20. yüzyıl “Amerikan yüzyılı”ydı. 19. yüzyıl“İngiltere yüzyılı”… Onun öncesinde ise “Fransa yüzyılı” yaşanmıştı. Bu şekilde ortalama yüzyıllık periyodlarla el değiştirerek bugünlere gelindi.

1800’li yılların sonunda ABD, ekonomik olarak bir önceki yüzyılın en büyük gücü İngiltere’yi geride bırakmıştı. Birinci Dünya Savaşının ardından ise askeri olarak da öne geçti. Ekonomisi 1950’li yıllarda tek başına dünya ekonomisinin % 55-60’ı kadardı. 1990 yılında Sovyetler çöktükten sonra, F. Fukuyama gibi neoliberal teorisyenler, “Tarihin sonu” nun geldiğini iddia ediyorlardı. Artık tek kutuplu bir dünya vardı ve başında da “yenilmez”, “yıkılmaz” ABD duruyordu!

İnsanlık gidebileceği yolun sonuna gelmişti! Gerçi aradan 10 yıl geçmeden Fukuyama, yanıldığını itiraf etmek durumunda kalmıştı. Son 20 yıl ise bilindiği üzere ABD’nin, akla gelebilecek her alanda, tarihin değil ama “Dünyanın hegemonu olma” rüyasının sonuna geldiğini gösteren gelişmelerle dolu olarak yaşandı.[1]

İktisatta eski bir özdeyiş vardır: “Bir şey sonsuza kadar devam edemeyecekse, duracaktır”. Amerika Birleşik Devletleri’nin Borç / GSYİH oranı, güven krizine yol açmadan daha fazla büyüyemeyeceği bir noktaya doğru adım adım yaklaşıyor. Ancak, ABD’nin borcu hiçbir zaman temerrüde düşmeyecek, çünkü FED bu borcu kapatmak için para basabilir. Enflasyon da yükselen borç oranı için çok amaçlı bir çözümdür. Burada asıl mesele, merkez bankalarının aciz görünmeden enflasyonu nasıl ortaya çıkarabileceğidir. ABD’nin borcu, Yunanistan veya Arjantin’den farklı olarak, ABD’nin basabileceği bir para birimiyle ifade ediliyor.

Amerika Birleşik Devletleri günümüzde sadece yerel kârlardan vergi alıyor ve offshore kârları vergiden muaf tutuluyor. Vergi Tasarısı destekçileri, şirketlerin yurtiçinde yatırım yapmasının nedenleri arasında, ABD Kurumlar Vergisi’nin % 35’ten % 22’ye indirilmesini işaret ediyor. Yine de % 22’nin sıfırdan yüksek olduğu bir gerçek. Şirketler o yüzden, sıfır vergi oranına sahip vergi cenneti ülkeler bulabildikleri sürece yatırımlarını ABD’ye değil, bu ülkelere yapmayı tercih ediyorlar. Amerika Birleşik Devletleri’nin şu anda ya da geçmişe dönük bazda vergi alması mümkün değil. Kârlar sonsuza dek offshore hesaplarda kalıyor.

İnsanlar sağlık, güvenlik ve gelir güvenliği konusunda, yüz yılı aşkın süredir oldukça önemli kararlar aldılar. Ancak bu konuda asla zorbalığa uğramadılar. Bunun yansıması ise nispeten yeni bir durum. Hayatımızdaki bu “sürekli zorlamalar” konusunda kime teşekkür etmemiz gerektiğini biliyoruz. Diğerlerine basit yöntemlerle karşı koyamayacakları ve ne yapmaları gerektiğini dikte ettiren yöntemi bulan iki entelektüelin ismi Richard H. Thaler ve Cass R. Sunstein. Thaler ve Sunstein yakından tanınan şahsiyetlerdi, kullandıkları sosyal bilim dalına, “davranışsal ekonomi” deniyordu. Bu alana en büyük katkıları, 2008 yılında yayımladıkları ve sizi yönlendirmek isteyen büyük beyinlerin elkitabı haline gelen Nudge[2] (Dürtme) isimli eserleri oldu. İkisinin de nesli, daha kötücüldü. Richard H. Thaler, Chicago Üniversitesi’nce Davranış Bilimi ve Ekonomi profesörüydü. Amerikan Ekonomi Derneği’nin eski başkanıydı ve 2017 yılında Nobel Ekonomi Ödülü’nü almıştı. Alanında çok sayıda kitabı vardı ve halkın önde gelen entelektüellerinden biriydi. Cass R. Sunstein ise Harvard Hukuk Fakültesi’nde profesördür ve aynı üniversitenin Davranışsal Ekonomi ve Kamu Politikası Programı direktörüdür. Üretken bir yazardır.

Kahve makinenizin çıkarttığı “biiip” sesi, sanki yayılan kokuyu fark etmemişsiniz gibi kahvenin hazır olduğunu haber verir. Bilgisayarınızı açarsınız. Davetsiz misafir gibi ekranın ortasında beliren bir “pop-up” pencere size uygulamalarınızı güncellemek isteyip istemediğinizi sorar. Seçim mimarisiyle bilgisayarınıza eklenmiş olan bu dürtmede, “hayır” seçeneği yoktur. Böyle bir seçenek eklenmemiştir. Soruya, “evet” diyerek yanıt verebilirsiniz, ancak bu durumda, güncellemenin sonunda bilgisayarınızı yeniden başlatmanız gerekir. Bunun yerine, “Gün içinde tekrar hatırlat” ya da “Yarın tekrar hatırlat” seçeneklerini tercih edebilirsiniz. İkisinden hangisini seçerseniz seçin, aslında yalan söylüyorsunuzdur. Çünkü bunun gerçekten hatırlatılmasını istemiyorsunuzdur. O anda istediğiniz tek şey, haberlere ya da e-postalarınıza bakabilmek için rahat bırakılmaktır.

Kritik sistemler çöktüğü zaman en medeni davranışlar bile sona erer, orman yasaları devreye girer. Şu soruların yanıtını merak etmiyor musunuz? Seçkin sınıf buna hazırlıklıdır belki, peki ya sıradan yatırımcı ne yapmalıdır? Bitcoin ve Ethereum gibi dijital para birimlerinden neden uzak durmak gerekir? Neden pasif yatırımın propagandası yapılıyor? Yeni krizin ardından finansal durum ne olacak?

“Kur Savaşları”, “Paranın Ölümü” ve “Çöküşe Giden Yol” kitaplarıyla New York Times’ın çok satanlar listesinde yer alan ileri görüşlü yazar, finans uzmanı, ABD’nin 16 istihbarat kurumunun çatısını oluşturan İstihbarat Konseyi’nin ve Pentagon’un başdanışmanı James Rickards, bu kez küresel mali piyasaların neden ve nasıl suni olarak şişirildiğini ve akıllı yatırımcıların varlıklarını korumak için ne yapması gerektiğini, yukarıdaki soruların yanıtlarını açarken bizlere anlatmaktadır.

Bu bağlamda paylaşacağım kitap, içerik olarak, hangi sebepten kaynaklanırsa kaynaklansın, bu belirsizlik, panik ve hatta dehşet ortamında varlıklarımızın buharlaşmaması için yapmamız gerekenlerin de vurgulandığı bir reçete gibi…

İşte, James Rickardsın, ülkemizde Mart 2021 ilk basımı yapılan “İnsanlığın Akıbeti (Yaklaşan Küresel Kaosta) adlı kitabı içeriğini derledim ve okuyucularımla paylaşıyorum.

Konu içeriği olarak ilgi sahanıza girmese bile bazı bölümlerine göz atabilmeniz için öne çıkan birkaç paragrafı aşağıya aktarıyorum:

*Vergiden kurtulmanın önemli bir yolu da, vakıfların kullanılmasıdır. Ultra zengin kişiler, hisselerini bir vakfa bağışlayıp (bu sayede diğer gelirlerine karşı vergi indirimi de alırlar), ardından kendilerini ya da eşlerini vakıf başkanı olarak atayabilirler. Artık vakfa geçmiş olan bu varlıkları, kendi seçtikleri bir portföye yatırıp, avantajlı durumlara asgari yasal hibeler yaparak paranın kontrolünü elinde tutabilirler. Vakıflar gelir vergisi ödemez. Milyarderler bu sayede fiilen vergiden muaf olan büyük servetlerin kontrolünü ellerinde tutmuş oluyorlar. Orta sınıf mensupları· ise benzer vakıflar kurmak için gereken yasal ücretleri karşılayabilecek nakit akışına ve yeterli kaynaklara sahip değiller.

*Durum, en kötü tahminlerin gösterdiğinden daha kötüdür. Bunun nedeni FED’in bir sonraki durgunluğa hazırlanırken uygulayacağı yöntemler olabilir. Bu, aç bir ayı tarafından kovalanırken maraton koşmaya benziyor. FED, yaklaşan durgunlukla mücadele etmek için yeterli politika serbestliğine sahip olmalı. Bunun için de faiz oranlarını yükseltmesi ve bilançosunu düşürmesi gerekiyor. Çok hızlı hareket ederlerse durgunluğa neden olur, çok yavaş hareket ederse de zamanı tükenir ve peşindeki aç ayı onu yer.

Yükselen piyasalarda tam anlamıyla bir borç krizi yaşanması olasıdır. Bu kriz, aralarında Türkiye, Arjantin ve Venezuela’dan Endonezya, Güney Afrika ve Meksika’nın dahil olduğu aşırı borç altındaki ülkelere hızla yayılacak. Panik daha Ukrayna’yı, Şili’yi, Polonya’yı ve zincirdeki diğer zayıf halkaları etkileyecek. IMF’nin borç verme kaynakları tükenecek ve bu işi daha zengin üyeler üstlenmek zorunda kalacak. Bu arada Avrupalıların kendi sorunları olacak. Başkan Trump yönetimindeki Birleşik Devletler muhtemelen onlara, “önce Amerika” diyecek ve ABD vergi mükellefi fonlarıyla gelişmekte olan pazarları kurtarma operasyonuna katılmayı reddedecek.

* Yakın zamana kadar, New York FED’in Aşağı Manhattan’daki Liberty Caddesi’nde bulunan kasalarına 600 ton altın depolanmıştı. Bu altın, Amerika Birleşik Devletleri’ne ait değildi. FED’in kasasında bulunan bu altın yabancı ülkeler ve Uluslararası Para Fonu IMF’ye aitti. Birkaç yıl önce, bu ülkelerin merkez bankaları, altınlarının ülkelerine iade edilmesini talep ettiler. Almanya bu talepte bulunan ülkelerin en büyüğüydü, ancak altınını geri isteyen ülkeler arasında, Azerbaycan gibi az miktarda altına sahip olan, başka ülkeler de vardı. Bu bankada en çok altını bulunan ülkelerden biri olan Türkiye’de altınını geri istiyordu. İade süreci çok zordu, çünkü FED’deki altınlar külçe halindeydi. Buradaki altınların bir kısmı 1920’lerde istiflenmişti. Günümüzdeki saflık ve boyut standardını karşılamayan, eski çubuklardan oluşuyorlardı. Bu durum altının kötü olduğu anlamına gelmiyor, sadece yeni standartlara uygun hale getirmek için külçelerin eritilmesi ve yeniden rafine edilmesi gerektiği anlamına geliyordu.

* Teddy Roosevelt ile Trump’ı birbirinden ayıran en önemli özellik soyutlayıcı olmak değil, tek taraflı olmaktı. Amerikan başkanları asla gerçek anlamıyla soyutlayıcı olmazlar. Amerika, dünyadan soyutlanamayacak kadar büyük ve çok zengin, ya da öyle olmak istiyor. Başkanlar arasındaki ayrım, Amerika Birleşik Devletleri’nin müttefiklerle çok taraflı bir çerçevede çalışıp çalışmadığı, ya da ilk elden tek taraflı olarak Amerika’nın inisiyatiflerine uyup uyulmadığına bakmaktır. Bu işbirlikçi müttefiklerle çalışıp çalışmamak, Amerika’nın bakış açısının belli olmasıyla netlik kazanır. Teddy Roosevelt, yaptığı işten utanç duymayan, tek taraflı bir emperyalistti. Trump ise, ABD’nin çıkarlarına karşı çıkacak en ufak hatada, Birleşmiş Milletler’e olan desteğin kesileceğini Genel Kurul’da hiç çekinmeden söyleyecek kadar arsız davranabiliyor.

Roosevelt, 1912’de Woodrow Wilson ile girdiği başkanlık yarışında gümrük tarifelerini ve vergileri desteklemiş, Wilson ise bu tarifeler ile vergileri “sert ve aptalca” olarak nitelendirmişti. Trump ise bugün aktif olarak yeni vergiler uyguluyor. Trump’ın “Amerika’yı yeniden harika yap” ve “Amerika her şeyden önce gelir” sloganları, Roosevelt’in “Nazik konuş ve büyük sopa taşı” ve “Mükemmel!” söylemlerinin yankılarıydı. Roosevelt etik dışı davranan gazeteciler için, “Skandalistler” terimini icat etmiş, bu gazetecilerin “topluma yardım edip, güzel şeylere teşvik etmek yerine, kötülüğün en güçlü liderleri haline geldiğini” belirtmişti. Bu, Trump’ın “sahte haber” suçlamalarını gündeme getirmesinden ve bu tür haberler yapanları, “halk düşmanları” olarak tanımlamasından yüz yıl önceydi.

Trump ile Roosevelt’in kıyaslanması pek doğru olmaz. Roosevelt seçkin bir alim, okumaya doymayan bir okuyucu, sekiz kitabın yazarı ve Nobel Barış Ödülü sahibiydi. Trump ise kitap okumaktan pek hazzetmeyen, tarih ve uluslararası ilişkiler bilgisi olmayan biri. Yine de her ikisinin de siyasi içgüdüleri ürkütücü bir şekilde birbirine benziyor.

* Öğrenim kredileri, öğrencilerin gelir, varlık ya da kredi geçmişine bakılmaksızın, nitelikli okullarda yarı-zamanlı ve tam-zamanlı okuyan öğrencilere veriliyor. Bu krediyi alan çoğu öğrencinin mali bilgisinin olmadığı söylenebilir. Öğrenciler bu krediyi alırken, kazanç beklentilerini göz önünde bulundurdukları için ne kadar borçlandıklarının farkında değiller. Öğrenciler üniversiteden yaklaşık 100 bin dolar borç ile mezun olurlar, ancak mezuniyet sonrasında sadece asgari ücret ile iş bulabileceklerini fark ederler. Ardından ailelerinin evine dönüp, en iyi işin onları bulmasını beklemeye başlarlar. Ve aylar geçtikçe, öğrenim kredisi ile borçlanan bu öğrenciler, taksitleri ödeyemez hale gelirler. Faizler ve cezalar birikmeye başlar. Ve ödenmeyen borç, kısa süre içinde bileşik faiz yüzünden % 50 artış gösterir.

* Kritik bir eşik aşıldığı zaman, psikoloji güdümündeki davranışlar da bir anda değişebilir. Fizikçiler bu duruma “faz geçişi”, matematikçiler ise “hiper-eşzamanlılık” diyor. Wall Street analistleri de doğal olarak işin gerisindeki dinamikleri anlamadıklarından bu olaya “siyah kuğu” diyor. Adı ne olursa olsun, sonuç kesinlikle aynı: Dolara karşı ani bir güven kaybı ve diğer para birimlerini, maddi varlıklar ya da mal ve hizmetler elde etmek üzere, dolar harcamak için sürekli bir istek. Bunun kaçınılmaz sonucu daha yüksek enflasyon, hatta hiper enflasyondur.

Yerleşik yapısal riskler karşısında, yatırımcılar için en iyi stratejiler şunlardır:

*Daha az likidite sağlayan ETF’lerden ve ters performans yaratan ya da temayüller gibi egzotik özelliklere sahip olanlardan kaçının. Bu ürünler, piyasaların çökmesi durumunda hazırda alıcı bulamazlar.

*Nakit dağılımınızın her zaman % 30 seviyesinde kalmasına özen gösterin. Böylece portföyünüzün genel dalgalanmasını azaltırsınız ve yaşanacak bir çöküşün ardından gelecek hasat için elinizde güçlü bir koz kalmış olur.

*Yatırım dağılımınızın %10’unu fiziksel altına yapın. Bu yatırım, yükselen enflasyon sırasında iyi bir performans sergiler ve vadeli işlemler piyasasında erimenin, hesap dondurmaları ya da borsa kapanmaları ile sonuçlanması durumunda size bir nevi sigorta sağlar.

*Varlıklarınızın %10’unu, kurucularını ve işletmecilerini şahsen tanıdığınız firmaların özel ya da risk sermayelerine tahsis edin. Bu firmalar size likidite sunmasa da işlem gören piyasalar ile üst düzeyde ve düşük seviyede korelasyon sunabilirler.

*GBI (buna “Evrensel Temel Gelir” ya da basitçe “Temel Gelir” de denir) makul ücretler karşılığında, az iş üreten bir ekonomi için yeni bir çözüm olarak sunulan eski bir fikirdir. Aslında fikir son derece basittir. Hükümet her vatandaşa kamu kaynakları üzerinden temel bir gelir ödeyecek. Temel gelir, lüks olmasa bile makul bir yaşam standardı sağlamak için yeterli olacak. İşe gerek kalmadan ve diğer gelirlerden bağımsız olarak ödenecek. Ülkede yaşayan her vatandaş, bu temel geliri koşulsuz olarak alacak.

GBI fikri, Thomas More’un Ütopya‘sında (1516) açık bir şekilde ele alınır ve hırsızlığı önlemenin yolu olarak gösterilir. MÖ 2. yüzyılın ortalarında, Roma Cumhuriyeti’nde yoksulluk yardımı olarak tahıl dağıtılması geleneğinin başlatılmasından bu yana, kamu refahı için çeşitli yöntemler denenmiştir. GBI almak için fakir olmak zorunda değilsiniz, hatta çalışmak zorunda da değilsiniz. Devlet tarafından zengin ya da fakir, genç ya da yaşlı her vatandaşa yararlanılabilecek bir hak olarak sunulur.

* FED’in 10 yıldır enflasyon yaratma çabaları başarısızlıkla sonuçlanıyor. Yine aynı şekilde, Japonya Merkez Bankası’nın 30 yıldır enflasyon yaratma çabaları da başarıya ulaşamıyor. Bu durum karşısında merkez bankalarının, enflasyonun para arzındaki artışlardan kaynaklandığına dair mantığını rafa kaldırması gerekiyor; ama öyle olmuyor. Para, enflasyon için gerekli koşullardan biridir, ancak tek başına yeterli değildir. Enflasyon, tüketici davranışları ve beklentileri sebebiyle oluşan psikolojik bir olgudur. 2000’deki “Dot-Com” krizi, 2007’de “mortgage”ın çöküşü ve 2008’de yaşanan mali paniğin sonucu olarak, bir neslin tasarruf sahipleri ve yatırımcıları sarsıntıya uğradılar. Bu sarsıntının etkileri, 1929’da yaşanan borsa çöküşünden ve onu takip eden Büyük Buhran’ dan sonra olduğu gibi, otuz yıl ya da daha fazla sürebilir.

Bunun nedeni, Marjinal Tüketim Eğilimi (Marginal Propensity to Consume, MPC) kavramıyla ilgilidir. Aslında kavram oldukça basit. Milyarderin birine, bin dolar verirseniz, muhtemelen tek kuruşunu harcamaz çünkü zaten istediği her şeye sahiptir ve daha fazla harcamaya ihtiyaç duymaz. Ancak yoksulluk sınırının altında birine bin dolar verirseniz, muhtemelen hepsini yiyecek, kira, bakım, benzin ve hayatındaki diğer ihtiyaçları için harcayacaktır. Teknik açıdan, milyarderin MPC’si % 0’dır (hiçbir şey harcamaz), yoksulluk düzeyindeki kişinin MPC’si %1OO’dür (hepsini harcar). Bu harcama eylemidir ve enflasyonun yükselmesini sağlayan şey paranın hızı ya da iş hacmindeki artıştır.

*Zenginlerin daha da zenginleştiği ve orta sınıfın fakirleştiği bu senaryo, yatırım dışında da oynanmaya devam ediyor. Eşitsizlik, zenginlerin çocuklarını seçkin okullara göndermeye devam ettiği, orta sınıfın ise yükseköğrenim harçları ve öğrenim kredilerinin yüküyle kısıtlandığı üniversite eğitiminde de geçerli. Benzer bir durum, zenginlerin hacizli satışlardan ucuza malikâneler edindiği, orta sınıfın ise negatif öz sermaye tarafından engellendiği emlak piyasasında da yaşanıyor. Aynı eşitsizlik, zenginlerin ihtiyaç duydukları tüm hizmetleri sigortalarıyla karşılarken, orta sınıfın işsizlik ve işle ilgili yardımların ortadan kalkması sebebiyle engellendiği sağlık hizmetlerinde yaşanıyor. Yaşanan bu eşitsizlikler, orta sınıfın yetişkin çocuklarını da etkiliyor. Esnek ekonomi dünyasının fırsatların onlara altın tepside sunulmuyor.

Gelir dağılımının zenginlere nasıl akıp, orta sınıfın elinden nasıl hızla uzaklaştığı, Deutsche Bank’ın yaptığı son araştırmayla ortaya çıkıyor. Her neslin önceki nesilden daha fazla kazandığı “Amerikan Rüyası”, gözlerimizin önünde adım adım çöküyor. Bu ve buna benzer verileri göz önünde bulundurarak, başta sorduğumuz soruyu tekrarlayalım: Orta sınıf yok mu oluyor? Buna verilebilecek cevap hayır olur. Ama mücadeleleri devam ediyor ve güçlü para elitlerine karsı giderek daha dezavantajlı hale geliyorlar. Orta sınıf göreli olarak fakirleşiyor ve gelirleri, GSYİH’nın payını sömüren zenginlerin katbekat gerisinde kalıyor. Aslında bu sonuç, orta sınıf için son derece cesaret kırıcı ve büyüme için, daha düşük üretkenlik şeklinde bir rüzgâr yaratıyor. “Kazanç adil bir şekilde dağıtılmayacaksa, neden daha çok çalışalım?” görüşü hâkim.

*Çin’in büyüme verilerini maniple ettiğine hiç şüphe yok. Çin’deki gerçek büyüme, iddia ettikleri yıllık yüzde 6,8 yerine yılda yüzde 5,5’e daha yakın. Boşa harcanan yatırımlar ortadan kalktığı takdirde büyüme oranları daha da azalır. Buradaki asıl soru, Çin’in kendini veriler hakkında neden yalan söylemeye ve bu verileri olasılık dışı bir oto-korelasyonlu zaman serisi halinde sunmaya mecbur hissettiğidir. Bunun sebebi, Çin’in de Madoff gibi bir saadet zinciri olmasıdır. Çin, dolar cinsinden dış borç, varlık yönetimi ürünleri, banka kredileri, şirketler arası krediler ve finansal olarak tasarlanmış asla geri ödenemeyecek diğer düzenlemeler sayesinde trilyonlarca doları kasasında tutuyor. Ancak bu para üstünde hakkı olanlar, parasını geri isterse, Çin likidite peşinde koşanların küçük bir kısmını bile mutlu etmeyi başaramaz.

Çin, ithal ettiğinden fazlasını ihraç ettiği için özellikle ABD ile gireceği bir ticaret savaşını kazanamaz. Başkan Trump, ABD ile Çin arasındaki karşılıklı ticaret açığının birkaç yüz milyar dolar indirilmesini istiyor. Ancak Çin, kendi ekonomisine zarar vermeden bunu rahatça yapamaz, bu yüzden ticaret savaşları daha da kötüye gidecek. Çin, üstündeki ticaret savaşlarının baskısını hafifletmek için kullanabileceği finansal bir silaha sahip, o da para birimi devalüasyonu.

Çin’in taşıdığı riskler, likidite ve döviz kuru sorunlarının katbekat ötesine geçiyor. Bugün, 8O’lerde, 90’larda ve 21. yüzyılın başlarında uyguladığı, “Tek Çocuk Politikası”nın ceremesini çekiyor. Zaman zaman yeni doğan kızları, daha başucunda duran kovaların içinde boğarak uyguladıkları iki çocuk yasağı Çin’i, hızla yaşlanan bir nüfus ve büyümeyi sürdürüp, emeklilere destek olmak için yetersiz genç işçi nüfusu ile baş başa bıraktı. Çin’in son zamanlarda yaptığı gibi, uyguladığı politikaları gevşetmesinin iş gücüne katılım ya da üretkenlik üstünde önümüzdeki yirmi yıl boyunca etkisi olmayacak. Ekonomik büyüme, işgücüne katılım ve verimlilik ile gerçekleşir. Oysa Çin, ileriye dönük olarak işgücünü küçülttü ve üretkenlikte çok geride kaldı. Borç alınan büyük paralar, boşa harcanan altyapı yatırımları ve hayali muhasebe kayıtları dışında, Çin’in ekonomik büyüme gibi bir mucizesi yok. Uzun lafın kısası, Çin zenginleşemeden yaşlanmaya başladı. Sonuç olarak, IMF’nin kolay kolay çıkış yolu bulunmayan, orta gelir tuzağı dediği şeye sıkışmış, bir başka yükselen piyasa ekonomisi haline geldi.

Jeopolitik mücadelenin başlangıcı, bu analiz için son derece önemli. Çünkü ekonomik büyümenin, diğer tüm politika düşüncelerini gölgede bıraktığı küreselleşme çağında bir değişime işaret ediyor. Savaşlar bedava değildir. Hatta soğuk savaşlar da öyledir.

* ABD ile Çin arasında devam eden ticaret savaşı pek çok şeye sebep olacak. Savaşı Birleşik Devletler kazanacak ama piyasalarda bu savaşın neden olduğu ikincil hasarlar yaşanacak. Dolar hem yaşanan ticari hasarı azaltmak hem de Çin üstündeki baskıyı sürdürmek için düşecek.

*Uzun lafın kısası, FED ekonomiyi bu durumdan kurtarmaya hazır olmadan, ABD ekonomisinin resesyona girme olasılığı çok yüksek. Durgunluk başladığında. Amerika Birleşik Devletleri, 1990’lardan itibaren Japonya’nın yaşadığı gibi, onlarca sürecek durgunluk seviyelerine maruz kalabilir. Japonya bu işte 30 yılını kaybetti. Amerika Birleşik Devletleri ise ilkini yeni bitiriyor ve kaybedecek daha çok şeyi olabilir.

* “Önce yavaş yavaş sonra aniden”’ olarak tanımlanan dinamik, fizikçiler ve uygulamalı matematikçiler tarafından yakından tanınır. Fizikte bu duruma, “faz geçişi” denir. Bu konudaki en iyi örnek, bir kabın içinde kaynatılan suyun, buharlaşıp uçmasıdır. Ateş, çıplak gözle görünen herhangi bir değişim söz konusu olmadan, uzun süre kaba uygulanabilir. Bu sırada suyun ısısı yükselse de, kabın içindeki su hâlâ soğukmuş gibi görünür. Ancak aniden suyun yüzeyi çalkantılı hale gelir ve ardından yüzeyde buharlaşma başlar. Su dönüşmeye başlamıştır, zamanında müdahale edilmezse kaptaki suyun hepsi buharlaşır. Aynı dinamik, matematik biliminde hiper-senkroniklik olarak bilinir. Bu, aniden aynı anda aynı şeyin yapılması durumunu anlatan, teknik bir terimdir. Banka veznelerine yığılmak, bu duruma verilecek en güzel örnektir.

Kaynakça:

[1] ABD Yüzyılı Geride Kaldı-Mehmet Bedri Gültekin-2020

[2] Richard H. Thaler & Cass R. Sunstein-DÜRTME-Sağlık, Zenginlik ve Mutlulukla İlgili Kararları Uygulamak (The Nudge: Improving Decisions About Health, Wealth and Happiness)

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir