Kişisel Gelişim Çılgınlığında Kendiniz Kalabilmek…
“Yanlış şekillenmiş bir bulut yoktur!”
Değişmeyen tek şeyin bitimsiz değişim olduğu günümüzde, dün öğrendiğimiz şeyin yarın geçersiz olacağından başka bir şeyden emin olamadığımız “öğrenen organizasyonlar” da çalışıyoruz. Hayat boyu öğrenme ve beceri geliştirme; eğitim sisteminde, iş dünyasında ve diğer sektörlerde anahtar kavramlar haline geldi. Sosyologlar, her şeyin devamlı bir değişim halinde olduğu bu devri tanımlamak için “akışkan modernite” gibi benzetmeler kullanıyor. Özellikle zaman akışkan görülüyor, sanki tüm sınırlar silinmiş gibi. Bu neden böyle, kimse bilmiyor. Kimse nereye doğru gittiğimizi de bilmiyor.
Peki, her şey kaçınılmaz olarak yeniden değişecekse bu zahmet neden? “Pozitif düşün ve çözüm ara” tekerlemesini tekrarlayıp duruyoruz ve artık kimsenin sızlandığını duymak ya da yüzünü ekşittiğini görmek istemiyoruz. Eleştiri, derhal bastırılması gereken bir şey; bir olumsuzluk kaynağı. “Sen en iyi olduğun şeyi yap”, o zaman her şey yolunda gider; bunu hepimiz biliyoruz, öyle değil mi?
Gözlerimizde at gözlükleri olduğunda, sürekli pozitif ve iyimser olursak, işler yolunda gitmediğinde yaşadığımız şok çok daha büyük olabilir. Negatife odaklanmak, bir yönüyle bizleri gelecekteki bazı güçlüklere hazırlayabilir. Şikâyet etmekse hayatın güzel yanlarına ilişkin farkındalığımızı artırabilir. “Ayak parmağım acıyor ama bacağımın geri kalanı sağlam!”
Yaşama kendimizden ne katıyorsak yaşamdan onu alırız. Bu yönüyle, yaşam bir define avı değildir, yaşamın kendisi bir definedir. Yaşamımız ona kattığımız güzelliklerle anlam kazanır. Zira her insan insanın iç dünyası diğer insanlara göre sonsuz farklılıklar gösterir. Bu da insanın mükemmel bir varlık oluşunu işaret eder.
İlkokuldan üniversiteye dek “bilmeyi” öğreniriz. Ancak aynı zamanda şüphe etmeyi de öğrenmemiz gerekir. Tereddüt etmeyi öğrenmemiz gerekir. Yeniden gözden geçirmeyi öğrenmemiz gerekir. Felsefeci Simon Critchley ile yapılmış mülakatlardan oluşan “How·to Stop Living and Start Wonying (Yaşamayı Bırak, Endişe Etmeye Bak)”, kişisel gelişim felsefesini tepetaklak eder. Normalde bize öğütlenen, endişelenmeyi bırakıp yaşamaya ve evet demeye başlamamızdır! Fakat Critchley’e göre şüphe, endişe ve tereddüt birer erdemdir. “Evet” demekten başka bir şey yapmıyorsak, evet felsefesinden (Just Do It!) doğan krizleri, yani yaşamın ve toplumun giderek hızlanmasını görmezden gelmiş oluruz. Critchley’e göre, bu krizleri tanımadığımız takdirde “insan evladı mutlu büyükbaş hayvanlar seviyesine iner; yani düzenli olarak mutlulukla karıştırılan uyuşuk bir memnuniyet halinde yaşamaya yönelir!”
Düzgün arkadaşlıklar kurmak günümüz toplumlarında giderek güçleşiyor. “Arkadaş” teriminin daha şimdiden modası geçmeye başladı (en azından Facebook’taki alçaltılmış kullanımının haricinde) ve arkadaş grupları yerine artık “ağlar” dan söz etme eğilimi var.
Ancak, Aristoteles’e göre arkadaş, beraber vakit geçirmekten karşılıklı zevk aldığınız birisidir. Gelin görün ki, bunun yanı sıra arkadaşınızın iyiliğini de istersiniz ama onun kendini iyi hissetmesi size bir çıkar sağladığından değil. Dolayısıyla arkadaşlık, kendi içinde değeri olan bir ilişkidir:
Arkadaş, arkadaşınızın iyiliği için yardım ettiğiniz biridir. Birilerine yalnızca kendi çıkarınız için yardım ediyorsanız bu tam anlamıyla bir arkadaşlık sayılmaz; zımni bir anlaşmaya dayanan bir ortaklıktır (sen benim sırtımı kaşı, ben de seninkini kaşıyayım). Yine buna benzer bir söylem olan: Quid pro quo (kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez), insan ilişkilerinin pek çoğu için hâlâ geçerlidir.
Günümüz teması: “Kişisel gelişim çağında Kendimiz Olabilmek!”
“Bu kitabın çıkış noktalarından biri, hayata dair sorunların son yarım yüzyılda değişmiş olması. Eskiden temel sorun hayatın fazla katı olması, istikrarın devingenliğin önünde tutulmasıydı. Şimdiyse fazlasıyla esnek. Önceden derdimiz çok şey istemekti. Şimdiyse durmadan daha fazlasını yapmamızı bekleyen bir toplumda asla yeterince fazla şey yapamayacak olmak. Diğer yandan bu kitap, kişisel gelişim kültürüne muhalif bir ses çıkarmaya-bir başka seçenek sunmaya-yönelik bir girişim. Kısacası gelişmekle değil, olduğunuz gibi kalmakla ilgili. Kendinizi bulmakla değil, kendinizle yaşamakla ilgili. Kitap ilk adım olarak olumlu değil, olumsuz düşünmeyi salık veriyor. Esinini ‘Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı’ gibi popüler felsefelerden, tinsellikten ya da U Teorisi’nden değil, Eski Roma’da bir köle (Epiktetos) ile bir imparator (Marcus Aurelius) tarafından şekillendirilen aklı başında (ama asla sıkıcı olmayan) Stoacı felsefeden alıyor. Bu başta kulağınıza biraz tuhaf gelebilir… Ama sabırlı olun,” diyen Svend Brinkmann’ın ülkemizdeki 4. Basımı da 2023’de yapılan “Kişisel Gelişim Çılgınlığında Kendiniz Kalabilmek” adlı eserini inceledim ve sizlerle öne çıkan birkaç paragrafı aşağıda paylaşıyorum.
* Hayatınızda herhangi bir konuda şüphe duyduysanız (kim duymamıştır ki?) muhtemelen gidip akıl almışsınızdır: “Sence ne yapmalıyım?” Ve muhtemelen karşınızdaki, içinizdeki sesi dinlemenizi tavsiye etmiştir. İçinizdeki sese ve içe bakışa bu kadar önem atfetmeye gerçekten hiç gerek yok. Bu başta aklınıza yatmayabilir ancak son derece mantıklı. Bilim, sanat ya da felsefe meraklıları Einstein, Mozart ya da Wittgenstein’in insanlık deneyimini zenginleştirdiğini öne sürdüğünde, bunların sizi ilgilendirip ilgilendirmediğine bakmaksızın kendinize “Peki ama bu bana kendimi nasıl hissettirir?” diye sormazsınız. Yapmanız gereken, bu insanların sözlerinin size kendinizi nasıl hissettirdiğinden ziyade söyledikleri şeylerle ilgilenmektir.
* Size sunulan her şeye evet demenin daima iyi olduğu karinesine uygun yaşıyorsanız, eski bir sosyo-psikolojik terimi kullanmak gerekirse “dıştan denetimli” birisiniz demektir. Bunu gidermek için ihtiyacınız olan şey, daha fazla içten denetim. İçinizdeki ses felsefesini savunduğumdan değil. İçinizdeki ses de pekâlâ dıştan denetimli olabilir; çünkü iletişim odaklı, ağlarla birbirine bağlı bir toplumda içinizdeki ses çeşitli etkilere açıktır (örneğin reklamlar).
Ancak günümüzde kimi çevrelerde yaygın olanın aksine, duygulara çok da bel bağlamamak lazım. Sözde fütüristler “duygu toplumu” ndan söz ededursun, psikologlar da “duygusal zeka” yı yere göğe sığdıramıyor. Sahici olabilmek için (ki bu pek çokları tarafından ideal kabul ediliyor) duygularınızı, olumlu mu olumsuz mu olduklarına bakmaksızın hissettiğiniz anda ifade etmeniz gerekiyor. Mutluysanız, şarkılar söyleyip dans ederek kendinizden geçin. Kızgınsanız, Tanrı aşkına bunu içinize atmayın. Bu hiç de sahici olmaz.
* Arendt tam bir Stoacı değildi, ancak burada Stoacı felsefenin 21. yüzyılın hız kültürü için iyice anlamlı olan öğretilerinden birini en güzel şekilde ifade ediyor: Mutlak doğru diye bir şey olmayabilir ve tam da bu sebeple, onu kendi hayatlarımızda inşa etmek bize düşer.
Hızla değişen bir dünyada kesinlik yoktur ve tam da bu sebeple, zıvanadan çıkmış bir dünyada düzen ve tutarlılık adacıkları yaratmak için güvenilir olmamız gerekir. Böyle adacıklar yaratmak, hayır diyebilmenizi gerektirir. Bu anlamda “hayır” demek, kendinden ödün vermemenin önkoşuludur. Son tahlilde: Hiç düşünmeden evet demek yerine, “Bunu biraz düşünmem lazım,” demeyi deneyin.
* Philip Cushman bir keresinde Batı dünyasındaki depresyon salgınını şöyle açıklamıştı: İçinize yeterince uzun müddet bakarsanız, yani ne hissettiğiniz üzerine uzun uzadıya düşünür ve kendinizi bulmak için terapiden yararlanırsanız, orada esasında hiçbir şey olmadığını fark ettiğiniz an depresyon çıkagelir. Eğer sürekli iddia edildiği gibi hayatın anlamı içinizdeyse, orada hiçbir şey bulamamak elbette hayatı bütünüyle anlamsız kılar. İçinize bakmaya haddinden fazla zaman ayırdığınız takdirde, hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Ayrıca düpedüz yanlış yanıtlar bulma ihtimaliniz de artar. Çevrenin bizlere sıkça dikte ettirdiği kılavuzlara göre “Bütün yanıtlar zaten içinizde.”
Bunun ne kadar saçma olduğunu bir düşünün. İklim değişikliği konusunda ne yapmalıyız? Çörek nasıl yapılır? “At” ın Çincesi nedir? İyi bir mühendis olmak için uygun özelliklere sahip miyim? Benim bildiğim kadarıyla bu soruların yanıtları içimde veya içinizde bir yerlerde değil- en son sorununki bile. Toplum, iyi bir mühendisin özelliklerine dair (teknik beceriler, matematiksel kavrayış, vs.) nesnel standartlar belirlemiştir ve bunların sizin ne hissettiğinizle hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar, başkaları tarafından ölçülebilir becerilerdir.
* Kendini gerçekleştirme, artık özgürleştirici bir kavram olmaktan çıktı. Daha ziyade, çalıştığınız yere fayda sağlayacak şekilde geliştirmeniz, hatta belki istifade etmeniz gereken bir iç benliğiniz olduğunu kabul etmeyi gerektiriyor. Kendini bulma arayışı, genellikle süreçte başkalarının feda edilmesine yol açar ve başaklarına karşı görev ve sorumluluklarınızı düzgün şekilde yerine getirmenizi imkânsız hale getirir. İçinizdeki sesin ne anlama geldiği-ve kendinizi bulup bulmadığınız-konusunda bir parça şüphede olmanın, körü körüne içinizdeki sesi takip ederek sürekli elden kaçan bir özün peşine düşmeye yeğ olduğunu iddia ediyorum.
* İçinize bakmaya daha az zaman ayırınca, muhtemelen başka, daha önemli şeylere daha fazla zamanınız ve enerjiniz kalacak. Peki onca vakti ne yapacaksınız? Bu vakti “kendinizi bulma” ya çalışmakla geçirmenin iyi olmadığını artık biliyorsunuz. Bulduğunuz şeylerden hoşlanmama ya da hiçbir şey bulamama ihtimaliniz var. Belki vaktinizi gelecek için bir “vizyon” geliştirmeye harcayabilirsiniz. Belki de “kalıpların dışında düşünme” yi denemeli ve hiçbir sınır filan olmasaydı hayatın nasıl olacağını tasavvur etmelisiniz.
* Hayat zor. Fakat Held’e göre, esas sorunumuz bu değil. Esas sorun, hayat zor değilmiş gibi davranmaya zorlanmamız. Size nasıl olduğunuz sorulduğunda “İyiyim!” demeniz gerekiyor. Eşiniz sizi aldattığında bile. Olumsuz olana odaklanma becerinizi geliştirmek -ve bundan şikâyet etmek-size hayatı azıcık daha çekilir kılan bir savunma mekanizması kazandırır. Fakat şikâyet ve muhalefet ederken, konu yalnız kimi durumlarla baş etmek değil.
* Yaşlı ninem insanlara “Hayat devam ediyor,” deyip durur. Bir zorlukla karşılaştığımızda, onunla “baş etmek” gerektiğini düşünmez. Bu fazla şey istemektir. Bir şeyle baş etmek, doğal olarak, ona hâkim olmak ya da sorunu tamamen ortadan kaldırmak veya sorun olmaktan çıkarmak anlamına gelir. Fakat pek çok şey bu şekilde halledilemez. İnsanlar hassas ve kırılgandır, hasta olurlar ve nihayetinde ölürler. Ölümle kelimenin tam anlamıyla “baş etmek” mümkün değildir. Ama hayatımıza devam edebiliriz. Diğer bir deyişle, sorunları kabul edip onlarla yaşamayı öğrenebiliriz. Bu, kendinden ödün vermemek için de bir fırsattır. Bir şeyi değiştiremiyorsak, orada basitçe durabiliriz. Gerçeklerle yüzleşmek, ninemin dediği gibi, “hayal aleminde” yaşamaktan iyidir.
* Herkes yaşlanır, hastalanır ve nihayetinde ölür. Her gün kendi ölümlülüğü üzerine kafa yoran insan, hayatın değerini daha çok anlar. Bu, Stoacı “memento mori” özdeyişi bize şunu dikte ettirmekte: “Fani olduğunu hatırla!”
Nitekim, Seneca, oğlunun ölümünün üzerinden üç yıl geçmesine rağmen hâlâ yasta olan Marcia’ya yazdığı mektupta, hayattaki her şeyin “ödünç” olduğunu anlaması gerektiğini söyler. Kader, bir anda dilediği her şeyi alıp götürebilir. Sahip olduklarımızı, sahip olduğumuz o kısacık zamanda sevmemiz için alın size bir sebep daha.
* “Bunu yapmak istemiyorum” demek, güç ve haysiyet göstergesidir. Yalnızca robotlar her zaman evet der. Mesela bir performans ve gelişim değerlendirmesindeyseniz ve yöneticiniz bir “kişisel gelişim” kursuna gitmenizi istiyorsa, nazikçe reddedin. Onun yerine işyerinde bir “kek günü” başlatmayı teklif edin. Her gün en az beş şeye hayır demeyi deneyin.
* Hayır demeyi öğrenmek, her çocuğun gelişiminde son derece önemli bir adımdır. Ebeveynlerin çoğu (ben dahil) çocuklarının bir miktar uysal olmasını arzulasa da ilk “hayır” olgunluğa ve bağımsızlığa doğru atılmış hayati bir adımı temsil eder. Bir çocuk psikoloğunun dediği gibi, “Çocuk artık bir birey olarak bilinçli bir biçimde karakterine bürünür ve karakteriyle ebeveyninin arasına mesafe koymak amacıyla dili kullanma becerisi gösterir. Bu karşı çıkma eylemi, özerkliğe doğru atılmış ilk adımdır.”
* Öfkeyi, özbilincimizin bir yan ürünü olarak görebilirsiniz; katlanmamız gereken, fakat mümkün olduğu kadar çabuk kurtulmak istediğimiz bir şey. Mizah, öfkeyi yönetmenin ve dağıtmanın temel tekniklerinden biridir. Seneca’ya göre, normalde öfkeleneceğimiz şeylere verilecek kullanışlı bir tepki, kahkahadır. Örneğin biri bize hakaret ettiğinde, mizah saldırganlıktan çok daha iyi bir tepkidir.
* Görünüşe göre kişisel gelişim talebi doymak bilmiyor. Liderlik koçluğu, çalışan koçluğu, ergen koçluğu, aile koçluğu, seks koçluğu, öğrenci koçluğu, spiritüel koçluk, bebek koçluğu, yaşam koçluğu, emzirme koçluğu, vs., vs. Bıkkınlık verecek kadar. Herkes koçluk trenini yakalamak istiyor. Artık sayıları o kadar fazla ki, bu eğitimi tamamlayanların pek azı hayatlarını koçluktan kazanabiliyor.
* Öğretmenler sopa kullanmayalı çok oldu fakat günümüzün öğretmenleri “psikolojik sopalar”, yani kişisel gelişim aracılığıyla toplumsal kontrolü kolaylaştıran farklı sosyo-eğitsel ya da grup terapi oyunları kullanıyor. Bu oyunlar, çocuk gelişiminin, çocukların olumlu özelliklerinin olabildiğince bireyselleştirilmiş bir biçimde tespit edilmesiyle teşvik edileceği düşüncesine dayanır.
* Anthony Robbins’in meşhur ilham verici sözlerinden biri şöyledir: “Başarı, istediğiniz şeyi, istediğiniz zaman, istediğiniz yerde, istediğiniz kişiyle, istediğiniz kadar yapmaktır.” Buradaki belirgin mesaj, kendini gerçekleştirmenin -peşinde koştuğunuz kişisel tercihlerden bağımsız olarak-insan varoluş deneyiminin anlamını tayin ettiğidir
* Biyografiler daima çok satan listelerinin başını çeker ancak çoğu zaman ünlülerin ehemmiyetsiz hayatlarını göklere çıkararak hayatın bizim denetimimizdeki bir şey olduğu fikrini güçlendirirler. Kişisel gelişim kitapları da aynısını yapar. En nihayetinde sizi, size sundukları sayısız mutluluk, bolluk ve sağlık vaadini gerçekleştirmekteki başarısızlığınızdan dolayı ümitsizliğe sürüklerler. Gel gelelim romanlar, insan hayatının karmaşıklığını ve yönetilemezliğini kavramanızı sağlar. Ayda en az bir roman okuyun.
* Her an her yerde olmak isterseniz, ayağınızı hiçbir yerde yere sağlam basamazsınız. Seneca şöyle der: “Dertsiz ve sakin bir zihin, hayatının her yanına girip çıkabilir; fakat düşünceleriyle meşgul olanların zihinleri, sanki boyunduruğa vurulmuş gibi, dönüp de geriye bakamaz. Böylece hayatları bir boşluğun içinde yitip gider.”
Ona göre geçmişin iyi yanı, “geçmiş zamana ait tüm günlerin çağırdığınızda belirmesi, onlara tutunmanıza ve dilediğiniz gibi saklamanıza izin vermesidir- ki düşüncelere dalmış olanların bunu yapmaya vakti yoktur.” Dolayısıyla, geçmişe tutunmak önemlidir fakat bir parçası olduğunuz kültürün geçmişine tutunmak da önemlidir.
* Benim bakış açım özünde bir hayli faydacı: Hiçbir şey yüzde yüz iyi değil. Genel, bariz ve oldukça soyut fikirler (örneğin görevinizi yerine getirmekle ilgili) bir yana, hayattaki ahlaki fikirler ve felsefeler söz konusu olduğunda, muhtemelen mutlak gerçek diye bir şey yok. Faydacılığın özü de bu: Fikirler, hayattaki sorunları çözmek için geliştirilmiş araçlardır. Sorunlar değişirse, onları çözmek için kullanılan zihinsel araçlar da değişmelidir.
Derleyen ve Yazan Halit Yıldırım, Ankara, 18 Şubat 2024