Kendimiz ile Aramızdaki Fark… Felsefi bir deneme…
“Kendimizle aramızdaki fark, bir başkasıyla aramızdaki fark kadar büyüktür” Montaigne
Antik çağlardan beri söylene gelen “Kendini Bilmek” terimi, sürekli bir sorgulama anlayışını kastetmektedir. Kendini bilmek geçici bir içe bakış, ya da sezgisel bir kavrama ile elde edilecek bir bilinç düzeyi değil, içinde bir dünya görüşünü veya yaşam felsefesini barındıran bir öğretidir.
Sokrates: “Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değmez” der. Hayatı deneyimlemeden, kendimizi sorgulamış olamayız. İnsan kendini, hayatındaki bitmeyen deneyimleme süreci üzerinden sorgular ve tanır.
Çağımızda modern bilim, bu sorgulamayı sistematik hale getirerek Kartezyen düalizmi, yani beden-zihin ikiliğini yıkmıştır. Hatırlayınız, Dekart’a göre zihin, bedenin bir parçası olan beyinden ayrı bir varlık, ya da maddi olmayan ruhun bir parçasıdır. Oysa modern bilim, bilincimiz dışında bir evrenin hatta bir iç uzayın beynimizde var olduğunu söylüyor. Bilincimizi tek başına kendimiz olarak tanımanın artık eksik olduğunu bize düşündürüyor. Bu yüzden sizlerle birlikte bu iç uzayın derinliklerine iddiasız, amatör bir bakış atacağım. Ben bu anlatımımda öncelikle bu derin mühendislikten örnekler vereceğim, beynimizin çeşitli özellikleri ve çalışma şekli üzerinde duracağım. Ardından, elimden gelirse, bu bilgiler ışığında bilinç dışı ve bilinçli farkındalık bütününde, kendini bilmek kavramını yeniden neden ele almamız gerektiğini tartışmaya çalışacağım.
İnsanoğlu, iç uzayın derinliklerine 1225-1274 Aziz Thomas Aquinas ile bakmaya başladı. Aquinas’ın dikkatini çeken şey, akılcı düşünceyle pek de ilgisi olmayan onca davranışın varlığı idi. Espriye aniden gülmek, ayakla ritim tutmak, ya da hıçkırmak, gibi. İnsan davranışları içinde bu hareketleri farklı bir kategoride tuttu ve bilinç dışı fikrinin ilk tohumlarını attı.
Ancak bu tohumu 400 yıl kimse sulamadı. Ta ki, matematikçi ve filozof Gottfried Wilhelm Leibniz, Alman matematikçi, filozof (1646-1716) farkında olmadığımız bazı algılar olduğunu öne sürene dek. Bilinç dışı ile ilgili ilk beyandı bu. Ancak bu fikirler de aydınlanmanın “kendini bilmek” anlayışı ile ters düştüğü için kıyıda köşede kaldı.
Ardından, Avusturyalı Psikoanalizin kurucusu Sigmund Freud (1856-1939) hastalarını dikkatle ve titizlikle gözlemleyerek, insan davranışlarının çeşitli biçimlerinin ancak görülmez zihinsel süreçlerle açıklanabileceğinden kuşkulanmaya başladı; sahne gerisinde işleri yürüten bir düzenek işliyor olmalıydı. Bu görüşe göre beyin alışık olduğumuz bilinçli kısmın dışında, büyük bir bölümünü göremediğimiz bir buz dağına benziyordu.
Ama düşünmenin yine de büyük ölçüde, somut süreçlerin bir ürünü olarak ortaya çıkmadığı kabul ediliyor ve daha çok zihinsel (sıklıkla da ruhsal) olarak betimlenen özel bir sınıfa dâhil ediliyordu. Bugün biliyoruz ki, “düşünmek tinsel bir eylemdir” algısı, derinden sarsılmıştır. Düşünmek müthiş bir sihir gibi gelse de, mekanik temele dayanan bir olgudur.
20.yy ın ortalarına geldiğimizde, düşünürler artık kendimizi çok az tanıdığımız görüşüne ısınmaya başladılar. Kendi merkezimizde durmuyor, evrendeki dünya gibi, kıyıda köşede bir yerlerde oturuyor ve olup bitenin ancak çok azından haberdar oluyorduk.
Bilincimiz Dışındaki Buz Dağı
Kendi devrelerimiz üzerine çalışırken öğrendiğimiz ilk şey, basit bir derstir. Yaptıklarımızın, düşündüklerimizin, hissettiklerimizin, çoğu bilincimiz dışındadır. İçsel yaşamımızda, beyin kendi gösterisine kendi karar verir. Demek istiyorum ki, bilinciniz koca bir gemide yolculuk yapan ama kıyıda köşede kalmış bir kaçak yolcudan farksızdır; yolculuktan nasiplenmiştir ama derinlerde işlemekte olan heybetli mühendislik gözüne görünmez bile.
Yaklaşık, 1,5 kg ağırlığında, evrende keşfedile gelmiş en karmaşık malzeme. Beynimiz kafatası içindeki korunaklı ve karanlık yuvasında, küçük geçitlerden istihbarat toplayarak, bütün operasyonu yöneten bir komuta kontrol merkezidir.
Beyin Nöron adı verilen yaklaşık 80 milyar hücreden oluşmuştur. Ayrıca bu hücreler birbirleri arasına 100 – 500 trilyon civarında bağlantı kurmaktadır. Bu heybetli mühendislik bahsi geçen hücreler ve bağlar ile inşa edilir.
Nasıl mı? Hangi resimdeki kadın sizin için daha çekici?
Yakın geçmişte yapılan bir deneyde, katılımcı erkeklerden bazı kadın fotoğraflarına bakarak, bu fotoğrafları çekicilik sıralamaları istenmişti. Erkeklerin farkında olmadıkları gerçek, fotoğrafların yarısında kadınların göz bebeklerinin büyümüş, diğer yarısında ise büyümemiş olması idi. Erkekler üzerine parmak basamadıkları bir nedenden ötürü, tutarlı bir şekilde, bazı resimleri sıralamada başa oturttular. Elbette, göz bebekleri daha büyük olan kadınları. Beynin erişilmez işleyişinde büyük göz bebeklerinin varlığı cinsel heyecan ve hazırlık durumuna işaret etmekteydi. Çalışmaya katılan erkekler, beyinlerinin bildiklerini bilmiyorlardı. Durum bu iken seçme işini yapan kimdi? Beyin evrim sonucunda, nesiller boyu bu bilgiyi aktarmış ve seçicilikte kullanacağı bir alt program yazmıştı. (Soldaki resmi seçtiyseniz, kadınların aynı kadınlar olduğunu ayrıca belirtmek isterim.)
Beynin işi, özünde bilgi toplayıp, davranışları uygun bir şekilde yönlendirmektir. Kararın verilmesinde bilincin devreye girip girmemesi durumu değiştirmez. İster çikolata sevmekten, ister göz bebeklerinden, isterseniz de cinsel tercihten bahsediyor olalım, burada en küçük rol bilincin olacaktır.
Zihinsel yaşamımız içinde olup bitenlerin pek çoğu bilincimizin kontrolü dışında gerçekleşir. Böylesi çok daha isabetlidir de. Bilinciniz istediğiniz kadar kendine pay çıkarsın, ikinci planda kalması hayrınızadır. Ayrıntılara karışmaya kalktığında olan biteni kavrayamadığından, işlemlerin verimi düşer. Parmaklarınızın piyano klavyesi üzerinde nereye zıpladığına kafa yormaya başlarsanız, parçayı çalamaz hale gelirsiniz.
Kırkayağa sormuşlar nasıl oluyor da yürürken ayakların birbirine karışmıyor? İşte o günden sonra kırkayak yürüyememiş!
GÖRMEK
Kafatasımızın içindeki zifiri karanlıkta dolaşıp duran elektrik fırtınaları bizim görmek fiilimizi gerçekleştirmektedir. Görmek dediğimiz şey aslında tam bir kurgu işidir. Gözlerimizde bulunan foto reseptörlere gelen ışık huzmeleri beynimizin içine elektrik akımları olarak gönderilmekte ve beyin tarafından muhteşem bir kurgu işi başlamaktadır. Aslında burada muhteşem kelimesini ne kadar doğru kullandığımız bakış açınıza göre değişecektir. Elbette görmek fiili, beynimizin neredeyse üçte birini işgal ediyor olsa da, dünyayı tahmin ettiğimiz ölçüde zengin ayrıntılarla görebiliyor muyuz?
Ya da gördüğünüz şu iki resimdeki farkları, fark etmeniz oldukça uzun bir zaman alacaktır. (10)
Beynimiz üç boyutlu ve ayrıntılı bir inşa işlemi yapmaz; tam tersine 2 -2.5 boyutlu yeteri kadar bilgi içeren bir görüntü inşa eder.
Söz gelimi, aşağıdaki şekle bakmanızı ve tarif etmenizi istesem bana dik çizgilerden oluşan bir şekil olduğunu söyleyeceksiniz. lllllllllllllll
Ancak size şekilde kaç çizgi olduğunu sorsam, kısa bir ara verecek ve neye odaklanmanız gerektiğine sorum üzerine karar vereceksiniz.
Beynimiz dış dünyadaki bilgiye ihtiyaç duyduğunda uzanır ve onu çekip çıkarır, her şeyi depolamak ve bilmek zorunda değildir. Bilmek zorunda olduğu tek şey, bilmek için nereye bakması gerektiğidir.
Yukarıdaki resimle ilgili, aile bireylerinin gelir düzeylerini sorduğumda, resimdeki kişilerin kılık kıyafetlerine, ya da ortadaki hanımın kolyesine odaklandığınızı, yaşlarını sorduğumda ise, aile bireylerinin yüzlerine odaklandığınızı ve ben bunu size söylemeden önce resimde nereye dikkat ettiğinizin bilincinde olmadığınızı fark edeceksiniz.
Gözleriniz dünyayı araştırıp sorgularken, aradığı verilere ulaşmak için stratejilerini optimize etmeye çalışan ajanlar gibidir. Gözleriniz tıpkı bir gizli operasyon görevinde olduğu gibi, kendilerini ele vermeden, hantal bilincinizin yakalayamayacağı hızda çalışmaktadır. Bunlar sizin gözleriniz olduğu halde, misyonları hakkında çok az bilgiye sahipsiniz.
BİLİNÇ DIŞI ÖĞRENME
Bilgiyle farkındalık (bilinçli olmak) arasında büyük uçurumlar olabilir mi?
Dünyanın en iyi tavuk seksörleri Japonlardır. Tavuk seksörlüğü, yeni yumurtadan çıkmış civcivin arkasına bakarak, dişi veya erkek olduğunun tespitidir. Dişi ise yumurta tavuğu olarak, erkek ise kesilmek üzere ayrılacaklardır. Bu iş için Japonya’da “Seksaj Okulu” vardır. Ancak işin gizemli yanı, tekniğin işleyişini hiç kimsenin açıklayamamasıdır. Yöntem belli belirsiz ipuçlarına dayanmakta ama profesyoneller bile açıklayamamaktadır. Eğitim yöntemi şöyledir: Usta çırağın yanına dikilir ve onu seyreder. Öğrenci incelemeyi yapar ve erkek ya da dişi kararı verir. Ustada evet ya da hayır diyerek, geri bildirimde bulunur. Bu etkinliğin haftalarca tekrarlanmasıyla, öğrencinin beyni, ustasının beyninin düzeyine ulaşır. Elbette bilinçsizce. Bisiklete de böyle bindiğinizi hatırlatmak isterim.
Bilinç dışı öğrenmenin tadını elbette sadece seksörler çıkarmaz, dünyayla kurduğumuz etkileşimin neredeyse her yönü bu sürece dayanır. Babanızın, annenizin kendine özgü yürüyüşünü, gülüşünü bana anlatmakta zorluk çekseniz de, onlar gibi yürüyen veya gülen birini gördüğünüzde, farkına varırsınız.
BİLİNÇ DIŞI KARARLARIMIZ
Bencil misiniz? Hayır. Peki ya beyniniz?
Psikologlar örtülü bir öz sevgiden bahsederler; son zamanlarda bilim adamları ise buna örtülü benlikçilik (implicitegotism) adını veriyorlar.
İki hayalî çay markasını katılımcılara tattırdığımız ve bizim için bir tercihte bulunmalarını istediğimizde, ilginç sonuçlarla karşılaşıyoruz.
BeyinAncak ufak bir hilede yapıyoruz bu deneyde. Öncelikle belirtelim ki, deneyimimizde iki farklı çay türü yok. Her iki markada, aynı çay ve aynı demliktendir. Katılımcılar Tomovera ve Lauler ve bu iki çay markasının isimleri arasındaki ilintinin farkında değiller. Sonucu tahmin edebileceğinizi düşünüyorum. Tomy, Tomovera adlı markayı, Laura Lauler adlı çay markasını beğeniyor. Nedense? Örtülü benlikçilik sizinle ilgili birçok özelliğe ulaşır ve bilinç dışı sevginin manyetik gücü, kimi ya da neyi tercih ettiğinizi belirler. İstatistikler ve deneyler göz önüne sermiştir ki, fark edemeyeceğimiz bazı güdülerimizin etkisindeyiz.
Beynimizin tercihleri ve çalışma şeklinde bunlar ilginç geldiyse, daha derine inmek ister misiniz?
ÖNSEZİLER
Karar verme süreçlerimizde, bir tercihin bize daha yakın ya da uzak gelmesinin, bir olay ya da kişi karşısında beynimizin bize verdiği ön tepkinin önsezi olduğunu söyleyebiliriz. Savaş ya da kaç tekniği ile tanıdığımız, otonom sinir sistemi, herhangi bir karar alma sırasında, ölçülebilir düzeyde harekete geçer. Sinirsel bir etkinlik artışı sergiler ve bize bir uyarı işareti verir. Ayrıca deneylerde, bu uyarı işaretinin, yani önsezinin, dikkate alınmadığı durumlarda alınan kararların, genellikle doğru kararlar olmadığı da tespit edilmiştir. Bilinç dışı bilinçten önce davranarak durumu kavrar.
Peki, bilinç dışından dolaysız bir yanıt alamıyorsak ne yapmalı? Bir durum karşısında kararsızsanız, yazı tura atın.
Sonra gelen sonuca değil de, sonuçlara verdiğiniz tepkiyi ölçmeye çalışın. Gelen yazı veya tura sonucunu beğendiyseniz, tercihinizi o yönde kullanabilirsiniz. Ancak gelen sonucu beğenmedi ve hatta bu işi yazı-turaya bırakmanın saçma olduğunu düşünüyorsanız, beyniniz sizi diğer seçeneğe yönlendiriyor olabilir. Ne dersiniz?
İÇGÜDÜLER
Bilinçsizce yaptığımız pek çok şey içgüdülerimiz tarafından yönlendirilmektedir. Sonuçta kendi içgüdülerimizden oluşan derin bir havuzda yaşarız ve onlarla ilgili çok az şey algılarız. Bir balık içinde yüzdüğü suyu ne kadar algılıyorsa, bizde bu havuzu o kadar algılarız. Güzellik kavramı, bir kurbağanın bizde şehvet duyguları uyandırmaması, farklı ülkelerdeki bebeklerin, hatta sağır doğan bebeklerin aynı sesleri çıkarmaları, çekicilik, bebekleri şirin yaratıklar olarak görmek, içgüdülerimizdir.
Elbette tüm kararlarımız önsezi veya içgüdülerimiz ile alınmıyor. Pek çoğu için enine boyuna düşünüyor ve kendimizle bir tartışmaya giriyoruz. O halde beynin bir kademe daha derinine girmeye ve sanki tek bir varlıkmışız gibi kaygısızca BEN olarak bahsettiğimiz şeyin, nasıl bir rakipler takımı olduğuna bakmalıyız.
Beyinde Demokrasi
Beynimiz demokrasilere benzer dediğimde, bu fikri dışlamayacağınızı biliyorum. İçimizde çokluklar barındırırız ve bu çokluklar birbirleriyle sonu gelmez bir savaş içindedir. Her biri davranışınızı belirleyecek son kararımızı etkilemek için çalışırlar. Kendinizle sürekli bir konuşma halindesiniz. Kendinize kızmak, kendinizi bir şey yapmaya ikna etmek gibi kararlar alıp durursunuz.
Davetli olduğunuz bir partide ev sahibi size çikolatalı pasta ikram ettiğinde, kendinizi bir çıkmazın içinde bulursunuz. Beyninizin bazı bölümleri zengin enerji kaynağı şekere karşı büyük bir istek duyacak biçimde davranırken, diğer bölümlerde olumsuz sonuçlara odaklanmıştır. Kalbinize gelebilecek zarar ya da göbek yağları gibi. Bir tarafınız pasta için yanıp tutuşurken, diğer bir tarafınız da sizi ondan vaz geçirecek gücü toplamaya çalışmaktadır. Hareketlerinize yani elinizin pastaya uzanıp uzanmamasına hükmedecek olan kararı ise parlamentonun nihai oylaması belirleyecektir.
Rakip gruplar hangileridir? Birbirleriyle nasıl rekabet ediyorlar.
Pek çok farklı grubun, değişik mekanizmanın varlığını biliyor olsak da, temelde iki ana gruptan bahsedebiliriz.
Akılcı ve Duygusal sistemler. Bunlar (her ne kadar eksik ve kusurlu olsalar da) beyindeki rekabetin ana kollarını oluştururlar. Kabaca, akılcı sistem sayesinde bir matematik problemi çözebilir, ancak kendimize tatlı seçemez ya da o anda ne yapmak istediğimizle ilgili bir öncelik sırası yapamayız. Her iki nöral sistemde sonuçta tek olacak davranışı denetim altına almak için, birbirleriyle mücadele etmektedirler. Araştırmacılar, insanoğlunun kararını duygusal olarak verdiğini ve sonrasında bu kararları akıl yoluyla gerekçelendirdiğini kanıtladı. Ve hatta bu duygusal kararlarına akılcı senaryolar ürettiğini.
Duygular karar verme sürecindeki dengeyi bir tarafa kaydırabilir. Beyin için ise en iyisi bir denge durumudur. Başka bir ifadeyle iki parçalı bir demokrasi beklide tam ihtiyacımız olan şeydir.
Yunanlı filozoflar yaşamla ilgili bu bakış açısını yakalayan bir benzetme yapmışlardır. Bir arabacısınız ve iki tekerlekli at arabanız, güçlü kuvvetli iki at tarafından çekiliyor. Beyaz at aklın, siyah at ise duygunun temsilcisi. Her iki at da sizi yolun, kendi tarafına çekiyor. Sizin işiniz dizginleri sıkıp ikisinde kontrol altında tutmak. Yolda ilerlemenin, tek koşulu budur. Burada kenarda duran bilinç biraz işe mi karıştı acaba?
TARTIŞMA
Antik çağlardan beri, değişmeyen yasalar ve değişmeyen bir düzen beklentisi ile insan zihninin, ilahi bir kesinlikle (mutlak hakikat) bilginin kaynağı olduğuna inanılmakta idi. Her olgu akıl yürütme yolu ile keşfedilmeye çalışılırdı. Oysa son iki yüzyılda bilim, bilgiye sadece deney yolu ile ulaşılacağını ve bilginin kesin değil, ancak olasılığı en yüksek doğrular bütünü olduğu sonucunu üretmiştir.
“Evde tek başınıza otururken, kapının bir anahtarla açılma sesi, ardından eve giren biri” şeklinde ki bir dış uyaran, beyninizde “eve eşim geldi” sonucunu doğurur. Beynimiz bunu pek çok kez deneyimlemiş ve sonunda, muhtemel en doğru bilgi olarak, bilincimizin hizmetine sunmuştur. Modern bilim bize gösteriyor ki, insan zihni, deneyleme yöntemini en etkili biçimde kullanan insan beyninden başka bir şey değildir.
İnsan beyni, bugünkü bilimsel araştırma yöntemlerini, milyonlarca yıldır kullanıyordu. Doğa yıllarca oluşturduğu bu harika makinanın kontrolünü, kolay kolay elden bırakmaz. Yani insanın milyonlarca yıllık zihinsel evrimi sonucunda oluşturduğu düzen, insan bilincine, dünyayı özgürce yargılama ve şekillendirme izni vermemiştir.
Bir başka deyişle, geçici doğrularla oluşmuş bir bilincin, milyonlarca yıllık evrimle oluşan varlığı riske atması önlenmiştir. Einstein’ın: “Tanrı zar atmaz” dediği gibi, doğa da işi şansa bırakmıyor. Ancak bilinç dışı beyin, yargılar arasındaki tercihini, bilinçli farkındalığın muhakemesine bırakmaktadır.
Bilinç bir şirketin başkanı gibidir. Burada başkanın görevi bir vizyon tanımlayıp, şirket teknolojisini, politikalarını planlamaktır. Ayrıca elinden geldiğince işleyişin denetlenmesini üstlenir. İşte bilincin tam olarak da yaptığı budur. Hedefleri belirler, sistemin geri kalanı da bunları gerçekleştirmenin yollarını arar.
Fizikçi N. Bhor kuantum fiziğinin sunduğu büyük gizemler karşısında, atomun yapısını anlamanın tek yolunun “anlamak fiilinin tanımını değiştirmek” olduğunu söylemişti.
O güne kadar pek çok atom modeli önerilmiş ve farklı resimler çizilmişti. O, artık atomun resmini çizmek yerine, parçacıkların yerini noktadan sonra 14 basamağa ulaşabilen ayrıntıda açıklayacak denklemler tasarlamıştı. Dolayısıyla kaybedilen varsayımların yerini, çok daha zengin başka bir şey almıştı. Bizde, bilinç ve bilinç dışının bütünselliğini algılayarak, kendini bilme yolunda yeni ufuklar keşfedebiliriz.
Ancak biz, kendimiz dediğimiz beynimizi ve onun muhteşemliğini fark eder ve anlamlandırmaya başlayacak olursak, kendini bilmek fiilinin tanımını değiştirmiş ve önümüze yepyeni ufuklar açmış oluruz. Evren düşlemiş olduğumuzdan nasıl daha büyükse, bizlerde hissettiğimizden daha büyük birer varlığız.
İç uzayın enginliğine bakışlar attık. En ilginç keşfimizin (Beynimiz) kendimiz olduğunu düşünüyorum. Fakat bir açmazımız var, “eğer beyinlerimiz anlaşılabilecek kadar basit olsaydı, bizler Onu anlayacak kadar akıllı olmazdık”.
Yüz yıllar boyu insanoğlu bunun cevabını aradı, hâlâ da arıyor. Anadolu’da bunun güzel örneklerinden biri ile sözlerime son vermek isterim. Muhyiddin Abdal’ın dizeleri ve Fazıl Say bestesi ile.
https://www.youtube.com/watch?v=fEzpsVi1Qd0
İnsan, insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim
Can candeyu söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim.
Muhyiddin eder Hak kadir
Görünür her şeyde hazir
Ayan nedir, pinhan (sır) nedir
Nişan nedir, şimdi bildim.
Kendisinde buldu bulan
Bulmadı taşrada kalan
Canların kalbinde olan
İnanç nedir şimdi bildim.
Kaynakça:
- PSY-Q, Ben Ambrıdge
- Incognito – Beynin Gizli Hayatı, David Eagleman
- Rüyalar Masallar Mitler, (Sembol Dilinin Çözümlenmesi), ErichFromm