İzmir’de Salgın Hastalıklar Tarihi, Dr. Turhan Sofuoğlu yazdı…

İzmir’de Salgın Hastalıklar Tarihi, Dr. Turhan Sofuoğlu yazdı…

Benim tarihe merakım ilkokul yıllarına dayanır. O zamanlar tek başvuru kaynağımız Hayat Ansiklopedisiydi.. 6 ciltlik bu ansiklopedi benim hayata bakışımı değiştirmiştir. Günümüzdeki sınırsız yazılı kaynaklar ve internet düşünüldüğünde çok yetersiz gibi gelen ülkemizin ilk ansiklopedisi benim geçmişe ve geleceğe bakışıma yön vermiştir. İşte bu tarih merakı daha sonra mesleğim olan tıbbın tarihine de ilgi duymamı sağladı. Günümüzde yaşadığımız her olayı tarihin o geniş penceresinden değerlendirmeme neden oldu. İşte geçtiğimiz yıllarda birçok yerde sunum yapmama neden olan “Tarihte İzmir Hastaneleri” “Cankurtarandan Ambulansa” gibi araştırmalarım bu merakımın birer sonucudur. Umarım bu yıl içerisinde her ikisi de kitap olarak tamamlanır ve tarihe birer belge olarak kalır.

Bu günlerde de İzmir’in tarihte yaşadığı salgın hastalıklara merak sarmış durumdayım. Bununla ilgili çok sayıda kaynak ve bilgi mevcut. Örneğin 2016 yılında kaybettiğimiz değerli araştırmacı ve yazar Prof. Dr. Rauf Beyru, “19. yüzyılda İzmir’de Sağlık Sorunları ve Yaşam” adlı kitabında, İzmir’in o yıllardaki salgın hastalıklarına ışık tutarken çok ilginç değerlendirmeleri kaleme almıştır. Kitabın bir bölümünde, 2 ve 4 Haziran 1814 tarihlerinde “London Times” gazetesine gönderilen mektuplarda kentin veba salgınından etkilendiği vurgulanarak şu satırlar yazılmıştır.

“Vebanın, kentte korkunç boyutlarda tahribata yol açtığı, günde yaklaşık 500 kişinin öldüğü, ticari işlerin tamamen durduğu, limanın bomboş olduğu ve kentin neredeyse tamamen boşaldığı, Türklerden iki bin, Rum, Ermeni ve Musevilerden yaklaşık 10 bin insanın hayatını kaybettiği” açıklanmaktadır. 2 Temmuz 1814 tarihinde ki yani ilk mektuptan 1 ay sonra ise vebanın yavaş yavaş şiddetini kaybetme yolunda olduğunu ve ölüm sayısının ortalama günde 200 sayısına gerilediğini, 7 Temmuz 1814 tarihindeki bir başka mektupta ise “İzmir’de veba salgını, artık son bulmak üzeredir. Günlük ölü sayısı 30-40’lara düşmüştür. Toplam ölüm sayısı 30 bin..” denilmektedir.

 

İzmir 1814 ve 1837 yılları arasında birçok kez veba ve kolera salgınları ile adeta ölü birer kente dönüşmüştür. Bunda en büyük etken de önemli bir ticari liman olması nedeniyle başka ülkelerden gelen insanların (ve gemilerdeki farelerin) bu hastalıkları kente taşımasıdır.

Yine kitapta günümüze de örnek teşkil edecek ilginç bir bilgiyi burada aktarmak istiyorum. 1818 yılında kenti (İzmir/Smyrna) ziyaret etmiş bir gezgin veba salgınına denk gelmiş ve izlenimini şöyle kaleme almıştır.  “Herhangi bir yiyecek maddesini almak istediğimde, dükkâncı mallarını uzaktan gösteriyor ve fiyatını söyledikten sonra, parayı (muhtemelen metal) içi sirke dolu bir kütük parçasına koymamı bekliyor, tamam olduğuna kanaat getirince de, ekmeğimi ya da etimi dükkânın parmaklıkları arasından bana doğru fırlatıyordu. Bana atılan bu yiyecekleri, bir av köpeği gibi ya havada yakalayabilmek ya da bunu beceremezsem yerden toplamak zorundaydım”

Yine o tarihlerde, İzmir’in sokaklarında kent halkının ellerindeki uzun bastonlar ve değnekler ile kendilerine sosyal bir mesafe yaratmaya çalıştıkları, baston darbeleri ile ortaya çıkan küçük sıçramalar ve çığlıkların oldukça eğlenceli bir görünümü ortaya çıkardığını gezginlerin günlüklerinden okuyabiliyoruz. Uzun lafın kısası tarih aslında büyük öğretiler ve deneyimler ile dolu engin bir kaynaktır.

Tarihimizdeki salgın hastalıklara yine Prof. Dr. Rauf Beyru’nun “19. yüzyılda İzmir’de Sağlık Sorunları ve Yaşam” adlı kitabından devam edelim.

Sene 1848, hemen hemen Avrupa’nın tümünü kasıp kavuran büyük kolera salgını, Osmanlı toprakları ve İzmir’de de büyük kayıplara neden oluyor. Smyrna’da ki Fransız Konsolosu’nun 26 Ağustos 1848 tarihinde ‘London Times” gazetesine yazdığı mektupta, koleranın İzmir’de hükmünü sürdüğü ve birkaç günden beri, daha da bir şiddet kazandığı belirtilmiştir. Mektupta, kentte korkunun hâkim olduğuna, halkın varlıklı olanlarının tümünün, fakirlerinse büyük kısmının kenti terk ettiği, kaçanların sayısının beş bini geçtiği ve İzmir’in nüfusunun yüz binin altın düştüğü yolunda bilgiler verilmiştir. Hastalığın kente Çeşme ilçesinden bulaştığı bildirilmektedir. Çeşme’de bir hafta içinde 92 askerden 64’ü koleradan hayatını kaybetmiş, daha sonra İzmir’in tüm semtlerinde görülen salgın sırasında 2529 kişi bu hastalıktan ölmüştür. Ölenlerin 1202’si Türk, 702’si Rum, 295’i Musevi, 205’i Ermeni, 125’i Levanten olarak kayda geçmiştir.

Kolera salgını sırasında, Brewer’in anılarında ilginç bilgiler vardır. Bazı veliler, okula gelip kapanmadan çocuklarını alıp götürmek isterler. Kalan öğrenciler ve öğretmenlerde sıkıntı ve korku başlar. Öğretmen cesaret verici sözler söyleyerek çocukları birbirinden uzak köşelere oturtur, elbise, kitap ve diğer eşyalarını ayırır. Daha sonra okullar tatil edilir. Gün boyunca panik artar. Sokağa çıkarsanız, mağaza sahiplerinin her türlü girişi önlemek üzere kapılarının kepenklerini kapatmış olduklarını görürsünüz. Yoldan geçenler birbirleriyle konuşmamakta kararlıdırlar. Zorunlu olmadıkça el sıkmaktan çekinirler. Türkler ellerini, hızla göğüslerine, dudaklarına ve alınlarına getirmek süratiyle selam verirler. Evde, tüm aile, salgına karşı olağan önlemlerini (veba ve kolera için aynı) almaya başlamıştır. İlk olarak, halı, yastık, kitap, kâğıt ve benzeri şeyler misafirlerin dokunamayacağı yerlere alınır. Savaş gemilerinden bir subay, bir gezgin veya bir ticaret gemisi ile gelmiş bir vatandaşınız çay içmek için ziyaretinize gelmişse, oturacağı yerdeki yastık tamamen alınamıyorsa en azından ikiye katlanır ve kendisinden kumaş ya da kâğıt cinsinden herhangi bir şey alınmaz ve verilmez. Tahta, toprak, cam ve metalden yapılmış eşyaların hastalığı yaymadığına inanıldığından serbestçe kullanılmaktadır. Tütsülenmiş bir kutu kapının yanına yerleştirilmiştir. Gün boyunca, zaman zaman tüyleri ile hastalığı yaydıklarına inanılan kedilere ateş edildiğini duyarsınız.

Kolera salgınları genelde Haziran ayında başlayıp, Temmuz ve Ağustos aylarında artıp, Eylül ayının ilk haftasından sonra havaların serinlemesi ile birlikte azalmaktadır…

İzmir’de 1889 yılı yaz aylarında “Dang Humması” (Dengue Fever) adlı sivrisineklerle bulaşan bir grip salgın boyutlarına ulaşmış, Vali ve Gureba-i Müslimin Hastanesi Başhekimi Dr. Mustafa Enver Bey dâhil yakalanmadık kimse bırakmayan bu hastalık daha sonra Manisa ve Aydın vilayetlerine yayılmış. Daha çok çocukları etkilemesi nedeniyle Vilayet Sağlık Müfettişi Ali Rıza Bey, Başhekim Mustafa Enver Bey, Başhekim Yardımcısı Ali Nurettin Bey, Askeri Hastane Başhekimi Yarbay Ali Bey’den oluşturulan bir heyet okulların tatil edilip edilmeyeceği ve ne zaman eğitime başlanacağı konusunda görevlendirilmiş. Heyet Maarif Müdürü’nün de katılımı ile okulları gezerek, inceleme sonucunda ilkokulların (iptidai) 1 ay, ortaokulların (rüştiye) 15’er gün tatil edilmesine, liselerin (idadi) ise Ocak ayı ortalarında açılmasına karar vermiş. O tarihte yayınlanan gazetelerde salgının ertesi yıl havaların ısınması ile birlikte tekrar ortaya çıktığı bildirilmiş. (Rauf Beyru-19. yy. İzmir’de Sağlık Sorunları ve Yaşam)

İzmir (eski adı ile Smyrna)’in bir liman kenti olması nedeniyle tarih boyunca salgın hastalıklar mücadele etmiştir. 16 yy. dan itibaren bütün Avrupa’yı kasıp kavuran Veba hastalığı 1598 yılından itibaren neredeyse her 5-10 yılda bir İzmir’de görülerek çok sayıda insanın hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Örneğin 1748 yılındaki salgında kentte günde 300-400 kişinin öldüğü kayıtlara geçmiştir. 1760 salgınında 100 bin kişilik bir nüfusta  yüzde 18, yani yaklaşık 20 bin kişi hayatını kaybetmiştir. Veba salgınlarının ilkbahar aylarında arttığı, ölümlerin Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında doruğa ulaştığı, sonbaharda azaldığı görülmüştür. Veba hastalığının önemli bir kısmının deniz yoluyla gelen gemilerden kente bulaştığı, 1727,1748 ve 1791 salgınlarının İskenderiye, 1754 salgının ise İstanbul’dan gelen gemiler ile İzmir’e bulaştığı öne sürülmüştür. Ancak kayıtlara göre 1784 salgınının, Ankara’dan gelen kervanlar ile taşınmış olduğu belirtilmektedir.

1678 yılının Temmuz ayında İzmir’e gelen Le Byrun, kentte büyük bir veba salgınının olduğunu, son üç ay içinde 30 bine yakın insanın öldüğünü belirterek kentte yaşayan Türkler ve Frenklerin salgın sırasındaki davranışları ile ilgili enteresan gözlemlerde bulunmaktadır. Türklerin, Allah’ın emri olarak kabul ettikleri ölümden ve dolayısıyla hastalıktan hiç korkmadıklarını, bu nedenle de herhangi bir önlem almayı düşünmediklerini, Avrupalı Hıristiyanlar olarak tanımladığı Frenklerin (Fransız, Hollandalı, İngiliz) salgının daha az hissedildiği civar köylerdeki evlerine çekildiklerini, ya da evlerine kapanarak hiç kimse ile temas etmemeye, hatta evlerinin kapılarını hiç kimseye açmamayı tercih ettiklerini yazmıştır. Yaşam için gerekli olan yiyecek maddeleri ve diğer eşyaları pencerelerden sarkıttıkları sepetler ile içeri aldıkları ve kullanmadan önce iyice yıkayıp genellikle duman ile tütsülediklerini belirtmiştir.

Le Bruyn’dan neredeyse bir yüzyıl sonra (1765) İzmir’e gelen gezgin Richard Chandler’de aynı korunma yöntemlerini gezi notlarında anlatmıştır. Gezgin Chandler, salgın süresince Seydiköy (Gaziemir)’de bir eve sığındığını ve yiyeceklerin çoğunu köyden temin ettiklerini, şarap, mum ve benzeri ihtiyaçlar için köyden bir Türkü erzak çantası ile kente gönderdiklerini ifade etmiştir. Köylü dönüşte aldığı erzakları bahçeye boşaltıyor, gerekli ücreti ödendikten sonra, hiç kimseyle ve hiçbir şey ile temas etmeden ayrılması sağlanıyordu. Bundan sonra erzak torbası su ve sirke ile yıkanıyor, içindekiler, cinslerine göre havalandırılıyor veya duman ile tütsüleniyordu. Chandler kitabında salgında Türk, Musevi, Rum ve Ermenilerden ölen sayısının fazlaca olduğunu yazmıştır. (Rauf Beyru-19. yy. İzmir’de Sağlık Sorunları ve Yaşam)

Yazan ve hazırlayan Dr. Turhan Sofuoğlu, İzmir, 27 Ağustos 2020

 

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir