Kimlik Kazanımı Yolunda Dil ve Etnogenez!

Kimlik Kazanımı Yolunda Dil ve Etnogenez!

Kimlik arayışı, insan ve toplum için bir kültürel değerler bütünü yaratmak, bu kültürel değerler bütünü içerisinde insanlık tarihindeki koordinatlarını saptama gayretidir.

Tarih boyunca oluşturulan bu kültürel değerler bütünün kuşaktan kuşağa aktarılması için dil olgusunun önemi birçok kereler vurgulanmıştır.

Zira dil bir salt bir iletişim aracı olmaktan öte aynı zamanda da tanıtlama fonksiyonuna sahiptir. Dilin teşekkülü, muhtelif siyasal ekonomik etkileşimler ile belirli bir coğrafyada dinamik bir süreç olan etnogenesis sürecine katılan soyut ve somut ortak değerleri paylaşarak sonraki kuşaklara aktarma ortak kaygısında olan bir topluluğun “nation/ulus” haline gelmesinde eksen rol oynar.

Bu durumda dil olgusu kültürel değerlerin profan/lâ dinî olduğu kadar hierofan/kutsal alana dair olan ögelerini de tanımlayacak ve tanıtlayacaktır. Konuya bu açıdan baktığımızda, karşımıza dil ile birlikte değerlendirilmesi gereken yazılı ve sözlü edebiyatın etnogenezis sürecindeki bir toplulukta cereyan eden kültürel gelişimin içerisindeki yeri ve önemini vurgulamak zorunlu olmaktadır. Zira burada sözel ve yazılı olmak üzere iki türlü kültürel aktarım şekli ortaya çıkacaktır. Bilindiği üzere bu aktarımın yazılı şeklini eski dilde ifade edildiği haliyle nazım ve nesir geleneği olarak da isimlendirmek mümkündür. Her ikisi de bir kültür aktarımı olarak dilin kullanımı ile ilintili olup, nesir geleneği birçok müellif tarafından dile özgün bir alfabe gelişimin de daha önemli olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle dil ile anlatılmak istenenlerin o dile özgün bir alfabe ile yazılı hale getirilerek etnogenezis sürecindeki bir topluluğun hafızasına “kazınması” “ulusal bilinç” dediğimiz kavramın yaratılmasında önemli bir yer tutar. Konuyla ilgili olarak birçok örnek vermek mümkündür.

Dile özgün alfabe kavramının, yazının Sümerler tarafından kullanılmasından çok sonra, anlatılmak isteneni simgeleyen işaret yanında ilgili dile özgün fonasyon dediğimiz sesin de ifadesini içerecek şekilde kullanılmasının, Phonecian/Finike uygarlığı ile başladığı birçok araştırıcının ortak görüşüdür. Sonraki dönemlerde kullanıldığını bildiğimiz İbrani alfabesi başta olmak üzere Yunan, Latin, Süryani ve IV. yy’da teşkil olunan Ermeni alfabeleri ile Arap alfabesi dile özgün alfabelere başlıca örnekleri teşkil eder. Buna bir çarpıcı örnek de din ve dile özgün yaratılan Kiril yazısıdır ki Slav etnogenezidindeki yeri tartışılmazdır.

Bununla birlikte VII. yy’a ait olarak tarihlendirilen Göktürk Yazıtlarında kullanılan, Danimarkalı Bilim Adamı Thomsen tarafından deşifre edilen alfabe de önceki saydıklarımız gibi dile özgün alfabeler arasında değerlendirilmek zorundadır. Göktürk anıtlarının içerdiği metinlerin edebi açıdan ulaştığı nokta ve bir tarihi belge niteliği insanlık ve dünya tarihi açısından gerçekten tartışılmaz bir realitedir. Burada benim dikkat çekmek istediğim husus, gerek Kutluk ve Göktürk devletleri ve gerekse daha sonra kurulduğunu bildiğimiz dünya tarihine damgasını vurmuş Uygur ve Hazar Devletlerinin kurduğu devletlerarası ilişkilerde temsil ettikleri uygarlık anlayışının öneminin kültürel tarihimiz açısından yeteri kadar irdelenmemiş olmasıdır. Oysa dili yansıtan özgün bir alfabe kullanımının bu devletlerin temsil ettikleri kültürel değerler açısından önemi de yadsınamaz. Zira sorunun temelinde, adı geçen bu üç devletin, Arapların bir yandan doğuya ve bir yandan da Kafkasya bölgesine yayılması süreci olan VI. ve VII. yy’larda verdikleri yaşamsal mücadeleler, son ve en mükemmel hak din olarak nitelendirilen İslam Dinine karşı yapılmış olduğu algısının yaratılmak istenmesidir.

Özellikle bizim coğrafyamızda, Cumhuriyetin 20.yılından itibaren konuya salt İslam kimliği ekseninden hareketle bir çıkış noktası bulmak için Türk İslam sentezi doktrini yaratılmak suretiyle teoloji temelli bir tarih tezi oluşturulması yoluna gidilmiştir. Bunun sonucunda “Türkler zaten Orta Asya’daki özgün bazı hasletlerini İslam Dini içinde bulduklarından İslam’ı kabul ederek İslam ile şereflenmişlerdir” sözü 70 yıldır adeta kimi kesimlerin diline pelesenk olan bir motto haline getirilmiş ve kitleleri ümmet ideolojisinin tahakkümüne kul olarak teslim etmiştir.

Bu durum İslam öncesi pagan Arap kültürünün, İslam sonrası reddi mirasını aratmayacak şekilde, Türk topluluklarının da kendi adlarına kendi kültürel geçmişlerine dair bir reddi miras yaratmalarına çok benzemektedir. Bu anlayışın temelinde, Araplara özgü “ümmet ve cemaat” kavramlarının hilafet makamı tarafından kutsanmak suretiyle “meşruiyyet/şeriata uygun” kazandırılmasına çalışılan siyasal erkin bir iktidar çabası yatar. Gerçekten de İslam anlayışına göre siyasal erk de lâ dinî olmamalı olursa kutsal olamayacağı için meşru da kabul edilmeyecekti. Bu aslında kanaatimce, Türk ve Arap sentezi olarak da yorumlanır ki, Türk İslam sentezi bu anlamda İslam öncesi dile özgün alfabe geliştirmiş olan Türk kültürüne üstü örtülü gizli bir reddi miras anlayışı ile yaklaşır. Çünkü bu reddi miras yapılmaz ise ümmet-cemaat bir doktrin haline getirilemez. Bunun en önemli tezahürü dile özgün alfabe yerine dine özgün ama Arap kökenli alfabenin daha değerli addedilmesidir.

Tarih boyunca, Türk kültürünün gelişimi, kutsal olanın dine özgün Arap alfabesi ile ancak ifade edilebileceği zorunluluğunun dayatılması ile ciddi oranda başta dil olmak üzere Arap kültürü etkisinde kalmıştır. Dile özgün alfabe ile kimlik değişimine bir örnek olarak, Türk tarihinde müstesna bir yeri olan Pers platosunu vatan kabul ederek bir devlet kurmuş olan Tuğrul Bey’i verebiliriz. Bilindiği üzere, Tuğrul Bey Bağdat’taki halifenin onayı ile “Araplara özgü sultan unvanını” almıştır. Ancak bu onun bir anlamda, Greko Latin kültürde, tıpkı V. yy’da Merovenjler ile başlayan VIII. yy sonunda Karolenjler ile kurumsallaşan “Kutsal Roman Germen” kültüne benzer şekilde gerçekleştirdiği siyaset teolojisi açısından incelemeye değer bulduğum önemli bir eylemidir ki eski İbrâni kültüründen tevârüs eden “kutsanmış/mesh edilmiş kral” olgusunu da bizlere hatırlatır gibidir.

Evet, buraya kadar ifade ettiklerimizden şunu söyleyebiliriz ki artık modern siyaset tarihi açısından geleceğe dair rasyonel fikirler üretmek istiyorsak, din eksenli ve yoğun duygusal mitik anaforların baskın olduğu, kendi iç dünyamızda yarattığımız sahte cennettin kabuğunu kırmak zorundayız.

Dil ve dile özgün alfabe ile yazılı edebi gelenek yaratmak ve bu arada bilimsel dil oluşturabilmek için Türkçe adına geç kalınmış olsa da fırsat kaçmamıştır. Bilinmelidir ki halen Cumhuriyet devrimleri ile kazandığımız Türk alfabesi ve Türk harfleri evrensel bilgi ve kültüre ulaşmak ve entegre olmak konusunda önemli bir araç olmaya hazır halde durmaya devam etmektedir. Unutmamak gerekir ki nesir tarzı yazılı gelenek hem nazım tarzı yazılı gelenekten hem de sözel ve aktarımsal gelenekten bilimsel ve edebi kültürel aktarım anlamında daha kalıcı ve didaktik olarak kabul edilmektedir.

Yurt birliği temelindeki sağlıklı etnogenezis ve kazanılan kimlik ancak bu sayede anlam kazanırken bekâ kaygısından ise uzak olacaktır. Küreselleşen çağda coğrafi sınırları aşan bir kültürel birlik bilincinin tesisini kasaba kültürü düzeyinin tuzağına düşmeksizin kurtaracak olan da budur. Örnekleri için tarihin derinliklerine rasyonel bakış yetecektir.

Yazar Prof. Dr. Mahmut Can Yağmurdur, Ankara, 10 Mart 2022

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir