Kandil

Kandil

Son zamanlarda kandil günlerinde, gerek sosyal medyada gerek görsel basında sık sık dile getirilen kandil tartışmaları dikkati çekmektedir. Özelikle muhtelif siyasal görüşlere sahip bir çok kesimden, Kur’an’da olmaması nedeniyle İslam’a sonradan sokulmuş uydurma bir kutlama olduğuna dair görüşler sıkça ifade edilmektedir. Hatta bazen bu yorumlar “kandilleri kutlamayın bid’ata düşüyorsunuz” gibi keskin ve Vehhabi’liği çağrıştıran söylemler şeklinde gözlenmektedir.

Bununla beraber, kendini laik çağdaş vb olarak yorumlayan ve niteleyen bir kesim de mevcut siyasal iktidara bir muhalefet yapmak adına bu Vehhabi söylemlere paralel adeta onlara hizmet eden bir takım düşünceleri de şuursuzca dile getirmektedirler.

Kandil kutlamalarının tarihi hakkında çeşitli yorumlar yapılmakta, bir takım referanslar adeta tarih bilim insanlarına  nisbet  yaparcasına, yerli yersiz “bu Osmanlı geleneğidir gericiliktir ne gereği vardır” gibi yorumlar ile amaçsız bir muhalefet şeklinde sergilenmektedir. Bu konudaki görüşlerimi daha sonra anlatmaya çalışacağım.

Üzülerek görmekteyiz ki kültür ve bilgiden yoksun olarak, sırf siyasal iktidara muhalefet olsun diye oluşturulan bu yazı ve paylaşımlar “itikadi” bir takım gelenekler üzerinden yapılmaktadır ki, gerçekte mütedeyyin kesimleri aydınlatmak amacını gütmek bir  tarafa daha da rencide ederek kendilerini aydın olarak niteleyen kesime karşı nefret hissi yaratmaktadır. Ayrıca, reaksiyoner ve aşağılayıcı nitelikte olması nedeniyle bir yandan “Vehhabi” düşüncesine hizmet ederken diğer yandan bu coğrafyada  XIX. YY başlarından beri, İngiliz ve Rus emperyalizmi tarafından  İslam Coğrafyasının başına bela edilen “Neosufizmin firavun kılıcı” misali sürdürdüğü “asimetrik resiprokal harekât” taktiğinin bir parçası olarak, siyasal iktidar tarafından kendini modern-laik vb olarak niteleyen muhalefete karşı da ileride propaganda malzemesi teşkil edecektir.

Maalesef  bugün ülkemizin düşünce hayatı o kadar kaotik hale gelmiştir ki tarikat-cemaat-sufizm-tasavvuf kavramları epistemolojiden kopuk olarak fikir uçuşması halinde söylemlerde ve yazılarda bir kavga ve çatışma ortamı yaratacak şekilde kullanılmaktadır. Gerçekten de bu durumun en önemli nedeni, ülkemiz coğrafyasında bir  “felsefe geleneği” oluşturma gayretlerinin  Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarda yapılan istisnai atılımlar dışında, özellikle tesis edilememesinden kaynaklanmaktadır.

Anadolu coğrafyası, “Lübnanlı tarihçi Abu Lughod’un tabiriyle doğu-batı hattının orta rotasında” yer alması nedeniyle, binlerce yılın mirasının doğal bir sonucu olarak, son derece fazla sayıda dinsel ve etnik, düşünsel  kırılma noktalarını içerir. Türkiye Cumhuriyeti bu etnik-dinsel-düşünsel kırılma noktalarının “ekletik” olduğunu düşündüğüm bir etnogenez sürecinin XX. YY’ daki nihai bir tezahürü gibi değerlendirilebilir.  Öyleki, 1924 Anayasası ile de vurgulandığı üzere  en az 2000 yıllık bu etnogenez sürecinin sancısız ve çatışmasız geçmesini beklemek ham hayaldir. Bu nedenden dolayı çok ciddi sorunlara gebe olduğumuz gerçeğini yadsıyamayız.

“Ya İstiklal Ya Ölüm” diyerek yola çıkarak kurulan iki bin yıllık etnogenezin oluşturduğu bu ekletik devlet yapısının mimarı olan “Kuvva-i Milliye” hareketine karşı duruş tarafından pervasızca bugün “Ya Hilafet Ya Ölüm” denmeye başlamıştır. Kendisini münevver olarak niteleyen, akademisyen-yazar –hukukçu-tarihçi-hekim vb toplumdaki bu laik-anti laik kırılmayı iyi değerlendirmek, vizyon ve projeksiyonu ona göre belirlemek zorundadır.

Bu konuda Anadolu coğrafyasının  çok ciddi bir sınavın arifesinde olduğunu söylemek zorundayız. Unutmayalım ki küresel sermaye hiçbir zaman kendi öngördüğü ve yönetebileceği daha önemlisi “kendi senkretizminin” ürünü olmayan “ordinatio ad unum” bağlamındaki dinsel ve etnik kırılmaları ortadan kaldıracak çağdaş bir etnogenezi asla kabul etmez. Bu nedenle 200 yıl önce başlayan bugün de “Neosufizmin denetiminde olan Vehhabi grupları” günümüzde “Ya hilafet ya ölüm” sloganı ile cemaat yapıları halinde, neo-liberalizmin hizmetinde re-organize olmuşlardır. Eskinin sufi ve gnostik görüşlerini dejenere ederek kimi zaman, o grupların içine de sızarak onların vakfiyelerine el koymak, üniversite görünümlü medreseleri çoğaltmak suretiyle artık nihai hedefe varmayı planlamaktadırlar. Küresel sistemin “senkretesinin” bir parçası olan “Neosufist-Vehhabi- Siyasal İslam” esaslı “irrasyonel ideoloji” evrensel yapıya ancak köle olarak entegre olan yığınlar yaratır. Aşı üretiminden tutun da otomotiv ve iletişim teknolojilerine kadar bu acı gerçek tüm çıplaklığı ile karşımızdadır.

Tekrar ifade ediyorum “hakikat kerih”tir. Onun için birileri daima onu örtecektir. Ortadoğu coğrafyasında bu konuda en dezavantajlı ülkenin aşırı göç alan ve Avrupa’nın mülteci yurdu haline getirilen Anadolu Türkiye’si olduğu “kerih bir hakikat” olarak algılanmalıdır. Artan mülteci sayısı ile İslamcı irrasyonel ideoloji değil yine evrensel insani değerleri yücelten eklektik ve laik felsefeye dayanan, kuvvetler ayrımı temelli Türkiye Cumhuriyeti  baş edebilecektir. Aksi takdirde artan mülteci nüfusu ve onları oy potansiyeli olarak gören zihniyet ile şiddetli bir çatışma ortamı yaratılması kaçınılmazdır.

Yüreklerdeki ve zihinlerdeki idrak kandilleri uyanmadıkça ne Regaip ile iyiye meyletmek, ne Miraç ile özgürlüğü hak etmek ne de Berat ile kölelikten kurtuluş mümkündür. Tüm Ulusuma, Yedi kandilli Süreyya gibi ufuklar diliyor kandillerin feyizli olmasını ümit ediyorum.

Yazar Prof. Dr. Mahmut Can Yağmurdur, Ankara, 27 Mart 2021

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir