Küresel Salgın Hastalıklar ve Uluslararası Sağlık Örgütlenmeleri, DSÖ Türkiye eski Temsilcisi Bekir Metin yazdı.

Küresel Salgın Hastalıklar ve Uluslararası Sağlık Örgütlenmeleri, DSÖ Türkiye eski Temsilcisi Bekir Metin yazdı.

Uluslararası sağlık kuruluşlarının günümüze kadar olan tarihsel gelişimleri incelendiğinde görülecektir ki her önemli adım bir soruna çözüm arayışı sonucunda gerçekleşmiştir.

Özellikle 1800’lü yıllarda Uluslararası sağlık kuruluşlarının hareketlenmeye başladığı göz önünde bulundurulduğunda bu gerçek daha iyi anlaşılacaktır. Tarihteki Salgın Hastalıklar, bu dönemin en önemli sağlık sorunu bulaşıcı hastalıklardır ve bu sebeple kitlesel ölümler meydana gelmektedir. Bu nedenle dönemin sağlık politikaları daha çok bulaşıcı hastalıklar üzerine yoğunlaşmıştır. Aynı zamanda 19. ve 20. Yüzyılların savaş ve yoksulluk ortamı düşünüldüğünde sağlık politikalarının şekillenmesinde dönemlerin özelliklerinin ve ihtiyaçlarının çok önemli roller oynadığı söylenebilir.

19 ve 20. Yüzyıllarda sağlığa ilişkin koşulların ortaya konması, sadece bulaşıcı salgın hastalıkların çıktığı yerlerdeki kurum ve kuruluşların tek başlarına mücadelesi değil, uluslararası bir organizasyon halinde hareket edilmesidir.

Tarihteki Salgın Hastalıklar

İnsanlık tarihinde ortaya çıkan tüm hastalıklar özellikle salgın hastalıklar dramatik ve yıkıcı sonuçları nedeniyle insanlığın belleğinde derin izler bıraktı. Cüzzam, veba, kolera, verem, frengi gibi hastalıklar kimi zaman dehşetin simgesi haline geldi ve insanlık tarihini derinden etkiledi. Salgınlar, toplumların altüst olmasına yol açtı. Tüm dünyada halk inanışlarından sanata, siyasetten bilime kadar birçok alanda büyük değişimlere neden olmuştur.

Eski Medeniyetlerde Salgın Hastalıklar

Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği olarak adlandırılır.  Bilinen ilk okur-yazar toplulukların yaşadığı bölgede birçok medeniyet gelişmiştir.

Mezopotamya Sümerler, Akadlar, Asurlar, Elamlar, Babiller gibi en eski ve büyük medeniyetlerin doğduğu ve geliştiği yerdir.

Milattan Önce (M.Ö.) 5500 ve ya 5000 dolaylarında başlayan Mezopotamya uygarlıkları insanlık tarihinde çok önemli bir yer tutar. Bölgenin bir sonraki evresi Uruk dönemi (MÖ 4000-3100) olarak bilinir. Uruk kentinin ünlü Mezopotamya kahramanı ve Sağlık Tanrısı olarak anılan Gılgamış‘ın evi olduğu da söylencelerde yer alır. Yazı, dil, tıp, astronomi, matematik; din, fal, büyü ve mitoloji gibi alanlarda ilk öne çıkan ve bilinen toplum Sümerlerdir. “Yaratılış” ve “Tufan”a ilk kez Sümerlerde rastlanır. Sümerler döneminde Mezopotamya’da 18’i büyük olan yaklaşık 35 şehir ve kasaba vardı.

Mezopotamya, Büyük İskender‘in (M.Ö.336-323 yılları arasında Makedonya Kralı) M.Ö. 333’te Persleri egemenliği altına alışıyla başka bir tarih süreci başlamıştır.

Safaviler Devleti (1501-1736), 1508-1534 yılları arasında kısa bir dönem için Mezopotamya’yı kontrolleri altına alsalar da 1535’te Osmanlı İmparatorluğu Bağdat’ı egemenlikleri altına alırlar.

Mezopotamya’da salgın hastalıklar çok sıktı, savaşlar ve işgaller hastalıkların yayılmasına katkıda bulunuyordu.  Kil tabletlerde bazı veba çeşitlerinden, tıbbi metinlerde ise hummalardan söz edilir. Hastalıklara vücudu ele geçiren ruhların neden olduğu düşünüldüğünden, etkilenen kişiden mümkün olduğu kadar sakınılıyor, bu sayede sınırlı bir izolasyon sağlanmış oluyordu. Bu yaklaşım Ortadoğu’da daha sonra gelişecek olan başka medeniyetleri, örneğin İbranileri etkileyerek hastalara değmeme tabusu oluşturdu. İbrani inancı hijyenle ilgili pek çok kanunu içeriyordu; temiz olmayan şeylere dokunmama, hastaların izolasyonu, yemeklerden önce el yıkama, cinsel ilişki ve regl sonrası banyo yapma, hayvanların kesimi ve yiyeceklerin hazırlanmasında hijyene dikkat etme bunlar arasında sayılabilir.

Halk sağlığı ve hijyenle ilgili benzer kanunlar Eski Mısır’da da geçerliydi.  Eski Mısırlılar vücut ve ev temizliğine büyük önem veriyor, sabah, akşam ve yemeklerden önce kişisel temizliklerini yapıyordu. Ancak Nil sularının bulunduğu kanal, havuz ve su birikintileri sineklerin üremesi için elverişliydi. Yapılan araştırmalara göre, Eski Mısırlılarda karaciğer sirozu sık görülüyordu. Yani, büyük ihtimalle temiz içme suyu bulunamıyor, bu nedenle de bol bira ve şarap tüketiyorlardı. Duvar resimleri ve papirüslerden anlaşıldığına göre; sıtma, cüzzam, zatürre, çiçek ve veba gibi salgın hastalıklara Eski Mısır da sık sık rastlanıyordu.

Hindistan’da sıtma, dizanteri, kolera, çiçek, tifo, veba, cüzzam ve tüberkülozun varlığına ilişkin kanıtlar var. Geleneksel Hint tıbbı, bir veba veya salgının ortalığı kasıp kavurduğu yerlerde kalmanın tehlikeli olduğunu, su ve yiyecek seçiminde dikkatli olunması gerektiğini önemle vurgular. Asya’da yeşeren medeniyetlerde çok eskiden beri çiçek hastalığına karşı ilkel bir aşının uygulandığı biliniyor.

Çin’de bazı salgın hastalıklar çok iyi anlaşılmış ve koruyucu önlemler ve tedaviler geliştirilmişti. Çiçek hastalığına karşı uygulanan aşı ve cüzzama karşı bir ağacın tohumundan yapılan ilaç bunlara örnek gösterilebilir. Bu ilaç yakın zamana kadar başlıca anti cüzzam ilacı olarak kullanıldı. Çin tıbbının bazı hastalıklar konusundaki bu başarısına rağmen Çin’de de bazı yıkıcı salgınlar yaşandı. Han hanedanı zamanında tifo olduğu anlaşılan bir salgının o bölgedeki insanların üçte ikisini öldürdüğü biliniyor.

Eski Yunan ve Roma

Antik Yunanistan, bugünkü Yunanistan toprakları ile Küçük Asya’da yaşayan toplumların kurduğu devlet ve uygarlıkların, MÖ 756 ile MÖ 146 tarihleri arasında hüküm sürdükleri bölgenin adıdır.

Tarihte ilk büyük veba salgını M.Ö.430’da Atina’da görüldü. “Atina Vebası” olarak bilinen bu salgında Atina halkının yüzde 30’u yaşamını yitirdi.

Roma İmparatorluğu,  İkinci büyük veba salgını Roma İmparatorluğu’nda Marcus Aurelius Antonius döneminde (M.S. 161-180) ortaya çıktı. Doğu seferlerinden dönen askerler tarafından getirilmiş salgın bir hastalık olan Antoninus vebası günde 2 bin kişinin ölümüne neden olmuş bilinen en önemli veba salgınlarından biridir. Salgın, toplam nüfusunun yüzde 30’nun ölümüne sebep olmuştur. Bu veba salgını Roma’nın çöküşünü tetikledi. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünün en önemli nedenlerinden biri salgın hastalıklar ve vebaydı.

Tıbbın babası olarak anılan ve mantıklı ve yenilikçi tavsiyeleriyle bilinen Yunan hekim Hipokrat ile Antik Roma’nın en önemli hekimlerinden Bergamalı Galen, veba hastalığına karşı “derhal uzaklaşma ve mümkün olduğunca geç dönme” tavsiyesinde bulunuyordu

İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük salgın Doğu Roma İmparatorluğunda M.S. 541 yılında İmparator Jüstinyen’in İstabul’da inşa ettirdiği Ayasofya’nın keyfini sürerken, Jüstinyen Veba Salgını o kadar uzun süren bir hastalık süreci oldu ki iki yüz yıl boyunca can almaya devam etti. Ölen insan sayısı ilk salgında 25 milyon, devam eden süreçte de 50 milyon insanın hayatına mal olmuştu.

Haçlı seferlerinin mirası

Avrupalı Katolik Hristiyanların, Papa’nın talebi ve çeşitli vaatleri üzerine, 1096-1272 yılları arasında, genellikle Müslümanların elindeki Orta Doğu toprakları üzerinde askeri ve siyasi kontrol kurmak için düzenledikleri akınlar bütünüdür.

Ortaçağ boyunca salgın hastalıklar Avrupa’nın peşini bırakmadı, bu hastalıklardan ilki cüzzamdı. Aslında cüzzam Ortaçağ’a özgü bir hastalık değildi, cüzzam Eski Mısır’da, Çin’de, Hindistan’da ve seyrek de olsa Avrupa’da görülmüştü. Ancak Haçlı Seferleri’nden dönüşler cüzzamın yaygınlığını artırdı. Sayıları muazzam bir şekilde artan cüzzamlılar toplumdan dışlanarak ayrı yerlerde yaşamaya zorlandı.

Geri dönen Haçlılar, yalnızca cüzzamı değil, birçok bulaşıcı hastalığı Avrupa’ya taşımıştı. Kıtlıklar, kötü beslenme ve hijyenden yoksun yaşam koşulları nedeniyle halkın hastalıklara karşı olan direnci zaten kırılmıştı. 14. yüzyılda yaşanan tifo, çiçek ve “kara ölüm” adıyla ünlü veba salgınları Avrupa’ya oldukça zor zamanlar yaşattı.

Osmanlıların “taun“, Avrupalıların “kara ölüm” olarak adlandırdıkları veba insanlık tarihinin en acımasız ve en etkili salgın hastalıklarından birisiydi. Salgınların boyutları o kadar büyük olmuştu ki, milyonlarca insan hayatını kaybetmiş ve dünya tarihinin gidişatı değişmişti.

1350’li yıllarda yaşanan veba salgını dünyanın gördüğü en büyük felaketlerden biriydi. Salgın Orta Asya’da başladı. Önce Çin ve Hindistan’a yöneldi. 1346 yılında Kırım’daki Ceneviz kenti Kefe’de görüldü. Şehir Tatarların muhasarası altındaydı. Tatarlar direnişi kırmak için vebadan ölenlerin cesetlerini mancınıkla şehre attılar. Hastalıktan kurtulmak için Kefe’den kalyonlarla kaçan Cenevizliler salgını Avrupa’ya taşıdı. Veba önce Sicilya, sonra Cenova, arkasından da Marsilya ve Valencia’da yayıldı, ardından bütün Adriyatik şehirlerini sardı. Yazın Paris’e ulaştı, yılsonunda Manş Denizi’ni aştı. 1349’da Britanya Adaları’na ulaşan veba, doğuda da Almanya ve Güney Balkanlara, arkasından da Baltık ve Rusya’ya girdi. Sonunda, Avrupa’da salgının ulaşmadığı çok az yer kalmıştı. Felaket sona erdiğinde, Avrupa’da 30 milyon kişi ölmüş, yani “kara ölüm”, Avrupa’da her üç kişiden birinin ölümüne yol açmıştı.

Salgının bu ağır sonuçları bulaşıcı hastalıklara karşı ciddi tedbirlere yol açtı. Örneğin 1374’te Milano Lordu Barnabas Visconti, vebalı herkesin şehirden çıkarılıp kırsal bölgeye götürülmesini, orada iyileşmelerinin veya ölmelerinin beklenmesini emretmişti. 1377’de Yüksek Konsey “Terentino” (Karantina) uygulaması için bir yasa çıkardı. Buna göre, vebadan etkilenen bölgelerden kente giriş yapmak isteyenlerin 30 günlük bir yalıtıma alınması gerekiyordu. Bu takip eden 80 yıl boyunca Marsilya, Cenova ve Venedik’te de benzer yasalar çıkarıldı.

Venedik ve salgınlar

12. ve 13. yüzyıllarda Venedik, Doğu ile ticaretin merkezi konumundaydı. Buğdaydan ipeğe, değerli taşlardan boyaya, baharat ve kumaşa kadar pek çok mal gemilerle Venedik’teki limana akıyordu. Ama Doğu’nun bu lüks mallarını getiren gemiler, fareleri ve veba gibi o bölgelerin egzotik hastalıklarını da taşıyordu. 1361’den 1528’e değin Venedik’te 22 salgın kaydedildi.

Venedikliler buna çözüm olarak, Lazaretto Vecchio adını verdikleri küçük bir adada tarihteki ilk yalıtılmış hastaneyi kurdular. Ada bugün de tenha ve kasvetli halini koruyor.

40 (quaranta) gün ‘karantina’

1468’den itibaren Venedikli yetkililer, kente gelen tüm gemilerin 6,5 km uzaktaki başka bir adada bir lagünde 40 gün bekletilmesi emri verdi. Tüm yolcu ve tayfanın gemiden inmesi, yüklerin boşaltılarak adanın ortasındaki depoya taşınması, sirke, kaynar su ve şifalı bitkilerin tütsüsü ile dezenfekte edilmesi gerekiyordu. Lazaretto Nuovo adıyla bilinen adadaki bu binalar, sadece Venediklileri değil kenti de korumak amacıyla Venedik Devleti tarafından yaptırılmıştı. Zira ticaretin sonu, kentin de ölümü olacaktı. Böylece Venedik Cumhuriyeti, dünyadaki ilk karantina sistemini kurumsallaştırmış oldu. Yalıtma işlemi süresinin 30 günden 40 güne çıkarılması nedeniyle de ‘Terentino’ ismi ‘Quarantino’ ile değişmiş oldu (İtalyanca ‘quaranta’ (40) kelimesinden türetilmiş).

Avrupa, Ortaçağı toplumsal huzursuzluklar içerisinde geçirdi. Kıtlık, salgın gibi felaketlerden yakasını kurtaramayan Avrupa insanı umutsuzluk ve dehşet içerisindeydi, dine ve devlete karşı olan inancını sorgulamaya başlamıştı. Bu ortamda, zaten her zaman ilgi gören astroloji ve kara büyü iyice popüler oldu. Tıbbi tedavilerde bilim ve mistisizm birbirine karışmıştı.

Amerikan yerlilerinin suçiçeği ile karşılaşması

15. yüzyılda Avrupalılar yenidünyayı (1492 Kristof Kolomb’un Amerikaya çıkışı) keşfetti. Amerika kıtasındaki yerliler ile temas eden Avrupalı kâşifler beraberlerinde getirdikleri virüs ve bakterileri buradaki insanlara bulaştırdılar.

Suçiçeği hali hazırda Avrupa’nın üçte birini öldürmüştü ancak bağışıklık sistemleri Avrupalılar gibi gelişmemiş olan ve ilaçları da yetersiz kalan Amerikan yerlilerinin hiçbir şansı yoktu. Milyonlarca insan öldü ve o dönem yerli nüfusun yüzde 90’ı yok oldu. Bu durum Amerika kıtasının Avrupalılarca kolonileştirilmesini son derece kolaylaştırdı. 19. yüzyılın başına kadar toplamda her iki Amerikan yerlisinden biri Avrupa’dan gelen hastalıklar nedeniyle öldü

16. Yüzyılda ‘Yeni İspanya’ adı verilen bugünkü adıyla Meksika olan bölgede görülen birkaç farklı hastalığın aynı dönemde oluşmasıyla yaşanmış salgın felaketi ‘cocoliztli salgınları’ olarak anılıyor. 1520 – 1576 yılları arasında toplamda 15 milyona yakın insanı öldürdüğü, Maya uygarlığı için sonun başlangıcı olduğu ve yıllar içerisinde günümüz Venezuela’sından Kanada’ya kadar yayıldığı sanılıyor.

Avrupa’da Rönesans, Reform ve Aydınlanma Dönemi

Avrupa’da Ortaçağ’da başlayan toplumsal değişiklikler 15. ve 16. yüzyıllarda ortaya çıkacak olan Rönesans’a giden yolu açmıştı. 16. yüzyılda salgın hastalıklar da oldukça farklıydı. Cüzzam ve frengi yaygınlığını kaybetmiş, tifo, difteri, suçiçeği ve kızamık açıklanamayan bir şekilde yaygınlaşmaya başlamıştı.

1665-1666 yılları arasında İngiltere’de görülen “Büyük Londra Vebası” 100 bin kişinin ölümüne neden olmuştur.

Bilimsel Devrimlerin Çağı

Bu gelişmelerin ardından gelen 17. yüzyıl, bilim tarihinin dönüm noktalarından biri oldu. Bilimsel devrim çağı olarak anılan 17. yüzyıl tıp alanında da birçok gelişmenin yaşandığı bir dönemdi.

Tüm bu gelişmelere rağmen salgın hastalıklar geçmiş çağlarda olduğundan daha az etkili değildi. Bu çağda en yaygın olan salgın hastalıklardan biri sıtmaydı. Sıtmanın bataklıklarla ilgisi 18. yüzyıla kadar kanıtlanamadı. Veba, kızamık, çiçek, kızıl, suçiçeği salgınları can almaya devam ediyordu. Veba salgınları yüzünden ölenlerin sayısı, Milan’da 80 bin, Venedik’te 500 bin kişiydi.

18. yüzyıla gelindiğinde, hıyarcıklı veba, tifüs, sıtma ve difteri hala halk sağlığını tehdit etmeye devam ediyordu. Dönemin en öldürücü hastalığı ise çiçekti. Bu dönemde özellikle bulaşıcı hastalıklara yönelik tedavi geliştirme çabalarına önem verilmiş aşılama metotları geliştirilmeye çalışılmıştır.

16. yüzyılda Kuzey Hindistan’da ortaya çıkan kolera ise 1783’te Kalküta’da 20 bin Hindu hacısının ölümüne neden olmuştur. 1817 yılında “pandemik” bir salgına dönüşen kolera 1818’de Java’da 100 bin kişiyi öldürdü. 1820’de Filipinlere ve Çin Limanlarına, 1829-1832’de İran’a, Rusya’ya, Osmanlı topraklarına ve Amerika’ya sıçradı. 1833 yılında Meksika’da 15 binden fazla insan yaşamını yitirmiştir. 1840’ların sonlarına doğru Avrupa’ya sıçrayan kolera 1817-1923 arasında altı büyük pandemi halinde tüm Dünya’da yüzbinlerce insanı öldürdü.

Dünya tarihi de günümüze kadar geçen sürede yedi kolera salgınına tanıklık etmiştir. Kolera salgını nedeniyle aşağıda belirtilen tarihler arasında tahmini ölüm vakalarına rastlanmıştır.

  • 1817-1823 tarihleri arasında 110.000,
  • 1829-1849 tarihleri arasında 200.000,
  • 1863-1879 tarihleri arasında 704.596,
  • 1881-1896 tarihleri arasında 981.899,
  • 1899-1923 tarihleri arasında 1.500.000 kişi kolera nedeni ile hayatını kaybetmiştir.

Dünya tarihi kitlesel ölümlere sebep olan çok sayıda salgına şahitlik etmiştir. Bu salgınlardan;

  • 1889-1890 yılları arasında Rus Gribi nedeni ile 1.000.000 kişi,
  • 1894-1903 yılları arasında Modern Veba nedeni ile 10.000.000 kişi,
  • 1914 – 1918 Birinci Dünya savaşı sırasındaki Tifüs salgını 3.000.000 kişi

Tifüs bakterisini taşıyan bitlerin neden olduğu salgın savaşın beraberinde getirdiği bir olguydu. Avrupa ve Asya’da 25 milyon kişi hastalandı ve özellikle Sovyetler Birliği ülkelerinde 3 milyona yakın insan hayatını kaybetti.

  • 1918-1920 yılları arasındaki dönemde İspanyol Gribi nedeni ile 20.000.000 kişiden fazla insan yaşamını kaybetmiştir.

Modern Tıbbın Başlangıcı

19. yüzyılda halk sağlığı kavramında da büyük değişiklikler oldu. Şehirlerin lağım sistemlerinin düzenlenmesi, temiz içme suyu sağlanması gibi halk sağlığı önlemleri daha bilinçli olarak uygulanmaya başlandı. Ancak salgınlar halen devam ediyordu. Londra’da 1854’te 14 bin kolera vakası görüldü. 19. yüzyılda kolera Amerika’da kuzey kıtayı 3 kez dolaşarak büyük kayıplar verdirdi. Tifo ve diğer salgınlar düzenli aralıklarla görülmeye devam etti. Bu hastalıkların verdirdiği kayıplar ancak bakterilerin keşfedilmesiyle birlikte makul düzeye indirilebildi.

19. yüzyılın tıp alanındaki en önemli olaylarından biri mikroorganizmaların keşfiydi. Bu keşif tıp tarihinin gidişatını öylesine değiştirdi ki, yüzyılın sonuna gelindiğinde, hastalık kavramı, tedavi metotları ve hijyenik uygulamalar konusunda yepyeni bir bakış açısı ortaya çıkmıştı. 19. ve 20. yüzyıllarda birçok bilim insanı bulaşıcı hastalıkların anlaşılması ve tedavi edilmesi için çalıştı, birçok hastalığın tedavisi bulundu. Halk sağlığının korunması ve salgın hastalıkların önlenmesi konusunda uluslararası kuruluşlar önemli çalışmalar gerçekleştirdi. Tüm bu gelişmelere rağmen bazı salgın hastalıklar halk sağlığını günümüzde de tehdit etmeye devam ediyor.

1957 Asya Gribi salgını

Çin’de başlayan Influenza-A virüsünün ördeklerde mutasyona uğrayarak insana geçen bir hastalık olduğu düşünülüyor. 1957 yılında Çin’den başlayarak, Uzakdoğu’ya daha sonra da Avustralya, Amerika ve Avrupa’ya yayılmış olmasından ötürü bu adla anılmaktadır.  Bu büyük salgında, ABD’de 40 milyon insanın Asya gribine yakalandığı ve 8 bin kişinin öldüğü bilinmektedir. Ayrıca, Asya kıtasında 4 milyona yakın insan öldüğü de kayıtlarda yerini almıştır. Bulunan bir aşı ile salgının önüne geçildi.

HIV / AIDS Virüsü (İnsan Bağışıklık Yetmezliği Virüsü/ Edinilmiş Bağışıklık Yetmezliği Sendromu)   

HIV-AIDS (insan bağışıklık yetmezliği virüsü) etkeni nedeniyle insanlarda bağışıklık sisteminin çökmesine neden olan bulaşıcı bir hastalık. HIV bağışıklık sistemine yavaş yavaş nüfuz ederek vücudun enfeksiyonlara karşı direncini yok eder ve bireyi çeşitli rahatsızlıklara karşı korunmasız hale getirerek sonunda ölümüne sebebiyet verir.

20. yüzyılın ortalarında maymunlardan insana geçtiği anlaşılan HIV virüsünün saptanabilen ilk örneği 1959’da Kongo’da görüldü. Ne var ki, teşhisi ve adı ancak 1980’lerde konuldu. 1995 yılında, Amerika’da 25-44 yaş arası kişilerde AIDS en önemli ölüm sebebi olmaya başlamış, bir milyonu aşkın AIDS’li hasta rapor edilmiştir. 1996 yılında dünyada AIDS hastalığından ölen kişi sayısı 9 milyona ulaşmıştır. Son 50 yılda 36 milyon insanın hayatına mal olan virüsü kesin tedavi edebilecek bir çözüm hala bulunamamıştır.

Ebola Salgını

Dünya Sağlık Örgütüne kayıtlarına göre; Ebola ilk olarak 1976 yılında Sudan’ın Nzara ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin Yambuku kentlerinde eş zamanlı iki salgına yol açtı. Ebola Nehri yakınında bir köyde meydana geldiği için hastalığa bu isim verildi. Ebola virüsü Aralık 2013’te Batı Afrika’da yayıldı.

Demokratik Kongo’da, Ağustos 2018 tarihinde görülen salgında 2 bin 62 kişinin hastalanmış ve bunlardan 1390’ının hayatını kaybetmiştir.

Uganda’da, 2000 yılında ülkede yaşanan ebola salgınında 425 hasta tespit edildi. Bu hastalardan yarısından fazlası ebola sebebiyle hayatını kaybetti. Gine, Liberya ve Sierra Leone’de; 2014-2017 yıllarında görülen salgında yaklaşık 30 bin kişiye ebola virüsü bulaştı 11 bin 300 kişi yaşamını yitirdi.

SARS (Şiddetli Akut Solunum Yetmezliği Sendromu

SARS (Severe Acute Respiratory Syndrome) 2002 Kasım ayında Çin’de ilk olarak ortaya çıkan, 21. yüzyıl dünyasındaki ulaşım olanakları ile dünyanın öbür ucuna dek yayılan, bulaştırıcılık ve mortalitesi yüksek bir hastalıktır.

Şubat ve Haziran 2003 tarihleri arasında Çin, Tayvan, Hong-Kong, Singapur, Vietnam, ABD ve Kanada gibi ülkelerle birlikte toplamda 37 ülkede SARS olguları tespit edildi. Sözkonusu ülkelerde tespit edilen vaka sayısı 8455, ölen sayısı 916 ve ölüm oranı yüzde 10,9 olarak tespit edilmiştir. Salgından etkilenen sağlık çalışanı sayısı 1725 olup, yüzde 20 olarak belirlenmiştir. Türkiye bu aktivitelerin içinde SARS olgusu görülmeyen ülkelerden biri olarak yer aldı.

MERS (Orta Doğu Solunum Sendromu)

MERS-CoV (Middle East Respiratory Syndrome), ilk defa 2012 yılında Suudi Arabistan’da tanımlanan ve yeni bir coronavirüsün neden olduğu bulaşıcı solunum yolu hastalığıdır. Coronavirüsler ise bulgusuz, hafif soğuk algınlığından ağır hastalığa (SARS) ve akut solunum yolu yetmezliği sendromu kadar farklı belirtilere neden olabilen geniş bir virüs ailesidir. Bu virüsün bulaştığı hastaların yaklaşık olarak yüzde 35-40’ı hayatını kaybetmektedir.

DSÖ kayıtlarına göre Kasım 2019 sonu itibariyle 858 ilişkili ölüm (vaka-ölüm oranı yüzde 34.4) dâhil olmak üzere laboratuvarlarda onaylanmış toplam 2494 MERS vakası rapor edildiğini ve bu vakaların çoğunun Suudi Arabistan’da olduğunu ve 2102 vaka, 780 ölüm bildirildiğini ve ölüm oranının da yüzde 37.1olduğunu tespit etmiştir.

Halk Sağlığı Alanında Uluslararası İşbirliğinin Ortaya Çıkışı

Halk sağlığı alanında uluslararası işbirliği, 1800’lü yıllarda Avrupa’yı etkileyen salgın hastalıklara karşı Devletlerce uygulanacak tedbirlerin belirlenmesi ihtiyacından doğmuştur. Söz konusu işbirliğinde sürekliliği ve eşgüdümü sağlamak üzere tarihsel süreçte çeşitli uluslararası kurumlar oluşturulmuştur.

Uluslararası ticarette kullanılan buharlı gemiler ve demiryolları yalnız ticarî ürünlerin değil, hastalıkların da bir devletten diğerine hatta bir kıtadan başka bir kıtaya taşınmasına araç olmuştur.

Uluslararası Sağlık Konferansları ve Anlaşmaları

1851-1938 yılları arasında 14 adet uluslararası sağlık konferansı düzenlendi. Bunlardan ilki Fransa’nın daveti üzerine 23 Temmuz 1851’de Paris’te on iki Devlet’ ten temsilcilerin katılımıyla toplanmıştır.

İlk Uluslararası Sağlık Konferansı Fransa’nın Paris kentinde 23 Temmuz 1851 tarihinde düzenlendi. Bu konferansa ile ilk uluslararası işbirliği ve Devletlerin ortak hareket etme imkânı oldu. Konferansa 12 ülke katıldı. Bunlar; Fransa, İngiltere, İspanya, Osmanlı İmparatorluğu, Tuskany, Avusturya, Sicilya, Vatikan, Portekiz, Sardinya, Yunanistan ve Rusya. Her ülke anılan toplantıda, biri doktor diğeri diplomat olmak üzere ikişer kişi ile temsil edilmiştir.

Toplantıya katılanlar “Deniz ulaşımı karantina kurallarını saptayıp, Akdeniz ticaret ve gemiciliğini geliştirmek ve aynı zamanda halk sağlığını korumak” amacı ile 6 ay süren çalışmalar yapmışlardır. Bu yoğun çalışmalar sonucu 137 maddelik bir Uluslararası Sağlık Tüzüğü oluşturuldu.

19. yüzyılın sonuna kadar 11 ülkede 12 Uluslararası Sağlık Konferansı düzenlendi. Bu konferansların üçüncüsü 1866’da İstanbul’da, ABD’nin ilk kez katıldığı beşinci konferans ise 1881’de Washington’da gerçekleşti.

Konferanslarda tartışılan konular genellikle sarıhumma, veba ve koleranın etolojisi ve kontrolü idi. Kolera en çok korkulan hastalık ve pek çok toplantının tek konusu olmuştur. 19. yüzyıl boyunca yapılan uluslararası sağlık konferanslarında iki görüşün oluştuğu görülmektedir:

  1. Avrupa’yı kolera, veba gibi birtakım tehlikeli hastalıklara karşı korumak,
  2. Ticaret ve ulaşımda bulaşıcı hastalıkların neden olduğu engelleri kaldırmaktı.

1902 yılında ticari ve kültürel amaçlarla oluşturulan ve merkezi Washington’da; Tüm Amerikan Sağlık Örgütü (Pan American Health Organization-PAHO) kuruldu. PAHO’nun amacı Amerika kıtası ülkeleri arasında “Bulaşıcı hastalıklarla ilgili bilgi alışverişi ve salgınların önlenmesi çalışmaları yaparak, ticaretin geliştirilmesi amacını güdüyordu. Karantina kuralları koymak, limanların sağlık koşullarını geliştirmek ve ülkelere teknik yardım yapmak gibi işlevleri vardı. Bulaşıcı hastalıkların gelişen ticaretle bir ülkeden diğer bir ülkeye yayılması önlenmek isteniyordu.” Daha sonra ise bu Örgüt 1949’da Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ile birleşerek, DSÖ’nün 6 Bölge Ofisinden birini oluşturacak olan DSÖ Amerika Bölge Bürosu’na dönüştü.

11. Uluslararası Sağlık Konferansı 1903 yılında Paris’te toplandı ve Uluslararası Sağlık Sözleşmesin kabul etti. Bu sözleşme günümüzdeki uluslararası Sağlık Tüzük’ün kökeni olarak kabul edilmektedir. Bu Sözleşme ile sürdürülebilir bir uluslararası sağlık ofisi kurulması sağlanmıştır. Daha sonra 1912, 1926 ve son olarak 1938 yıllarında Paris’te toplanan Konferanslarda, 1903 tarihli 11. Uluslararası Sağlık Konferansında imzalanan Sözleşmede bazı değişiklikler yapılmış ve özellikle çiçek ve tifo hastalıklarına karşı önlemler de Sözleşmenin kapsamına içine alınmıştır

19. yüzyılda, karantina önlemlerinin uygulanmasını düzenlemek üzere Akdeniz Bölgesinde dört konsey kurulmuştur. Birer uluslararası örgüt olmayıp, ev sahibi Devlet ile denizcilikte ileri Avrupalı Devletlerin temsilcilerinden oluşan Konsey adı altında anılan bu organlar şu şekilde sıralanabilir:

1839 yılında, Padişah Abdülmecid’in onayı ile veba salgınına karşı karantina önlemleri alınması amacıyla Akdeniz bölgesinde İstanbul Üst Sağlık Konseyi (Council Superiur de Sante de Constantinople) kurulmuştur. Konsey’de 8 Osmanlı görevlisi ile 9 Avrupa Devleti temsilcisi bulunmaktaydı. Bu Konsey’e bağlı olarak Osmanlı İmparatorluğu’na dağılmış 63 Sağlık Bürosu bir Müslüman yönetici ile bir Avrupalı doktor tarafından idare ediliyordu. Bu sağlık büroları kendi bölgelerinde karantina kurallarının uygulanmasını denetliyor ve Konsey’e haftalık raporlar yolluyorlardı.

İstanbul Konseyi dışında aynı amaçla 1840’ta Tanca Sağlık Konseyi, 1843’de İskenderiye’de kurulan Mısır Karantina Konseyi ve 1867’de Tahran Sağlık Konseyi kuruldu. Ayrıca, Avrupa’da 1856 yılında kurulan Tuna Avrupa Komisyonu’nun da kendi görev alanı içerisinde, halk sağlığına sınırlı ölçüde birtakım faaliyetleri olmuştur.

Örgütlenmeleri, yapıları ve etkinlikleri farklı olmakla birlikte 1851 yılındaki ilk Uluslararası Sağlık Konferansı’ndan önce, Akdeniz Bölgesinde oldukça gelişmiş bir epidemiyolojik istihbarat ağı kuruldu. Bu bölgesel örgütler daha sonra, DSÖ Bölge Bürolarının çekirdeklerini oluşturmuştur.

Halk sağlığı alanındaki uluslararası işbirliği çerçevesinde düzenlenen ilk konferanslar bakımından başlıca üç özelliğin göze çarptığı vurgulanmaktadır.

  • Avrupa başta olmak üzere karantina önlemleri yoluyla belirli nüfusların korunmasına öncelik verilmesi
  • Sağlık uzmanlarının ve diplomatların başlıca salgın hastalıkların özellikleri, yayılma şekli ve bu hastalıklardan korunma konularında bilimsel bilgi eksikliği
  • Uluslararası ticarete ve seyrüsefere, yalnızca asgarî ölçüde müdahale edilmesi gerekliliğidir (nitekim bu husus daha sonra DSÖ tarafından da benimsenmiştir).

1900’lü yılların başlarında, kolera ile ilgili tartışmalar bitmiş, bulaşma ve koruma yolları öğrenilmiş, 1894 yılında veba basili bulunmuş ve üç yıl sonra da farelerin hastalığı taşımadaki rolü belirlenmişti. Sarıhummada Aedes Egypti sivrisineğinin vektörlüğü kanıtlanmıştı. Temel bilimsel sorunların pek çoğu çözümlenmişti. Şimdi amaç bilimsel buluşların ülkelerce pratik halk sağlığı uygulamalarına dönüştürülmesiydi.

Paris’te, 1903 yılında toplanan 13. Uluslararası Sağlık Konferansı sonucunda alınan en önemli karar bir uluslararası halk sağlığı bürosu açılması olmuştur. Öneriyi Fransız delegesi vermiş ve çoğunlukça da kabul edilmiştir. İtalya’nın Roma kentinde 1907 yılında 9’u Avrupa ülkelerinden 12 üye bir anlaşma imzalayarak, merkezi Paris’te olan Uluslararası Halk Sağlığı Bürosu’nu  hayata geçirdiler.

Bu merkezin görevi, katılımcı ülkelere başta enfeksiyon hastalıkları olmak üzere halk sağlığı konusunda genel bilgiler vermekti. Sonuçta, başta sarı humma, kolera, sıtma ve verem olmak üzere belli başlı enfeksiyon hastalıklarının kontrolünde ilerleme sağlandı.

Uluslararası Halk Sağlığı Bürosu, 1914 yılına kadar çalışmalarını aralıksız sürdürdü. Evrensel düzeyde sürekli olarak faaliyette bulunmak üzere kurulan ilk uluslararası sağlık örgütü faaliyetini 40 yıl boyunca sürdürdü ve bu arada üye devlet sayısı 59’a ulaştı. Kolera, veba, sarıhumma gibi hastalıklar dışında tüberküloz, tifo, menenjit, ankilostomiasis ve vektörlerin kontrolü konularında da çalışmalar yapıldı. Serum ve aşıların standartlaştırılması, içme suyu, gıda hijyeni, atıkların zararsızlaştırılması, lepra ve tüberküloz vakaları bildiriminin zorunlu hale getirilmesi ile ilgili uzun tartışmalar yapıldı ve ortak kararlar alındı.

I. Dünya Savaşı sırasında Büro’nun hemen hemen tüm çalışmaları durmuş, sadece aylık bültenler yayınlanabilmişti. Avrupa’da savaşın yol açtığı yıkım, yıllardan beri görülmeyen salgınların artmasına neden olmuştu. 1918-1919 yıllarında gripten 15 milyon insan ölmüş, Sovyetler Birliği 1919 yılında 1.600.000 tifüs olayı bildirmişti. Büro’nun sınırlı bütçesi ile bu güçlüklerin üstesinden gelemeyeceği anlaşılmıştı.

1919 yılında Cenevre’de kurulan Milletler Cemiyeti Sağlık Örgütünün aslında Paris merkezli Uluslararası Halk Sağlığı Bürosunun (OHIP) çalışma alanı dışındaki meseleleri ele alması ve iki kurum arasında işbirliği ve birlikteliği sağlamaktı.  Ancak, OHIP içinde oldukça etkin rol alan fakat Milletler Cemiyeti’ne üye olmayan ABD bu bütünleşmeye karşı çıktı. Büro, dağılmayı ve Cemiyet’in kurmuş olduğu sağlık komitesi ile birleşmeyi reddediyordu. Bu kararlar sonucu Sağlık Komitesi ile Büro 30 yıl süre ile biri Paris’te diğeri Cenevre’de iki ayrı uluslararası sağlık kuruluşu olarak birbirinden bağımsız olarak çalışmalarını yürütmüşlerdir. Yine de iki kuruluş arasında işbirliği yapılmış ve Büro, Cemiyet’in bir danışma kurulu gibi görev yapmıştır.

Kolera, veba, sarıhumma dışında tifüs ve çiçek salgınları da bildirimi zorunlu hastalıklar olarak kabul edildi ve bu bildirimler Cemiyet’in çıkardığı haftalık Epidemiyolojik Kayıtlar Bülteni’nde yayınlanmaya başlandı. Ayrıca, geleneksel işbirliği konuları olan liman çevre sağlığı ve karantina önlemleri konularında da çalışmalar sürdürüldü. Uluslararası Sağlık Konferansları bu Büro’nun önderliğinde üç kez daha toplanmıştır. Milletler Cemiyeti tarafından 1923’de kurulan Sıtma Komisyonu önemlidir.

Çiçek ve tifüs hastalıklarına karşı hükümler de içerecek biçimde gözden geçirilen Uluslararası Sağlık Tüzüğü 1926 yılında, hava trafiğiyle ilgili anlaşma ise 1935 yılında yürürlüğe girdi.

BM Yardım ve Rehabilitasyon İdaresi 1943 yılında Müttefik Devletlerce imzalanan bir antlaşmayla Washington’da çalışmaya başlamıştır.  II. Dünya Savaşının başlamasından sonra Paris’teki Uluslararası Halk Sağlığı Bürosunun faaliyeti kesintiye uğramış, Milletler Cemiyeti Sağlık Örgütünün faaliyeti de tedricen azalmıştır.

BM Yardım ve Rehabilitasyon İdaresinin amacı; Birleşmiş Milletlerden herhangi birinin denetimi altındaki bir bölgede yaşayan savaş mağdurlarına gıda, yakıt, giyim, barınma ve diğer temel ihtiyaçlar ile tıbbî ve diğer temel hizmetlerin sağlanması gibi yardım faaliyetlerinin planlanması, koordinasyonu, idaresi veya düzenlemesidir.

Ayrıca. çok sayıda ülkede savaştan etkilenen milyonlarca kişiye yardımda bulunmuş ve bu ülkelerde başta tifo, sıtma, kolera ve verem olmak üzere hastalıklarla mücadele ve sağlık hizmetlerinin sağlanması konusunda görev üstlenmiştir.

Uluslararası işbirliğinin oluşması ve gelişmesinde ayrıca, tüm Dünya’da sağlık alanında hem teknik hem de idari yönden otorite olması kararlaştırılan Dünya Sağlık Örgütü’nün kurulmasına, 1851 yılından 1946 yılına kadar geçen yüz yıllık sürede 14 adet Uluslararası Sağlık Konferansı düzenlenmiştir. Bunlar;

  • Konferans 1851 yılında Paris’ te,
  • Konferans 1859 yılında Paris’ te,
  • Konferans 1866 yılında İstanbul’ da,
  • Konferans 1874 yılında Viyana’ da,
  • Konferans 1881 yılında Washington’ da,
  • Konferans 1885 yılında Roma’ da,
  • Konferans 1892 yılında Venedik’ te,
  • Konferans 1893 yılında Dresden’ de,
  • Konferans 1894 yılında Paris’ te,
  • Konferans 1897 yılında Venedik’ te,
  • Konferans 1903 yılında Paris’ te,
  • Konferans 1911-1912 yıllarında Paris’ te,
  • Konferans 1926 yılında Paris’ te,
  • Konferans 1938 yılında Paris’ te gerçekleştirilmiştir.

ABD New York’ta, 19-22 Temmuz 1946 tarihleri arasında düzenlenen “Uluslararası Sağlık Konferansı” nda ise Dünya Sağlık Örgütü kuruluş anlaşması imzalanmıştır.

Dünya Sağlık Örgütü’nün Kuruluşu

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), ABD’nin New York kentinde, 19-22 Temmuz 1946 tarihleri arasında düzenlenen “Uluslararası Sağlık Konferansında” Birleşmiş Milletlere üye Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı 51 ülkenin temsilcileri ile FAO, ILO, UNESCO, OIHP, PAHO, Kızılhaç, Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu ve Rockefeller Vakfı gözlemcilerinin katılımlarıyla DSÖ Anayasası hazırlandı. DSÖ Anayasanın en az 26 üye ülke tarafından resmen kabulüne kadar geçecek zaman içinde DSÖ’nün işlevlerini yerine getirecek bir Ara Komisyon seçildi. DSÖ Anayasası 22 Temmuz 1946’da, 61 Devletin temsilcisi tarafından imzalandı.

Dünya Sağlık Örgütü kuruluş çalışmaları sırasında Türkiye’de Sağlık Bakanı Dr. Sadi Konuk (1945-1946) ve Dr. Behçet Uz’du. (1946-1948) 22 Temmuz 1946 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü Anayasası katılımcılar tarafından imzalandı. Söz konusu Anayasa’nın kabulüne imza atan iki Türk vardı. Türkiye Devleti adına imza koyan Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâletinde (Sağlık Bakanlığı) Müsteşar Yardımcısı Dr. Zeki Nasır Barker, diğeri de 1945-1947 yılları arasında ABD Harvard ve Washington Üniversitelerinde Doktora sonrası araştırmalarda bulunan Dr. İhsan Doğramacı idi.

Türkiye, 2 Ocak 1948 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü’ne üyeliğini resmen bildirmiş ve yasal süreç içerisinde gerekli onayı vereceğini ifade etmiştir. 26 üye ülkenin resmi kabul işlemi 7 Nisan 1948 tarihinde tamamlanmış ve 7 Nisan günü tüm Dünya’da ‘’Dünya Sağlık Günü’’ olarak kabul edilmiştir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türk Delegenin 22 Temmuz 1946 tarihinde imzaladığı DSÖ Anayasasını, 9 Haziran 1947 tarih ve 5062 sayılı Kanunla kabul etti ve Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.

Dünya Sağlık Örgütünün kuruluş hikâyesi ve görevlerini ayrı bir yazı olarak sizlerle paylaşacağım.

Yazar Bekir Metin, Dünya Sağlık Örgütü Türkiye Eski Temsilcisi, 16 Nisan 2020

Not: Yazılar Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

Kaynakça:

  1. Oppenheim, L. (1920). International law: A treatise, Volume I, Peace. R. F. Roxburgh (Ed.) London: Longmans, Green and Co. 763, 764
  2. (1958). The first ten years of the World Health Organization. Geneva: WHO Press. s. 8-17.
  3. Yemin, E. (1969). Legislative powers in the United Nations and specialized agencies. Leyden: A. W. Sijthoff.
  4. Goodman, Int. Health Organizations and Their Work, Londra, 1972. s. 28.
  5. Howard-Jones, N. (1975). The scientific background of the international sanitary conferences 1851-1938. Geneva: World Health Organization.
  6. Beigbeder, Y. (1998). The World Health Organization. Netherlands: Martinus Nijhoff Publishers.
  7. DSÖ 1998 Yılı 21. Yüzyılda Yaşam, Herkes için bir vizyon Genel Direktör Raporu, 1. bölüm
  8. Andrew Nikiforuk, Mahşerin Dördüncü Atlısı, 2000
  9. Burci, G. L. ve Vignes, C. H. (2004). World Health Organization. The Hague: Kluwer Law International.
  10. Fidler, D. P. (2005). From international sanitary conventions to global health security: The new international health regulations. Chinese Journal of International Law, 4 (2): 325-392.
  11. Smith, R. D. (2006). “Responding to global infectious disease outbreaks, Lessons from SARS on the role of risk perception, communication and management”. Social Science and Medicine. 63 (12), s. 3113–3123.
  12. Lee, K. (2009). WHO. London: Routledge
  13. National Geographic Türkiye, 2014; Peters, 2005; Hamlin, 2009; Kohn, 2007
  14. Atmaca Veli, Eski Medeniyetlerde Günah-Hastalık İlişkisi veya Tanrının Gazabı Meselesi, Atatürk Ünv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 34, Erzurum 2010, s.100
  15. Lee, K., & Fang, J. (2013). Historical Dictionary of the World Health Organization (Vol. 15). Rowman & Littlefield.
  16. Söyler Sait, Geçmişten Günümüze Uluslararası Kuruluşlar, 7. 2017, s.58
  17. Dalia Ventura, BBC News-Türkçe, BBC Mundo, Salgın Hastalıklar, 26 Şubat 2020
  18. White, M. (2017). Health, hygiene and the rise of ‘Mother Gin’ in the 18th century. İçinde: https://www.bl.uk/georgian-britain/articles/health-hygiene-and-the-rise-of-mother-gin-in-the-18th-century
  19. National AIDS Trust web sitesinden (https://www.nat.org.u) alınmıştır., 2018
  20. C. Sağlık Bakanlığı, web sitesi, 1997; http://dogalyasamrehberi.com/salgin-hastaliklarin-tarihi (8 .4.2020 tarihinde alınmıştır.)
  21. Aktan Sertaç,euronews web (www.tr.euronews.com) sitesinden 16.03.2020 tarihinde alınmıştır.
Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir