İzmir’in Kurtuluşu’ nun 102. Yılında; 14 Mayıs 1919’da İzmir’in İşgali…

(Editör notu: 9 Eylül 2024): Yazarı Rahmetli İzmir’ in Yetiştirdiği Duayen Hukukçu, Av. Önder Limoncuoğlu 29 Ocak 2022 tarihinde İzmir’de 84 yaşındayken vefat etti. Anısına dört bölümde yayınladığı yazılarını okurlarımla paylaşmak istedim. 

İZMİR, 14 MAYIS 1919, SABAH!..

 İZMİR’E DOĞRU 01

 “Yunan geliyor, Allah’ını, milletini, İzmir’ini seven akşam namazından sonra Maşatlığa gelsin!..”

 Maşatlık Toplantısından bir görünüş (14 Mayıs 1919)

Müslüman çocukları için 1888’de açılan ilk Lise’nin, İzmir İdadisi’ nin öğrencileriydi bunlar!.. Yanlarında bir davulcu, Reddi İlhak ve Maşatlık Bildirisi’ni dağıtıyor, okuma bilmeyenler için böyle sesleniyorlardı.  Geçmedikleri sokak, girmedikleri kahvehane kalmadı!..

 MAŞATLIK TOPLANTISI 

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesini takiben, çaresizlik duygusu içinde, İzmir’li bir kısım Türk genci, bir şeyler yapabilmek umuduyla, 23 Kasım 1918’de  (Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti) Osmanlı Hukukunu Koruma Derneği’ni, Mart 1919’da da, muvazzaf subaylarla birlikte (Müdafaa-i Vatan) Vatan Savunması adlı gizli bir örgütü kurdular!..

Bu gençlerin hepsi Türk Ocağı’nın üyesiydi.  Zaten, Liseli olup da Türk Ocağı üyesi olmayan biri yoktu ki!.. 14 Mayıs 1919 sabah Lise Binası’nda toplandılar. Takiben, halkın da katılımını sağlamak için Kemeraltı’ndaki Türk Ocağı Merkezi’ne geçtiler.

Toplantı da;

  • İzmir’in Yunanistan’a ilhakını reddeden bir bildiri hazırlanıp, her yere gönderilmesi,
  • Rum mahallelerinin de göreceği yer olan Maşatlık’da bir miting düzenlenmesi ve bunun bir bildiri ile halk duyurulması, 
  • Silahlı mücadelenin, savaş gemilerinin top menzili dışında verilmesi,
  • Kaçırılması mümkün olan savaş malzemelerinin İzmir’den çıkarılması
  • Hapishanenin boşaltılması,
  • Mansurzade Emin Bey, Nurettin Paşa, Rauf Bey’lerin Milli Kongre ve Hilal-i Ahmer’le (Kızılay) temas etmek üzere İstanbul’a gönderilmesi kararlaştırıldı…

Reddi İlhak Bildirisi”ni Ragıp Nurettin, Haydar Rüştü ve Mustafa Necati beyler Türk Ocağı’nda, “Maşatlık Bildirisi”ni çocuk doktoru Ali Agah Bey ve Moralızade Halit Bey, Kordon’daki ticarethanesinde kaleme aldılar.

Bu bildiriler, Müttefik Sansür Kurulu’nca 12 Mayıs 1919’da yayını durdurulan Anadolu Gazetesinin Matbaası’nı terk etmeyen, baş dizgici Ali Hâkî Baba ile makinist Mustafa Efendi’nin gözyaşlarına karışan alın terleri içinde, Anadolu Matbaasında basıldı.

Reddi İlhak Bildirisi:

İzmir ve Havalisi Yunan’a ilhak ediliyor!.. İşgal başladı!.. İzmir ve çevresi tamamen ayakta heyecanlıdır!..  İzmir son tarihi gününü yaşıyor!.. Son ümidimiz milletimizin göstereceği karşı koymaya bağlıdır!.. Miting ve telgraflarla her yere başvurunuz!.. Ve vatan ordusuna katılmaya hazırlanınız!..

Maşatlık Bildirisi:

 Ey Bedbaht Türk !..

Wilson prensipleri insancıl başlığı altında senin hakkın gasp ve namusun yırtılıyor!..

Buralarda Rum’un çok olduğu ve Türklerin Yunan’a katılmasını memnuniyetle kabul edileceği söylendi ve bunun sonucu olarak güzel memleket Yunan’a verildi!..

Şimdi sana soruyoruz:

Rum senden daha mı çoktur? Yunan egemenliğini kabule taraftar mısın?

Artık kendini göster!..

Bütün kardeşlerin Maşatlıktadır. Orada yüz binlerle toplan. Ve ezici çoğunluğunu orada bütün dünyaya göster. İlan ve ispat et!..

Burada zengin, fakir, alim, cahil yok. Fakat Yunan egemenliğini istemeyen ezici kütle vardır

Bu sana düşen en büyük görevdir. Geri kalma. Hüsran ve düşkünlük yarar getirmez. Binlerle, yüz binlerle Maşatlığa koş ve Heyeti Milliye’nin emrine itaat et!

Bugün, ordu evinin olduğu yer ve Bahri Baba parkı Maşatlıktı. Yani, Yahudi Mezarlığı… Arkası, Eşrefpaşa’ya giden yokuş… (Bugün ki Varyant yol!..) Önü ise, teknelerin kalafat için çekildiği deniz kıyısı.

Tepeden Maşatlık’ın görünüşü

Amaç, yabancılara Türklerin azınlık olmadığını göstermek olduğu için, yer olarak Maşatlık seçilmişti. Orada yapılacak toplantı ve yakılacak ateş, Kordon’dan ve Frenk Mahallesi’nden çok iyi görülebilirdi.

Kalafata çekilmiş teknelerin önünde, bayağı kalabalık toplandı… Yakındaki Karataş Karakolu’ndan polisler de gelmişti.

Sarı Kışla’dan erler, birkaç zabit!.. Onlar, İstanbul’dan gelen direnilmeyecek telgrafından haberdardılar!..

Hasan Tahsin mahlasıyla Hukuk-u Beşer (İnsanın Hakları) Gazetesinde yazan Osman Nevres de aralarındaydı. Mırıldanıyordu;

“Ellerini, kollarını sallayarak mı girecekler… Olamaz!.. Bu işin sonunda kan var!.. Ölüm var!.. Bunu anlamalılar!..”

Öbek, öbek büyük ateşler yakıldı… Belli bir gündem yoktu… Söz alanlar içlerinden geldiği gibi konuştu…

Sabah ezanı okunurken yemin etti, toplananlar! İşgale karşı direnilecekti!..

İZMİR’E DOĞRU 02

‘Kollarını sallaya, sallaya mı girecekler? Olmaz… Olamaz ki!.. Sonunda ölüm var!.. Kan var!.. Bunu anlamalılar!..

Yunan Efsun Alayı-İzmir Kordonboyu’nda (14 Mayıs 1919)

1919 Yılı 15 Mayıs’ında İzmir Limanını dolduran Yunan Donanmasının içinden, karaya ayak basmak için sabırsızlanan Yunan Efsun Alayını yaşlı gözlerle izleyen İzmirliler…

Türkler tarihin en kara gününü yaşıyordu.

Kordon boyu mavi – beyaz bayraklarla donatılmıştı. Rum kızları, eteklerini savurarak şarkılar söyleyip, dans ederken, saat 09:00 sularında Kordon’daki Klonarid Gazinosu karşısındaki rıhtıma yanaşan Patris adlı savaş Gemisi’nden, Albay Saphiropolis komutasındaki Yunan tümeni ilk olarak karaya ayak bastı. Bando önde, başpapaz Hıristosmos önderliğindeki Efsun Alayı arkada, Kordon boyunda gövde gösterisi başlamıştı.

Bir tabur efsun askeri, öncü olarak Kokaryalı (Güzelyalı) yönüne yürüyüşe geçti. En önde Yunan sancaktarı teğmen, arkasında Yarbay İstavriyanapulos atı üzerinde, arkasında zafer marşları çalan bando ilerliyor, öncü taburu da onları izliyordu.

Sarı Kışlanın, Saat Kulesine bakan Ordu Evi’nin Kıraathanesinde, çayını içen, saçları dağınık, esmer teni güneşten iyice yanmış, uykusuz, sabah ezanına kadar süren Maşatlık toplantısı sonunda “direnme yemini” etmiş genç kendi kendine söyleniyordu; “Kollarını sallaya, sallaya mı girecekler? Olmaz… Olamaz ki!.. Sonunda ölüm var!..

Kan var!.. Bunu anlamalılar!..”

Yavaş adımlarla Ordu Evi’nden çıktı… Karşısındaki çınarın altına gitti ve beklemeye başladı… Yunan alayının önü, Konak’taki Kokaryalı Tramvay durağı yakınlarına geldiğinde Hasan Tahsin birden yola fırladı ve o ilk kurşunu sıkarak Yunan bayraktarı teğmeni alnından vurdu ve kurşunu bitene kadar da direndi. Panikleyen Yunan alayı toplu bir saldırı olduğunu zannederek ilk başta dağıldıysa da ardından ağır silahlarla ateş etti.

Evet, Hasan Tahsin yeminini tuttu!.. İlk kurşunu o attı! Sonra, rovelverindeki tüm kurşunlarını da boşaltı! Siper alan Efsun Alayı Hasan’ın tek kişi olduğunu ve kurşununun bittiğini fark etti. Dipçiklenerek şehit edildi!  Üç gün cesedi kaldırılmadı, dipçiklendi, tekmelendi. Ona selam olsun!..

Çoğumuz, onun anıtı önüne gelir rahmet okur, saygıyla anarız. Ama, onun asıl adını, yaşamını bilir miyiz?

Recep oğlu Hasan Tahsin’in asıl adı Osman Nevres’ dir.   Selanik’te 1888 ‘de dünyaya gelen Hasan Tahsin, önce Mustafa Kemal’inde okuduğu Şemsi Efendi Okuluna gitti, sonra Selanik’teki Fevziye Lisesi’ni bitirdi. Devlet sınavını kazanıp, Paris’te Sorbonne Üniversitesi Siyasi İlimler Akademisi’ni bitirdi. Yıl 1912’ler, Paris’te ODEON sineması… Trablusgarp da Osmanlı/İtalyanlar savaşı gösteriliyor. Osmanlı Türkleri öyle vahşi resmediliyor ki…  Birden bir sandalye sinema perdesini yırtıyor… Işıklar… Osman Nevres… (İşte, böyle bir delikanlı Hasan Tahsin, tanımlayabildim mi?)

İstanbul’a döndükten sonra, Osmanlı Devleti aleyhine Balkanları karıştıran İngiliz Buxton kardeşlerin bu faaliyetlerini önlemekle görevlendirildi. Buxton kardeşlere Bükreş’te bir tünelde suikast düzenleyen Hasan Tahsin yakalanıp, 10 yıla mahkûm edildi. Birinci Dünya Savaşında, Bükreş’in Osmanlı Devleti ve müttefik Almanya tarafından alınmasından sonra, 2 yıl hapis yattığı bu yerden 1916 yılında kurtuldu.

Mondros Mütarekesinin karanlık günlerinde sağlık sorunları sebebiyle arkadaşları onu, Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin sözcülüğünü yapan Hukuk-u Beşer (İnsan Hakları) Gazetesi’nin Temsilcisi olarak İzmir’e yolladılar.  

31 yaşında şehit edilen Hasan Tahsin (gerçek adı: Osman Nevres)

Hasan Tahsin şehit edildiğinde 31 yaşındaydı. Güler yüzlü, neşeli bir vatansever olan Osman Nevres, takma adıyla Hasan Tahsin, işgal acısına dayanamayan yüreğinin sesini dinleyip, tek başına da olsa bir alaya savaş açacak kadar cesurdu. Atılan bu kurşun Türk Kurtuluş Savaşı’nın meşalesini yakarken, bütün dünyaya da Türk ulusunun bu işgali hazmedemeyeceğinin mesajını veriyordu.

Bugün Konak Meydanı’nda bir elinde bayrağı, diğer elinde Rovelveri ile anıtlaşan bu genç, Türk Basınının bir sembolü olarak tarihe gülümsüyor.

İZMİR’E DOĞRU 03

VE İŞGAL…

Hiçbir şey anlayamıyordu küçük kız? Komiser amca gitmişti… Tanıdığı polisler yoktu… Karakolda tanıdık bir tek bekçi kalmıştı… Artık, karakolun kapısında eteklikli askerler duruyordu. Ayni askerlerden Sanatlar Mektebi ile Askeri Hastane kapısında da vardı. Yunanistan’dan gelmişlermiş… Annesi bunlara “Efsun Askerleri” diyordu.

İşgal sonrası Saat Kulesi önündeki Yunan askerleri (City of Smyrna before the Destruction Albümü – Nea Synora-1919)

İşgalin ikinci akşamı, “Türk evleri akşamları kapısına fener asacak” dendi.  Annesi zar, zor asılacak bir fener bulabildi, bir de mum!..

Bir zamanlar akşamları, annesinin de katıldığı kâh Eczacı Ferit Bey’in annesinde, kâh Osmanzade İhsan Hanım’da, kâh Paşalar’da, kâh Şam’lı Bedialar’da toplanıp ut, def, tambur çalıp, şarkı söyleyip, çengi (erkek dansöz) dahi oynatan semt kadınları artık sokağa çıkamaz olmuşlardır.

Kestelli Yokuşu’nda ki bir tekkenin şeyhi olan, küçük kızın müzik hocası Şeyh Cemal Efendi karşılarında ki evde oturuyordu, bu evde, haftanın belli günlerinde, birkaç mahalleli toplanır, saz çalınır, şarkı geçilirdi. Ama artık, Şeyh Cemal Efendi’nin evinde de saz çalınıp, şarkı geçilmiyordu!..

Tramvay Yolu’na kadar kat, kat bahçesi olan, sırtını dik kayalıklara dayayan, park gibi bahçesinde genç Emin Mansurzade’nin yeni çıkan kâğıt lira ile sigarasını yaktığının söylendiği, karşılarındaki köşkte de ışıklar yanmaz olmuş, bir tek bekçi kalmıştı!..

Hamam Sokağı’na girince, evlerinin çapraz karşısı sağdaki ilk sokak başında kendilerine de diken, terzi Rum bir kadın otururdu, adı Mariya! Kendi halinde iyi bir kadın olarak bilinirdi!.. Ne olmuştu Mariya ya? Evlerinin köşesinden her geçişte; “Münirana… Münirana… Burası Atina olacak!..” diye, annesine seslenerek geçiyordu. Köpeğinin adını “Kemali” koymuştu!..

Babaları işgalden bir süre önce çekip gitmişti. “Yunt Dağı’na odun kömürü yakmağa gitti”, kimi zaman da “Manisa’da” deniyordu. Yıllar sonra anladı ki, “İngilizler işgal etsin, buraya altın yağar” diyen babası Yunan işgalinden kaçmıştı. 

Birinci Dünya Savaşı yıllarını elinde bir kız, kucağında bir kız çocuğu, çoğu kez erkeksiz geçirmişti annesi!..  Kocası askere gitmemek için gene Yunt Dağları’nda, oğlu Lütfü asker olmak istediği için, 18’inde Yemen’de!

“Şu Yemen’e giden sular akmıyor,

Cerrah gelip yaramıza bakmıyor,

Yiğitlerin hiç birisi kalkmıyor,

Yemen çöllerinde kaldım Allah’ım.

 

Mızıka çalınır, düğün mü sandın,

Al/ Yeşil bayrağı gelin mi sandın,

Yemen’e gideni gelir mi sandın

 

Adı Yemen’dir, gülü dikendir

Giden gelmiyor, acep nedendir.”

Evet, nasılsa Yemen’den dönebilmişti Lütfü ağabeyi!

Yunan geleli dördüncü gündü. Ağabeysi Lütfü’den hala haber yoktu. “Lütfüm, Lütfüm” diyerek, alacakaranlıkta iç çekiyordu annesi. Bir an korkusu derinleşti.

Ya öldürdülerse ağabeysini?..  İç çeken annesinin eteğine sarılıp, ağlamaya başladı!.. 

Bir kısım gencin hapishane avlusunda tutulduğu, yaralıların Gurebayı Müslimin Hastanesi’nde (Garip Müslümanlar Hastanesi) olduğu söyleniyordu. Ana değil mi? Ne olursa olsun, oğlunu arayacaktı!.. 

Tramvay maşatlıktan içeriye, Sarı Kışla’yı deniz tarafında bırakıp, bugün Bahri Baba Parkı denen Yahudi Mezarlılığı’na (Maşatlık) yönelir, Gurebayı Müslimin Hastanesi (Bu günkü Diş Hastanesi, eski Memleket Hastanesi) aşağısındaki, İzmir Hapishanesi (Bugünkü katlı otopark) önünden Konak’a ulaşırdı. Gitti. İzin verdiler, hapishane avlusuna girdi. Lütfü’sünü göremedi. İnce sesiyle bağırdı;

Karantina’lı Lütfü’yü gören var mı? Önce sessizlik, sonra bir ses;

Münir’e abla, Münir’e abla… Ben eczacının Necati, anneme sağ olduğumu söyle! Gözleri dolmuştu, yalnızca başını sallayabildi…

Bir de istersen hastaneye bak, yaralılar orada… dedi gardiyan… Hastaneye de geçti. Baştabip bir hademe yanında koğuşları gezmesine izin verdi. Lütfü’sü orada da yoktu. Merdivenlerden inerken hademe;

Ölüler aşağıda, hele oraya da bir bak! dedi… Dayanamayacaktı artık, direncini yitirmiş, yüreği kabarmıştı… Yok, sağ ol!..

Şükriye teyzenin evi deniz kıyısında, Mektupçu’ya doğru, Askeri Hastane’nin karşısında, cumbalı bir evdi. Annesiyle oraya giderler, kadınlar konuşurken, Şükriye teyzenin oğlu küçük Lütfü ile cumba içindeki saman sedire oturup, Mektupçu sapağından karakol köşesine kadar geleni gideni, tramvayları izlerler, tramvaylardan inecek kişiler üzerine yarışırlardı.

Aman Allah’ım! Koşun Münire’ye haber verin, Lütfü geliyor!.. 

Şükriye teyze cumbadan, Mektupçu sapağından gözüken Lütfü’yü tanımıştı. Üzerinde bir atlet, bir de donla, yalınayak geliyordu Lütfü! Herkes koşuştu, kimi Münire’ye haber vermek, kimi Lütfü’yü koltuklamak için!.

Bir harp gemisinin güvertesinde tutuklularmış. Bunları, genç, yaşlı demeden, dipçikleyerek, kimi denize düşerek, kimi hizaya girerek, şadlar üzerinden geçirip, muhribin güvertesine doldurmuşlar. Sabah- akşam önce basınçlı su, arkasından peksimet atılarak bir hafta geçmiş. O sabah salıvermişler…

İşgal üzerinden 5 ay ya geçmiş ya geçmemişti. Annesinin elini tutmuş gene Şükriye teyzelere gidiyorlardı. Sanatlar Mektebi önünde nöbet tutan Efsun Askeri, önünden geçen küçük kızın yanağını okşamak istedi. Bir şaklama duyuldu, küçük kızın eli kalkmış nefretle Efsun Askeri’nin koluna inmişti. Yunan donanması gelirken “Anne donanma geliyor, beni giydir” diyerek eve koşan küçük kızın artık hep çatıktı kaşları! Gülemiyordu da! Sürekli çaldığı, Yemen Türküsü ile bir marştı

“Dünyalara bedeldir mah cemalin,

Allah’ıma emanettir Kemal’im…”

Hele şükür, Osmanlı Türkleri Ulus’a dönüşüyordu!..

Yazarı Rahmetli Av. Önder Limoncuoğlu  

Önemli Not: İzmir’ in Yetiştirdiği Duayen Hukukçu, Kardeşimiz Önder Limoncuoğlu 29 Ocak 2022 tarihinde İzmir’de 84 yaşındayken vefat etti. Cenazesi aynı gün öğle namazını müteakip İzmir Küçükyalı Hamidiye Camiinden kaldırıldı.

Önder Limoncuoğlu dost bir insan olmanın yanı sıra, usta bir yazardı. Yazdığı her yazıda Türkçe’ yi müthiş güzel ve anlamlı kullanan usta bir şairdi adeta. Artık onun yazdıkları, tarihe düştüğü notlar, insan sevgisi, yurt sevgisi ve insanlığa yaptığı hizmetler ile anılacak o…

9 Eylül 2021 tarihinde yazdığı “Lozan Öncesi Osmanlı İzmir’ine bakış…” ile Onun tüm yazılarını aşağıdaki bağlantıdan okuyabilirsiniz…

Önder Limoncuoğlu’ nun bir köşe yazarı olarak tüm yazıları

www.healthworldnews.net/author/av-onder-limoncuoglu

Makaleyi Derleyip Hazırlayan Bekir Metin, Ankara, 9 Eylül 2024

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir