Korona Salgını Sonrası Zaman Algımız ve Yaşamın Değeri

Korona Salgını Sonrası Zaman Algımız ve Yaşamın Değeri

Yaşamın Hammaddesi Olan Zamanın Yönü, Değeri ve Yönetimi

“Boş zaman diye bir şey yoktur, boşa geçen zaman vardır.” Tagore

Zaman, çoğu kez, parmaklarımızın arasından biz farkında olmadan kayıp giden ince bir altın tozuna benzetilir. Zaman-Yaşam-Ölüm Anlamlı bir üçlü ve algılayabilen her canlının vazgeçilemez bir birlikteliği… Aslında sonuncusundan konuya yaklaştığımızda “ölüm”; insanoğlu olarak dünyaya gelirken “yaşam” adı altında bize ödünç olarak verilmiş olan zamanın tükenmesidir. Burada önemli olan yaş veya yıl sayısının çokluğu-azlığı değil, yaşamın bir bedeli olarak alınan zamanın algılama uzunluğudur.

Bu demektedir ki, yaşa değil, yaşananları, deneyimleri ve bilgiyi önemser onlara saygı duyarız. Nitekim Peyami Safa’nın şu vurgusu anlamlıdır: “ZAMAN insanları değil armutları olgunlaştırır.”

Bu algıdan konuya yaklaştığınızda, insanın her hücresinde bir zaman ölçme mekanizması gizlidir. Bu demektir ki, insan da içinde milyarlarca saat barındırır. Amerikalı kronobiyolog Jay Dunlap, insan bedenini bazı saatlerin tik taklarının açıkça duyulabildiği, bazılarının ise sessizce çalıştığı devasa bir saatçi dükkânına benzetir.

Yaşlandıkça biyolojik saatimiz sabaha kayar ve sabah insanlarıyla gece temposunun yavaşlamasıyla kol kola gider –zaman zaman tren istasyonlarıyla postanelerde gençlere, yaşlı emeklilere keşke ayrı yerler verilse dedirten durumlara yol açabilen bir şeydir bu.

Güzel anlar, daima çok kısadır, nahoş anlar ise sonsuza dek uzuyor gibidirler. Albert Einstein bu durumu şöyle tanımlamıştı: “Hoş bir kızla beraber olunan iki saat iki dakika gibi gelir insana; sıcak bir sobanın karşısında iki dakika durulduğunda, iki saat durulmuş gibi hissedilir. İşte görelilik budur”. Einstein bu sözleriyle New York Times’ın bir muhabirine, zamanın gözlemcinin durumuna bağlı olduğunu anlatmak istemişti. Peki, zamanın insanların içsel duyarlılıklarına göre bazen coşup bazen de durulmasının nedeni tam olarak nedir? Bizim bunun üzerinde bir etkimiz oluyor mu? Bu doruların yanıtları için, “Zaman, yaşamın hammaddesidir” diyen Benjamin Franklin’in izini sürmek gerekecektir…

İşte yaşamın hammaddesi olarak değerlendirilebilen “Zaman”, peş peşe gelen anlardan oluşan, sonsuz bir zincir gibidir. Geçmiş anlar sadece onları hatırladığımızda, gelecek anlarsa beklediğimiz ölçüde vardır. Bu yönüyle, sahip olduğunuz tek an şu andır ve hayatı da daima şimdide yaşarız.

*Her sabah yataktan çıkıp güne başlamak, kimileri için bir eziyettir, bazılarıysa aynı saatte kendilerini enerji dolu hissederler. Ama saatin gösterdiği zaman ya da güneş ışığı veya kahve ölçeği, herkes için aynıdır. Demek ki bu zıtlık, her birimizim içinde yer alıyor olmalı. Nitekim yaşamımızın ne zaman başladığı ve ne zaman sona ereceği bile iç saatlerimize uymaktadır. Bebekler, genellikle, sabah dörde doğru dünyaya gelirler. Ölümün en faal olduğu saat ise sabahın beşidir.

Zaman, her cismin bulunduğu uzay bölgesine ve hızına bağlı olarak değişen göreli bir kavramdır. Einstein, uzay ve mekânın, birbirine bağlı olduğunu söylediği zaman, dünya hayret etmişti. Bohm bu görüşü bir basamak daha ilerletti ve “evrende her şey, birbirinin devamı olarak süreklilik arz etmektedir” dedi. Bunu göz önüne alınca, her şey, aynı şeydir; “Som, Bölünmez ve Tek!

Bedenimizin her bir hücresi tüm kozmosu barındırır. Her yaprak, her yağmur damlası ve her bir toz tanesi de öyle, tıpkı William Blake’in ünlü şiirinde olduğu gibi ve ona yeni anlamlar ekleyerek:

Dünyayı görmek için bir kum tanesinde,

Ve cenneti bir yaban çiçeğinde,

Yakala sonsuzluğu avucunun içinde,

Ve bir saatin içinde, ebediyeti…

Kavramsal Yaklaşım

İlk çağlardan beri zaman, güneşin batışı ve doğuşuyla ölçülmüş, gündüz ve gece zaman birimi olarak kabul edilmiştir. Uygarlık ilerledikçe, ayın evrelerine göre ay; güneşin devinimine göre yıl gibi zaman birimleri kullanılmaya başlanmıştır. Ay ile yıl arasında kurulan bağlantıyla, zaman ölçümünde temel değerler “birimler” oluşturulmuştur.

Zamanın kavramsal arka planını incelediğimiz zaman, eski Mısır’daki ilk güneş saatlerinden 16. Yüzyıl Avrupa’sındaki ilk mekanik saatlere, oradan da 19. yüzyılda belirlenen zaman dilimlerine kadar, bizlerin genellikle “doğal” zaman birimleri saydığımız şeylerin büyük bölümünün aslında atalarımızın zamanı zapt etmek için tesis ettikleri yapay çitler olduğunu görebiliriz. Saniyeler, saatler ve haftalar, insanlar tarafından icat edildi. Tarihçi Daniel Boorstin’in dediği gibi, insanoğlu ancak bu sınırları çizerek “doğanın döngüsel monotonluğundan kurtulabilir.”

Sözlüklerde zaman: “İçinde, kesintisiz şekilde olayların cereyan ettiği, var olduğu ve devam ettiği, başlangıcı ve sonu belli olmayan süreç.” olarak ifade edilmektedir. (TDK: Bir işin, bir oluşun içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre, vakit. Belirlenmiş olan an.)

Zaman metaforu bağlamında tarihten verilecek anlamlı bir örnek Büyük İskender’dendir. Şöyle ki, ölümün eşiğinde Büyük İskender komutanlarını çağırıp şu son üç arzusunu iletmiş:

  1. Tabutum, dönemin en iyi doktorlarınca taşınmalı.
  2. Elde ettiğim tüm zenginliğimin (altın, gümüş ve değerli taşlar) yol boyunca tabutum mezara gelene kadar serpiştirilmeli.
  3. Ellerim, herkesin görebileceği şekilde tabutun dışına sarkmalı.

Komutanlardan biri, şaşkın, nedenini sormuş. Büyük İskender şöyle açıklamış:

*En ünlü doktorların taşımasını şu nedenle istiyorum: Herkes bilsin ki, doktorlar ne kadar iyi olursa olsun, onlar bile ölümün karşısında çaresizdir.

*Yerlere serpeceğiniz değerlerim de gösterecektir ki, bu dünyada elde ettiğimiz zenginlik, bu dünyada kalır.

*Ellerim tabutun dışında kalsın, herkes bilsin ki, bizim için en değerli şey olan “zamanımız tükenince, boş ellerle doğduğumuz gibi, boş ellerle de gideriz. (Bir bakıma-Kefenin Cebi Yok benzetmesi…)

Zamanın Değeri

Etrafına çizgi çekilmemiş bir daire ne kadar daire olabilirse zamanla sınırlanmamış bir hayat o da o kadar hayat olabilir.” Samuel Scheffler

Ernst Jünger, Zaman hakkındaki “Kum Saati Kitabı” taslağı üzerinde çalışırken, masanın üstünde, orta yeri aşınmaktan opalimsi hal almış antik bir kum saati durmaktadır. Kum saatinin her çevrilişinde geçen zaman tekrar elde edilir, ama biriken kumlar, ne kadar sıklıkla akıtılırsa, zaman o oranda hızlı geçer.

Nedeni, akan kum taneleri, her defasında sürtünerek birbirlerinin yüzeylerini parlatır, sonunda bir kaptan ötekine neredeyse birbirine hiç sürtünmeden geçer. Bu kum akışı, her defasında saatin boynunu da bir parça genişletirler.

Kum saati ne kadar eskiyse, kum o kadar hızlı akar. Böylece kum saati, her defasında belli bir zaman aralığını daha kısa ölçer. Ancak, bu ölçüm hatası, içinde bir metafor barındırır: “İnsanlarda da böyledir, sonraki yıllar gittikçe daha hızlı akar. Yani,

Yaşlandıkça Zaman Daha Hızla Geçer…[1]

Sevdiğimiz şeyleri yapabilmek için hep daha fazla zamanımız olsun istiyoruz. Fakat zamanımız olduğunda ise aklımız başka yerde oluyor. Akıl geçmişle gelecek arasında dolaşıp duruyor, şimdiki zamanda pek oyalanmıyor. Bundan sonra ne yapacağımıza kafa yoruyoruz ya da kaçırdığımız şeylere öfkeleniyoruz.

Sevdiğiniz bir şeyi yapıyorsak zaman hızlı, sevmediğiniz bir şeyi yapıyorsak zaman yavaş geçer. Örneğin, çoğu kişiye pazartesi günleri daha uzun gelirken cuma günleri daha kısa gelir. Ya da bir çocuk için bir saat oyun oynamakla bir saat ders çalışmak aynı değildir.

Yaşamda zamanın hızı ile ilgili diğer bir faktör de çevreye uyumdur. Çevremize alıştıkça zaman hızlanır. Bu yüzden de çocuklukta ve yaşlılıkta zamanlar farklı geçer. Bununla ilişkili bir söz vardır: “Kişi ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, en uzunu ilk 20 yıldır” der. Nitekim Woody Allen de buna benzer bir metaforu mizahi söylemle bize aktarır: “Zaman, kıyıda duran bir adam için, gemide olan bir adamdan daha hızlı akar. Özellikle gemideki adamın yanında karısı bulunuyorsa!”

Zaman bizlere karşılıksız olarak; ama hiçbir zaman biriktirilmemek üzere –akıllıca ya da aptalca bu bize kalmış– harcayalım diye verilmiştir. Geçen zaman gitmiş yok olmuştur. Ve çırpınışlar onu geri getiremez. Şair Henry Van Dyke’n aşağıdaki sözcükleri bir bakıma zamanla olan bu ironik ilişkimizi anlatır: Zaman:

Geçmesini bekleyenler için çok yavaş,

Korkanlar için çok hızlı,

Üzülenler için çok uzun,

Sevinçli olanlar için çok kısa,

Ancak, sevenler için, zaman yoktur.”

Normal yaşamda anda olmak, başarılı olmak için gelecekte olmak ve huzur için de geçmişteki hoş anlara gitmek iyidir. Bu yönüyle konuya yaklaştığımızda; “Şimdinin gücü”, “anı yakala”, “carpe diem” gibi pek çok slogan vardır. Bunlar “mutluluk andadır” derler. Bu doğrudur. Mutluluk andadır. Ancak eksiktir. Çünkü “mutsuzluk da andadır.”

“Carpe Diem” konusunda da kısa bir açılımın sırası… Carpe Diem: “Yaşadığın günü kavra ve anı dolu dolu yaşa” anlamında kullanılmaktadır. Bir bakıma ölüm gerçeğinin farkında olarak, geçen her an ve zamanın değerini bilenlerin, an’ı yaşamaya özen gösterenlerin felsefesidir. Ancak bu kavram, “geçmiş için kafa yorma, gelecek için de plan yapma” şeklinde bir yanlış algılama olarak değerlendirilmemelidir. Bu anlayış, kısaca, “dünden ders alın, yarını düşünün ama en önemlisi bugünü size verilen en önemli hazine olan zamanın kıymetini bilerek yaşamayı unutmayın!” demektir.

“Sana bir iyi, bir de kötü haberim var.” Çoğumuzun bu sözcükleri zaman zaman kullandığımız anlar olmuştur. Ebeveynler, öğretmenler, doktorlar ya da teslim tarihini kaçıran bir yazar, kısmen iyi kısmen de kötü haberler vermek üzere olan herkes hayatının bir noktasında konuşmasına bu çift başlı cümleyle başlamıştır.

Peki, önce hangi haberi vermek gerekir? İyi haberlerle mi başlasak, yoksa üzüntüden sonra mutluluk mu dağıtsak?” diye sorar Daniel H. Pink [2]

Bir an durup düşünün! Muhtemelen önce kötü haberi duymak istediğinizi söyleyeceksiniz. Haklısınız… Yıllar boyunca yapılan çeşitli araştırmaların sonuçları, yaklaşık beş kişiden dördünün “bir kayıp ya da negatif haberle başlayıp, daha sonra bir kazanç veya olumlu bir haber almayı tercih ettiklerini” göstermektedir.

Zaman etkileşimi yönüyle sosyal yaşamlarımızda en çok karşılaştığımız “zaman” sorusu: “Ne Zaman Evlenmeli?” sorusudur. Çok genç yaşta evlenen kişilerin boşanma ihtimalinin daha yüksek olduğunu duymak muhtemelen sizi şaşırtmayacakt1r. Son yapılan bir araştırmaya göre: Yirmi beş yaşında evlenen birinin boşanma ihtimali, yirmi dört yaşında evlenen birine göre % 11 daha düşük (Amerika’da). Ama çok fazla beklemenin de zararı var. Din, eğitim düzeyi, coğrafi konum gibi faktörler göz önüne alındıktan sonra bile, otuz iki yaşına gelenlerin boşanma ihtimali, en az on yıl boyunca her geçen yıl %5 oranında artıyor ve evlenmeden önce en az bir yıl flört eden çiftlerin boşanma ihtimalinin, daha hızlı evlenenlere göre % 20 daha düşük olduğu saptandı. Üç yıl flört eden çiftlerin boşanma ihtimali daha da düşük. Ve de ayrıca; “düğüne ve yüzüğe ne kadar para harcanırsa, boşanma ihtimalinin de o kadar yüksek olduğu” saptanmış gerçeklerdendir!

Konuyla ilgili bir Anekdot sırası… Adam Tanrı’ya seslenir.

“Tanrım,” der, “bir soru sorabilir miyim?”

“Tamam,” der Tanrı. “Sor bakalım.”

Tanrım, senin için bir milyon yıl bir saniyedir diyorlar, doğru mu?”

“Evet, doğru.”

“Peki, bir milyon dolar senin için nedir?”

“Benim için bir milyon dolar, bir cent’dir evladım.”

“A, iyi,” der adam. “O zaman bana bir cent verebilir misin?”

Tabii,” der Tanrı, “Bekle bir saniye…”

Zaman Yönetimi

“Ne kadar yetenekli olursanız olun… Ne kadar çalışırsanız çalışın… Hayatta bazı şeyler zaman alır. Dokuz adet ‘bir aylık hamile kadından’ bir bebek elde edemezsiniz!” Warren Buffett

Hayatlarımız, bir bakıma, sonu gelmeyen “ne zaman?” kararlarından ibarettir. Kariyer değişikliği, birine kötü bir haber vermek, ders programı hazırlamak, bir evliliği bitirmek, koşuya çıkmak, bir insanla hayatını birleştirmek… Kısacası hayatımızdaki her şey “ne zaman?” sorusunun cevaplanmasını gerektiriyor. Ama ne yazık ki bu tarz kararları, bulanık bir sezgi ve varsayım bulutuna dayanarak veriyoruz. Oysa Zamanlama bir Sanattır.

Aslında zamanı yönetemeyiz ancak tercihlerimizi, önceliklerimizi, kendimizi, kısacası hayatımızı zaman içinde yönetiriz. Zaman yönetimi bir ömür boyu olmalıdır. Zamanı yönetmek aslında hayatımızı yönetmektir.

Bu bağlamda denilebilir ki, önemli olan zamanın ruhunu yakalayabilmek, her şeyi zamanında yapabilmek ve zamanında yaşayabilmektir. Bu nedenle de her yaş döneminin bize öğretecekleri farklı olacaktır. Hayata geç kalmamak ve kaçırmamak gerekir çünkü hayatta bazı kayıpların geri dönüşü ve tekrar kazanımı yoktur.

“Hayat yalnızca en iyi çabalar bazında yaşanabilir.” derken Alan Lakein[3] de şöyle geriye bakıp “daha iyisini yapabilirdim,” demenin gerçekçi olmadığını vurgular.

Bu nedenle başarısızlığın bizleri denemekten vazgeçirmesine izin vermemiz gerek. “Neyin” yanlış gittiği konusunda kafa yorarak zaman kaybetmemeliyiz çünkü her deneyimden bir şeyler öğrenebiliriz. Zamanınızı ve yaşamımızı kontrol etmeye giden yol “Açıl Susam Açıl” diye açılmaz. Ama günlük ve genel hayat hedeflerinizin farkına varmak konusunda çok ilerleme kaydedebiliriz. İşte bu yönüyle denilebilir ki:

Hep meşgul olduğunu söylersen hiç müsait olamazsın.

Hep zamanın olmadığını söylersen hiç zamanın olmaz.

Hep yarın yapacağını söylersen, yarın hiç gelmeyecektir.

Bu bağlamda da “zamanı iyi kullanmanın” ve yönetebilmenin geleneksel üç yolu kısaca şöyle betimlenebilir:

  1. Düşük öncelikli işleri veya faaliyetleri bırakmak.
  2. Yaptığınız işte daha etkin olmak.
  3. Bazı işleri devredeceğiniz bir insan daha bulmak.

Zaman da para da sınırlı kaynaklardır. Karşılaştırmanın ana noktası burası. Bu yüzden zaman da para gibi değerli bir ticari metadır. Ödünç alınabilir, kazanılabilir veya çarçur edilebilir. Yine bu bağlamda “vakit nakittir” şemsiyesinin altında ne teşbihler yatar. Örneğin:

  • Dün, Karşılıksız çek
  • Yarın, vadeli senet
  • Bugün ise nakit, harca onu!

Zaman Hırsızları

Bir hırsız vardır ki, insanın en değerli şeylerini çaldığı halde kanun ona dokunmaz: Zaman” Napolyon

Etrafımızda zamanımızı bizden çalan hırsızlar o kadar çoktur ki bunları genel olarak sıralarsak:

  • Kişisel nedenler: düzensizlik, dağınıklık, organize olamamak, faaliyeti ertelemek gibi maddeleri,
  • Dışsal nedenler: iş gezileri ve aşırı gelen ziyaretçiler… Vb.
  • Mekanik nedenler: cep telefonu ve internet ile aşırı yoğunlaşma ve zaman geçirme.
  • Örgütsel nedenler: görev tanımlarının belli olmaması, karar verememe, gereksiz yere uzayan toplantılar, düşünsel ve fiziksel ölçekte yeterli olmayan elemanları, olarak saymak olasıdır.

Nitekim Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Amerikalı John Steinbeck “En fazla zamanı, zaman kazanmak isterken kaybediyoruz” demişti.

Zaman kullanılmasının planlaması, kendi zamanımızın efendisi olmamızda ve bize verilmiş zaman hammaddesinden en iyi ürünü almamızda, en önemli araçlarımızdan birisinin olduğunu hiçbirimiz inkâr edemeyiz. Unutulmamalıdır ki, çok çalışmayla, olumlu sonuçlar arasında doğrudan hiçbir ilişki yoktur.

İşte “Çok değil, akıllıca çalış” özdeyişi bu gerçeği yansıtmaktadır. Çok çalışmak, her zaman verimli olmak değildir.

Zira 8 saatte yapılacak işe 10-12 saat ayırmak, gevşek davranmaktan başka bir şey demek değildir. Nitekim başarısız yöneticilerin bir özelliği de aile hayatlarından fedakârlık etmeleridir.

Hepimizin sahip olduğu zaman aynıdır. Ama bu, pek az insan için yeterlidir. Nitekim Goethe bize bunu anlamlı şekilde hatırlatmaktadır:

Yaşamaya zaman ayır, çünkü ömür bunun için yaratılmıştır…

Düşünmeye zaman ayır, çünkü başarının anahtarı odur…

Sevmeye zaman ayır, çünkü bu seni daima güçlü kılar…

İyiliğe zaman ayır, çünkü insan olmanın sırrı budur…

İnsanların biraz daha zamanları olması için her şeyi yapabileceklerini söyleyip, zaten sahip oldukları zamanlarını yine de boşa harcamalarını şaşırtıcıdır. Bir günü hepimizin 24 saat olarak yaşadığımızdan hareketle zamanın insanoğlunun yaşamında herkes için eşit olarak dağıtıldığını söyleyebiliriz. Ancak, büyük yaşamları olan insanları diğerlerinden ayıran ise bu saatleri nasıl kullandıklarıdır.

Etkili zaman yönetimi konusunda Adair’in[4] öngörülerine de kulak verelim:

* Her gün mesai vaktinizin son dakikalarını ertesi gün yapılacak şeylerin bir listesini çıkarmakla harcamak çok faydalı olacaktır. Ancak, hayranlık duyduğunuz şeyler hakkında çok fazla konuşmaktan veya zaman yöneticiliği işini abartmaktan kaçının. Eşinize ve çocuklarınıza, patronunuza ve çalışanlarınıza her gün ne kadar fazla zamanı boşa harcadıklarını söylemekten uzak durun. Eninde sonunda yönetebileceğiniz tek zamanın kendi zamanınız olduğunu unutmayın.

*Bazen gecenin bir vakti uyandığınızı, yatakta uyanık oturduğunuzu ve fikirlerin birbirlerinin üstünde tepindiğini hissedersiniz. Tekrar ediyorum; esnek olun. Yatakta olduğunuz için illa uyumak zorunda olduğunuz ve yatakların da sadece uyku için oldukları fikrini inkâr etmenizi istiyorum sizden. Bunun yerine, aklımızdaki fikirler henüz tazeyken onları not edin. (Artık başucunuzda bir defter tutmanız gerekecek.) Artık uyuyabilirsiniz.

*İlk adım olarak, masanızı ve dosyalarınızı bir şey ararken oluşan zaman kaybını engellemek için düzenli bir şekilde toplayın. Zamanını çok dikkatlice kaydeden bir yönetici, masasında veya çekmecelerde kâğıt aramak için bir hafta içinde 1 saat 17 dakika harcadığını tespit etmiş!

* Yemeklerden sonra bulaşıkları yıkama zamanı gelir. Öyle ya da böyle bulaşıkları elde yıkamak durumundaysanız, ümitsizliğe kapılmayın. Beyninizi kullanmanızı gerektirmeyen pratik bir faaliyet olduğu için şuurunuzu tatmin eder ve size gerçekten de bir iş yapıyormuşsunuz gibi hissettirir. Böylece zihniniz anında başka şeylere odaklanabilir. Sir Alistair Pilkington’ın mutfak lavabosundaki sabunu temizlerken aklına gelen fikrin batmayan camın icadında anahtar rolünü oynadığı söylenir.

Agatha Chsistie bir keresinde şöyle demişti: “Bir kitabı planlamak için en iyi zaman, bulaşıkları yıkarken harcadığınızdır”.

Korona Salgını Sonrası Zaman Algımız ve Yaşamın Değeri

Aslında her neslin en az bir büyük kriz yaşadığına; bunun kim olup kim olmadığımızı anlamamıza yardım ettiği açıktır. Adaletsiz görünebilir 2020’nin başlarında bizim payımıza da Covid-19 düştü.

2020 yılında yeni yaşam standartlarımızı, 120 nanometre büyüklüğündeki koronavirüs belirliyor. Bu nedenle de pandemi ile tüm dünyada kısmi ve tam karantina uygulandı ve zaman zaman da uygulamaya devam edilmekte.

Psikologlar, hayatta en stresli durumların boşanma, sevdiğimiz birinin kaybı ve ev değiştirmek olduğunu söylemektedir. Şimdi istatistiklere dördüncü bir deneyim daha ekleyebilirler: Salgın. Uzmanlar da aynı fikirde…

Bu küresel salgının yakın gelecek ve orta dönem geleceğinde toplumsal ve bireysel bazda üzerimizde derin ve uzun süreli etkileri olacak. Dünyanın her yerinde, hepimiz, izolasyondan kurtulmamızı, temiz havayı solumamızı, sevdiklerimize sarılmamızı sağlayacak o yeşil ışığın yeniden yanmasını bekliyoruz. Ve tabii hapşıran birileriyle çarpışma korkusu ve sosyal mesafe kuralları olmaksızın eskisi gibi alışveriş yapabilmeyi de…

Bugüne dek pek bilemediğimiz ve hazırlıklı olmadığımız, evden çalışma ve evden eğitim süreçleri ile karşılaştık. İş, eğitim ve sosyalleşme aracı olarak sosyal medya platformları yükselen bir hızla yaşamlarımıza girdi. Örneğin: 2012’de bir yetişkin günde 90 dakikasını sosyal medyada geçiriyordu. 2020’de ise bu süre 180 dakikaya çıktı. Bu demektir ki, her gün 3 saatten fazla dijitalize oluyoruz, ekran başında etrafımızdaki gerçek dünyadan uzaklaşıp sanal ortamlarda zamanımızı tüketiyoruz.[5]

Bu etki aile ve toplumsal yaşamımızı doğrudan olumsuz yönlerde de etkilemekte. Şöyle ki, akşam baba eve gelmeden sofraya oturmayan aile yapısından, masada birbirinin gözüne bakmadan konuşan bir yapıya büründük! Yemek yerken birlikte sohbet etmeyen, birbirinin yüzüne bakmayan, gün içinde yaşadıklarını paylaşmak yerine, elindeki telefon veya tablet ekranında bir yukarı bir aşağı gezinen bireylere dönüştük. Ve bu dönüşüm öyle hızlı olmaktadır ki buna hazır olmayan anne-babalar ve çocuklar yeni düzene uyum konusunda zorlanmaktadırlar.

İşte bu bağlamda, “zaman mı bizi yönetiyor, biz mi zamanı?” diye sorduğumuzda vereceğimiz yanıt bir bakıma yaşamımızı şekillendirecektir.

Daha azıyla yetinmeyi öğrenmek zorunda kaldığı bir dönemde yaşamış olanlar; ebeveynlerimiz, büyükanne ve büyükbabalarımız, iyi ve kötü zamanların, güvenli ve karanlık doğasını ilk elden gördüler. “Kötü günler her zaman için tekrar ve ansızın gelebilir!” Bu, atalarımızın beynine kazınmış bir mesajdı.

1980’lerde insanlar nasıl HIV pozitif olduklarını saklamaya çalıştılarsa, yakın zamana kadar işitme cihazı takmak ya da astım spreyi kullanmaktan utandılar ve bugün hâlâ kolostomi torbası takmaktan utanıyorlarsa, şimdi de virüsle etiketlenmekten çekiniyorlar. Bunların hepsinin altında yatan şey, derinlerdeki kabileden dışlanma ve yalnız başına ölme korkudur.

Etkilerin Ne Olacağına Dair Görüşler: Ne yazık ki pek iyi şeyler değil

*Daha kilolu olacağız (aslında olduk bile): Hiç 2020’nin bu son birkaç ayında aldığımız kadar kilo almadık ve bu eğilimin değişeceğini gösteren hiçbir şey yok. Buna “anlamsızca yemek” deniyor.

*Boşanmalar da artacak: İzolasyon başladığından beri bazı aile içi şiddet üç kat arttı. Bunda aile üyelerinin birbirine fazla yakın olması, rutinlerden uzak kalmak ve ibadet yerlerinin geçici olarak kapatılması ve sonra da kısmen açılabilmesi önemli etkenlerden.

*Parayı algılayış biçimimiz de değişecek: Kendimize; “eğer kullanamayacaksam paranın ne değeri var” diye soracağız. Büyük olasılıkla hayatı daha dolu dolu yaşayan insanlar göreceğiz. “Yapılacaklar listesi” hazırlamaya geri döneceğiz: Daha cesur sporlar ve maceralar, partiler, tatiller ve arkadaşlarımız ve ailemizle daha kaliteli zamanlar… Varlığımızı şu basit ilkeye dayandıracağız: Tek bir hayatım var, öyleyse neden onu heba edeyim?

*İşsizlik had safhaya çıkacak, işyerlerinin bir kısmı kapanacak ve yakın vadede iflaslar gittikçe artacak. Bu nedenle de toplumsal ve bireysel patlamalar gündeme gelecektir. Gerek ülkemizde gerekse başka ülkelerde yaygın olarak bu olgulu her geçen gün yoğunlukla gözlemliyoruz.

Buna karşın son tahlilde, komşuluk ilişkileri ve yardımlaşma öne çıkacaktır. Nitekim artık sosyalleşmenin hem işte hem de evdeki mutluluğun yakıtı olduğunu fark ettik.

Gelmiş geçmiş en iyi yönetim danışmanlarından biri olan Tom Peters, geçen gün telefonda bana şöyle dedi[6] “Ne kadar para kazandığınızı gösteren mezar taşı henüz yapılmadı.” Elbette para önemlidir ama büyük resme bakıldığında, dünyanın içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında, kurtarılacak daha önemli şeyler var.

Şaka bir yana olgunun mizahi yönü de zaman zaman vurgulanarak geçici bir rahatlama sağlasa da kış evresine girdiğimiz bu günlerde bu sorunla daha güçlü mücadeleye hazır olmamız gerektiği bilim insanlarınca sıklıkla vurgulanmaktadır.

Konunun mizahi yönüne ilişkin birkaç yakıştırma da Adnan Binyazar’dan[7]:

*Yüzyılın son kabadayısı korona adam, dünyada ne kadar bar, pavyon ve kumarhane varsa tek başına kapattı. Saygılar Bay Koronaya…

* “Deprem var, içeri girmeyin, virüs var dışarı çıkmayın” deniyor.

*Anneme “virüs var alışveriş yapalım” diyorum. O da “Dur bakalım, belki ölürüz, boşuna masraf yapmayalım!” diyor.

*Çin’den gelen her şey bugüne değin çakmaydı, bir tek koronavirüsü sağlam çıktı!

Sonuç ve Değerlendirme

Zaman çok iyi bir öğretmen; ama ne yazık ki, tüm öğrencilerini öldürür!

Bu bakış açısıyla, “Zamanlarını en kötü şekilde kullananlar, zamanın kısalığından en çok şikâyet edenlerdir” derken şu gerçeğinde altını çizmek gerekir: Ülkemiz toplumu olarak kitap okumayı sevmiyoruz. Bahanemiz ise her zaman aynı: Boş zamanım yok!

İşte bu konuda Zeynep Oral’ın farklı bir değerlendirmesine göz atalım: “Boş zamanım yok ki kitap okuyayım, diyenlere benim yanıtım hep şöyle oldu: Zaman denilen şey çanak çömlek değil ki boşu, dolusu olsun! Zaman yaşanılan bir süreçtir.

O süreci nasıl değerlendireceğimiz bize bağlıdır; boşaltırız da doldururuz da… Akıp giden zamanın en dolu olanı, okuyarak ‘geçirilen’ değil; okuyarak çoğaltılan zamandır.”

Son tahlilde vurgulamak isterim ki, sadece insanda zaman kavramı geçmiş, şimdi ve gelecek olarak üçe ayrılır. Bu, insanı diğer yaratıklardan ayıran önemli özelliklerden biridir. Bir köpek sahibini çok uzun zaman görmemişse, bu onu hiçbir şekilde etkilemez. Sahibine kavuşmuş olması ona yeterlidir.

Aynı şekilde hayvanlarda gelecek kavramı da yoktur. Onlar sadece şimdiki zamanda yaşarlar. Dolaysıyla insanlara özgü bu üç dönemin ve özellikle de “şimdi” nin öneminin ayırdına varalım.

Nitekim Hayyam’ dan konuyu özetleyen bildiğiniz bir şiir, bunu bize anlamlı bir şekilde anımsatmaktadır:

Niceleri geldi, neler istediler,

Sonunda, dünyayı bırakıp gittiler.

Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?

O gidenler de, hep senin gibiydiler.

Dünyada ne var kendine dert eyleyecek,

Bir gün gelecek ki, can bedenden gidecek,

Zümrüt çayır üstünde, sefa sür iki gün…

Zira senin üstünde de otlar bitecek.

Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, 15 Kasım 2020, Antalya

Kaynakça:

Alan Lakein- Zaman Hayattır-“How to Get Control of Your Time and Your Life”

Daniel H. Pink-Ne Zaman-‘When’-Mükemmel Zamanlamanın Bilimsel Sırları-2019

Douwe Draaisma-“Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer?”

Halit Yıldırım-Düşünce Kristalleri (2007)

John Adair- Etkili Zaman Yönetimi-Zamanı Akıllıca Değerlendirme Kılavuzu

Martin Lindstorm -Koronavirüs Dünyasında- buy ology- (Mayıs 2020)

[1] Douwe Draaisma-“Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer?”

[2] Daniel H. Pink-Ne Zaman-‘When’-Mükemmel Zamanlamanın Bilimsel Sırları-2019

[3] Alan Lakein- Zaman Hayattır-“How to Get Control of Your Time and Your Life

[4]John Adair- Etkili Zaman Yönetimi-Zamanı Akıllıca Değerlendirme Kılavuzu

[5] Bora Küçükyazıcı (Dr.)-Yeni Dünya-yeni sorun (Cumhuriyet Gazetesi (23 Ekim 2020)

[6] Martin Lindstorm –Koronavirüs Dünyasında buy ology- (Mayıs 2020)- TIME dergisi Lindstrom’u “Dünyanın En Etkili 100 İnsanı” arasında gösteriyor. Thinkers50 de beş yıldır üst üste Lindstrom’u dünyanın en iyi 50 iş düşünürü arasında sayıyor.

[7] Adnan Binyazar- Korona Gülmeceleri (Cumhuriyet Gazetesi (23 Ekim 2020)

 

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir