Kalpsiz Bir Dünyaya İnat Hepberaber!

Kalpsiz Bir Dünyaya İnat Hepberaber!

“Uzaklardaki sular yakınınızdaki yangını söndürmenize yardım etmez.” Eski bir Çin atasözü

Korku, belleklerimizden silme lüksüne sahip olduğumuz geçici bir an değil artık ve bir bakıma kesintisiz bir türbülans çağında yaşıyoruz. Çeşitli küresel krizler öyle farklı şekillerde çoğalıyor ki, bu krizlere verdiğimiz yanıtlar birbiriyle çelişir hale geliyor. Deprem: Dışarı çık! Koronavirüs: İçeride kal! Diğer insanlardan uzak dur! Faşizm: Onları durdurmak için diğer insanlarla bir araya gel! Bu yönüyle yeni normalimiz ise, uzun ve türbülanslı bir uçuştan sonra, aynı korkutucu belirsizlik rutinini tekrarlamak için kalkmak üzere bir anlığına piste değen bir uçakta olmak gibi. O uçaktan bir türlü inememek gibi.

Günümüzün popüler yeni silahı sosyal medya. Bu silah, bir zamanlar radyo ve televizyonun yaptığı gibi, insanlığı, zamanımızın ruhunu ve temel insani değerler için verdiğimiz mücadeleyi yeniden şekillendiriyor. Ancak şu anda, elektriği kontrol etmeyi öğrendiğimiz ilk günlerde elektromanyetik seanslar yapanlar ya da evlerimize ilk kez televizyon girdiği eski zamanlarda sunucuyu selamlayan yaşlılar gibiyiz: Bu yeni silahın (sosyal medya ve dijital haberleşme imkânları) kurallarını koymak şöyle dursun, bu yeni dijital çağda kendimizi ahlaki, siyasi ve hatta fiziki olarak nasıl konumlandıracağımızı bile henüz tam olarak bilemiyoruz. Ve her şey son derece hızlı ilerliyor.

Oysa günümüz ahlakının ve politikasının şekillendiği bu platform, aslında birinin özel mülkü. Yani öfkeyi dile getirerek ya da insanları isyana çağırarak siyaset yaparken bu platformun bize, halka ait olduğunu varsayıyoruz ama burası, deyim yerindeyse, bir başkasının bahçesi.

Bu dijital bahçenin tek faydası, internette var olmamıza ve zaten temel insani hakkımız olan iletişime izin verilmesinin keyfi. Beğenilerden, yorumlardan, takipçi sayılarından derlenen ve en yüksek fiyatı verene bir meta olarak satılan kişisel verimiz ise bu keyfin karşılığı olarak ödediğimiz bedel. Dijital alan sahiplerinin daha fazla gelir elde etmesi daha fazla veriye bağlı olduğundan, platformlarını katılımınızı sürekli kılacak şekilde tasarlıyorlar. Orada kalmanızı sağlamanın tek yolu ise duygularımızı sürekli canlı tutmak.

Eğer herkes konuşmadan önce sözlerini tartsaydı ve yalnızca söylemek istediğinden emin olduğu şeyleri bir yere yazsaydı, uzun sessizlikler olurdu ve çoğu hiçbir şey yazmazdı… Değil mi? Ama hakkıyla yazabilenleri ve yazdıklarını okutabilenleri de Okumak gerekir diye düşünüyorum… Şöyle ki…

“İşyerinizde sizin için düzenlenen sürpriz partide ‘İyi ki doğdun!’ şarkısını söyleyenlerin, ertesi gün işten atılsanız hepten sessiz kalabileceğini bildiğiniz halde içtenlikle gülümsemeye çalışmak zorunda kalmadınız mı hiç? Beraberindeki sevgi sözcükleriyle -hatta son zamanlarda birkaç sevimli emolojiyle- sizi aileye katılmaya çağıran o iş ilanlarının aslında sevgiden söz etmediğini çok iyi biliyorsunuz ama siz de onları seviyormuş gibi yapıyorsunuz. Yüzeyde bolca sevginin görüldüğü ama görünenin neredeyse hiçbir parçasının gerçek olmadığını bildiğimiz bir sistem bu. Sorun sevgi eksikliği değil, bol bol sevgi varmış gibi yaptığımız diğer gerçeklik; o pekiyi ve pek uyumlu gerçeklik” derken, her yerinden sökülen bir dünyada her şeye rağmen insana inanmanın büyüsüne dair bir manifesto sunarken, güzellik yaratmanın insanlığın kaderi olduğuna inanmayı seçenlere politik bir değişim için ahlaki bir sözleşme öneren Ece Temelkuran’ın İngilizce olarak kaleme aldığı ve şimdiye dek dört dilde yayımlanan, ülkemizde ilk basımı Aralık 2021’de yapılan “Hepberaber-Kalpsiz Bir Dünyaya İnat-Together: A Manifesto Against the Heartless World) adlı eserini inceledim ve kısa bir derlemeyi sizlerle paylaşmayı düşündüm ve birkaç paragrafı aşağıya aktarıyorum:

* En sevdiğim filmlerden biri olan “Kasabanın Sırrı”nda insanlığın büyük meselelerinden birini gözler önüne seren kısa bir sahne vardır. Bir duvarda Mussolini’nin “Yüz yıl koyun olarak yaşamaktansa bir günlüğüne aslan olarak yaşamayı yeğlerim” sözü yazılıdır. Muhteşem Anthony Quinn’in canlandırdığı Santa Vittoria Belediye Başkanı Bombolini, bu sözün altında kendi bakış açısını paylaşır: “Yüz yıl yaşamak daha iyidir! – Italo Bombolini.”

Tarihimize kattığımız popüler hikâyelere dönüp bakabilseydik bir kriz anında yaşanan ilk şeyin bir koyunun diğerine saldırması olmadığını görürdük. Aksine, koyunlar duygusuz bir korkuyla birbirlerine bakıp, “Şimdi ne halt edeceğiz?” diye sorarlar.

* Dünyanın her yerinde siyasi iktidarı ele geçirmeye başlayan yükselen sağ popülist politikacılar neredeyse ortak bir slogan olarak gurur sözcüğünü seçtiler. Farklı dillerde aynı pankartlar altında örgütlendiler ve harekete geçtiler: “Gururumuzu geri istiyoruz”. Sağ popülist siyasetin öfkeyi bu zehirli sözcükle beslemesi kolaydı. Sloganın değişik versiyonları rağbet görmeye başladı:

“Önce Macaristan!”

“Amerika’yı eskisi gibi büyük yapacağız!”

“Kontrolü geri alalım!”

“Büyük düşün Türkiye!”

Gürültü büyüdükçe iki sözcük arasındaki farkı anlamak zorlaştı- gurur mu, onur mu? Onur ve gurur, anlam açısından, birbirine karıştırılacak kadar yakın görünüyor. Ancak çok önemli bir fark var: Gurur kitleleri biz ve onlar şeklinde bölerken, onur kimseyi dışlamayan bir biz’e işaret eder.

* Durmadan maruz kaldığımız bu kötülük ve bayağılık karnavalı er ya da geç tehlikeli bir fikre kapılmamıza neden oluyor: “İnsan, özünde çürümüş bir varlık mı?” Çoğumuz farkında değiliz ama bu zehirli soru giderek yaygınlaşıyor. Yanlış olmasına rağmen yaygınlaşan bu soru, temel var olma ve eyleme geçme nedenimize zarar veriyor. Luc Besson’ın “Beşinci Element” filminde, dünyayı kurtarması gereken Leeloo’nun insanların zalimliğini öğrendiği ve kurtarılmayı hak etmediklerine karar verdiği sahne gibi.

Var olmayı diğer türler kadar hak edip etmediğimizi sorgulayan yeni bir kuşak yetişiyor. İnsanlığın ahlak yoksunu temsilcileri ve onların çılgın müritleri her gün gözümüzün önündeyken, dünya ahlaken ve siyaseten tahammül edebileceğimiz seviyenin dibine vurmuşken, bu yeni kuşağı aksine ikna etmek kolay değil.

*Bugün giderek daha fazla insan bir ekonomik modelin çöküşüne tanıklık ettiğimizin farkında olsa da şu soru hâlâ gerçeküstü: Yıkılmış bir kapitalizmin bitpazarı nasıl olurdu?

*Sabahın erken bir saatinde metro camlarından gamalı haçları silmeye çalışan bir grup New Yorklu; küçük bir Anadolu kasabasında kendi kurduğu çocuk kütüphanesine odun taşıyan, okuma yazma bilmeyen yaşlı bir adam; trafikte sıkışmış bir araçtaki bebeği uyutmak için “Baby Shark”’ söyleyen binlerce Lübnanlı protestocu; ağır silahlarla donatılmış polisin elinden arkadaşlarını alan Hong Konglular; erkek şiddetine dansla karşı koyan Şilili kadınlar; Nijeryalı arkadaşlarının sınır dışı edilmesini durdurmak için örgütlenen İrlandalı okul çocukları … Son yıllarda insanların sosyal medyada inatla paylaştığı yüzlerce andan birkaçı. Bu tür güzel anları iştahla paylaşıyoruz, çünkü insana güvenmek, onun güzellik yaratma inadına tanıklık ederek ona dair inancımızı tazelemek istiyoruz.

*Korku anının adil ve insana yakışır şekilde kaydedilmesi için, kişisel korkumuzun daha büyük bir kriz tablosuyla kaynaştırılması gerekir. Korkunun tersinin cesaret değil, gözlerimizi daha büyük bir gerçekliğe açık tutmak olduğunu, ancak başkalarını ve onların korkularını fark ederek anlayabiliriz. Kişisel korkumuzun gerçek boyutunu görmenin ve dolayısıyla onu yönetebilmenin tek yolu, onu daha geniş bir perspektife yerleştirmektir.

* Diyelim ki “dünya düzdür,” diyenlere kızgınsın… Böyle birini nasıl ikna edersin? Gezegenimizin uydu fotoğrafını gösterirsin. Ama kendinden emin bir biçimde, “Aaa bu fotoşoplanmış,” der. Bazı arkadaşlarınla uzaya gittiğini ve dünyanın yuvarlak olduğunu kendi gözlerinle gördüğünü söylersin. Cahil özgüveniyle sırıtır; “Kim olduğunu biliyoruz. Sen bir yemsin, o yalan haberciler takımından birisin,” der. Artık gerçekten kızarsın.

Bir uzay gemisi kiralar ve dünyanın yuvarlak olduğunu kendi görmesi için adamı uzaya götürürsün. Ama cahillerin özgüveniyle şöyle der: “Olabilir ama biz aksine inanıyoruz!” Buyur bakalım; sorun felsefi bir hal aldı. Şimdi görmenin inanmaktan daha geçerli olduğunu kanıtlaman lazım. Basit bir sav, birdenbire bilim ile inanç arasında bir çarpışma haline geldi. Su katılmamış aptallık karşısında gözlerini devirirsin ama yine de Ortaçağ’da kazanılmış olduğunu sandığın bir mücadeleyle yeniden baş başa kalırsın. Artık sorun politiktir. Bu salaklar ordusu karşısında çoğunluğu oluşturman gerekmektedir. Örgütlenmen şarttır; kendinle bu yuvarlak dünyadaki sayıları az gibi görünen aklı başında insanlar arasında bir dayanışma ruhu kurman gerek.

* 2020 Temmuz’unda, çokuluslu perakende zincirleri, mağaza girişlerinde kullanılmak üzere, kendi logolarını taşıyan dezenfektan istasyonları kurmuştu. Artık insanlar kaybetmiş oldukları o sözde normallik hissini geri getirmek için H&M ya da Zara’ya girmeden önce Corona abdestlerini alabiliyordu. Bundan böyle fazla tüketimden suçluluk duyan işbirlikçiler değildik. Artık bir görevimiz vardı: Satın alarak küresel ekonomiyi kurtarmak! Yeni kapitalizm sahnesinde, gereksiz bir tişört satın almak bir merdiven altı isçisini açlıktan kurtarmak anlamına geliyordu. Eşya için çıktığımız bu kutsal sefer o kadar kutsaldı ki, birden kendimizi, küçük kovalarımızla batan kapitalizm gemisinden su boşaltmaya adadık. Nasıl olduysa bu seçenek pek çoğumuza ilericilerin hayal dünyasından daha gerçekçi geldi.

*Gazetecilikteki ilk yılımın başında Demet Abla ile karşılaştığımda on dokuz yaşımdaydım. O öldüğünde seksen yaşındaydı, bense kırk beş. Son güne kadar, kendi deyimiyle tuhaf bir kadın olarak ayakta kalma bilgisini bana aktarmaktan vazgeçmemişti. Şöyle ki…

  1. Tek başına içmeyi ve sarhoş olmamayı öğrenmelisin.
  2. İyi bir sürücü ol; bazen bir kadının beşinci vitesle kaçması gerekir.
  3. Kimsenin acılarını bilmesine gerek yok, evinde ağla.
  4. Mülk değil, arkadaş biriktirmelisin.

*  Daima siyasetin yakın geleceğinin habercisi olan üç kozmopolit şehir, New York, Londra ve İstanbul, 2020 baharında benzeri görülmemiş biçimde isyankârdı. New York Valisi, salgınla başa çıkma konusunda Trump’la ters düşmüştü. Londra Belediye Başkanı, virüse karşı alınan önlemlerle ilgili olarak Boris Johnson’la soğuk savaşa girmişti, Türkiye’de ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın engellemelerine rağmen, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, sokağa çıkma yasağında belediyenin yardım programını sürdürmeye çalışıyordu. Başka ülkelerdeki başka şehirler ya da eyaletler, her biri sağcı otoriter liderlerin elinde olan merkezi hükümetlerle açık bir çatışmaya girmişti. Yerel güçler, ilk kez örgütlü ve kararlı bir biçimde, bu tür hükümetlerin politik aracı haline gelen utanmazlığa ve çıldırtıcı aldırmazlığa meydan okuyordu.

* Bizim ebedi işimiz, başkalarını sevmenin bir açma/ kapama düğmesiyle kontrol edilmediğini, kendiliğinden bir duygusallık anı olmadığını unutmamak. İnsanları sevmek, ciddi oranda emek gerektiren bir taahhüt.

Zavallı Spinoza ölene kadar her gün aynı ceketi giydi. Ceketin arkası, ölümün eşiğinden döndüğü bir linç girişiminde yırtılmıştı. Bu ceketi, sürgün yılları boyunca, bütün insanlarla arkadaş olmaya kalktığında neler olabileceğini kendine hatırlatmak için saklamış olabilir. İnsanlığın içindeki karanlığın açtığı yaraları yine insana göstermek istemiştir belki de.

* Hem bir sözcük hem de bu kitabın adı olarak HepBeraber ahlaki olduğu kadar siyasi bir öneridir. Günümüz dünyasına baktığımda, geleneksel politik kurumların karşı karşıya olduğumuz politik zorluklara çözüm sunamayacak kadar hasarlı olduğunu görüyorum. Hem ulusal hem de uluslararası kurumlar, zaten şüpheli olan ahlaki üstünlüklerinin yanı sıra saygınlıklarının son kalıntısını da yitirdiler. Son on yıllarda tanık olduğumuz olumlu politik gelişmelerin hepsi yeni siyasi organizmaların, eskilerin etrafında ya da onların dışında gelişen hareketlerin eseri. Bu politik hareketlerin sistemi iyileştirmeye yetmediğini hepimiz biliyoruz.

*Her birimiz fiziksel birlikteliğin yalnızca fiziksel ya da duygusal bir ihtiyaç değil, baskıcı gücün bizi insan olarak kabul etmesini sağlayan siyasi bir gereklilik de olduğunu anladık. Bir araya gelmenin vazgeçilmez bir politik bir beyan olduğunu gördük. Bir araya gelmek, bizi boğazımıza yapışmakla tehdit eden siyasi gücü dizginleyen tek varoluş hali ya da eylemdir. Öğrendik ki, nefes almak istiyorsak hep beraber olmamız gerekiyor.

Derleyen ve Yazan Halit Yıldırım, Antalya, 16 Ocak 2022

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir