Metamorfozlar
“Ben cemadattan (cansız varlık) idim. Öldüm. Yetişen, gelişen bir varlık, nebat oldum. Nebatken öldüm, hayvan suretinde zuhur ettim. Hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan oldum. Artık ölüp de yok olmaktan niçin korkayım?” Mevlâna
“Hiçbir şey kendi formunu koruyamaz”, Ovidius’un dediği gibi “doğa başkalarının biçimini alır başkalarına verir” ve böylelikle “şu koca dünyada hiçbir şey yok olmaz (…) her şey çeşitlenir ve suret değiştirir; daha önce olduğumuz şeyden başka bir şey olmaya başlamanın adına doğum deriz, ölümse tersidir işte bunun.”
Her bir tür, aynı zamanda hem sanatçı hem de eser olan ötekinin evrimsel kaderini belirler. Biz insanlar, örneğin, başka bir yaşam biçimi üretmek amacıyla bedenlerini değiştirmeye karar veren maymunların yarattığı sanat eserleriyiz…·Üç yüz bin yıldır süren türsel performanslarıyız onların.
İçimizde devam eden soluk bir başkasının, damarlarımızda dolaşan kan başka birinin kanı, bedenimizi şekillendiren ve yontan DNA’yı başkası verdi bize. Yaşamımız, kendi doğumumuzdan önce başladığı gibi ölümümüzden de çok sonra sonlanıyor. Soluğumuz ölü bedenimiz içinde yitip gitmeyecek: Şenlikli bir “Son Akşam Yemeği” olacağımız herkese can vermeye devam edecek. İnsanlığımıza gelince, o da özgün ve özerk bir şey değil.
İnsan dediğimiz de yine kendisinden önce gelen başka yaşamların devamından ve metamorfozundan[1] ibaret. Daha açık olmak gerekirse insan, başka bir yaşam formu olan primatların, içinde yaşadıkları ve can verdikleri yaşamı farklı bir şekilde var etmek için kendi bedenlerinden, nefeslerinden, DNA’larından ve yaşama biçimlerinden devşirdikleri bir icattır. Bize bu formu aktaran onlardır ve bu insan yaşamı formu sayesinde bizde yaşamaya devam ederler. Zaten primatların kendileri de başka türlerin, başka yaşam formlarının yaptıkları deneylerden, attıkları zarlardan ibaretler.
“Kıtaların kayması” kuramını ilk ortaya atan Alfred Wegener, jeoloji alanında sarsıcı bir devrim yaratmıştır: Onun bilimsel sezileri jeolojide bugün Darwin’in biyolojide temsil ettiğine denk düşer. Tektonik levhalar, formel bir bilim olarak coğrafyanın yok edilişidir. Bundan böyle toprak diye bir şey, sabit ve belirli formlar yoktur. Tüm kıtalar hareket halindeki sallar, tüm canlıları gezegenin bir köşesinden başka bir köşesine, gezegenin altından üstüne taşıyan gemilerdir. Gezegensel açıdan düşünürsek, her bir canlının altındaki ayak bastıkları toprak sürekli yer değiştirdiğinden, göç eden aslında yaşamdır.
Yukarıdaki açılımdan da anlaşılacağı üzere, sıkça duyulmasa bile, araştıran-meraklı ve okuyan kişilerin karşılaştığı bir sözcük ve bir kavram olan METAMORFOZ, bugünkü temamız.
Metamorfozda bizi ele geçiren ve dönüştüren güç, bilinçli veya kişisel bir iradi eylem değildir. Dışarıdan gelir, biçimlendirdiği bedenden daha eskidir ve her türlü kararın dışında işler. Tırtıldan ve kelebekten geçen yaşam ne tırtıla indirgenebilir ne kelebeğe. Aynı anda birden fazla forma ev sahipliği yapacak ve birden fazla formu barındırabilecek bir yaşamdır o, asıl gücünü de bu ikiyaşayışlı karakterinden alır.
Belki birçoğumuzun ilgi sahasına girmese bile bu konu, bir düşünce ve fikir oluşturma bağlamında yine de özetin de özetini okumanızı hak eden ve bu nedenle sizlere önereceğim bir kavram.
Fransız Filozof Emanuele COCCIA, bu konuda yazdığı özlü yapıtında, türlü çevresel felaketle kuşatıldığımız, muhtemelen daha da fazlasının kapımızda olduğu bir çağda canlı varlıkların ve gezegenin varoluşunu metamorfoz üzerinden okuyarak insan merkezli bir ekoloji fikrine karşı çıkmaktadır. Hiçbir canlının yaşamının kendi doğumuyla başlamadığını, hikâyenin bundan çok daha eski olduğunu, yeryüzü üzerindeki her varlığın bir ve aynı yaşamı paylaştıklarını anlatmaya çalışmaktadır.
Yine kitabının içeriğinde sıklıkla vurguladığı gibi O, insan ve insan dışı varlıklar arasındaki hayali ve tehlikeli ayrımı ortadan kaldıran Metamorfozların insanı, kendi kendini yerleştirdiği ayrıcalıklı konumundan indirerek yaşama ve varoluşa dair şaşırtıcı bir perspektif sunduğunun altını da çizmektedir. Dahası, edebiyattan felsefeye, entomolojiden botaniğe uzanan eserinde, disiplinler arası yaklaşımı ve şiirsel diliyle bizi metamorfoz üzerine düşünmeye, yaşama dair bildiğimiz şeyleri sorgulamaya çağırıyor.
İşte bu yönüyle, Fransız Filozof Emanuele COCCIA’ nın ülkemizde ilk basımı Ocak 2023’de yapılan “METAMORFOZLAR-Metamorphoses” adlı eserini derledim ve paylaşıyorum. Öne çıkan birkaç paragrafı aşağıya aktarıyorum:
* Çoğumuz günde en az üç defa yemek yiyoruz fakat neredeyse farkına bile varmıyoruz yaptığımız işin. İster bitki olsun yediğimiz ister hayvan, isterse mantar. Her gün, bir yere oturup ağzımızı ve ellerimizi kullanarak başka canlı varlıkların bedenlerini kelimenin tam anlamıyla bedenimize katıyoruz: Onların yaşamlarını, etlerini ve kemiklerini alıp kendi yaşamımıza, etimize kemiğimize dönüştürüyoruz. Fizyolojik bir ihtiyaçtan ziyade simyasal bir gizeme benzeyen bu tuhaf işleme de beslenme diyoruz. Çoğu kez de bu işlemi utanç verici, küçük düşürücü, mümkün olduğunca kısa sürede giderilmesi gereken biyolojik bir ihtiyaç olarak görme eğilimindeyiz. Çoğu kez, burada dönen hikâyenin ne olduğunu gizlemeye çalışıyoruz, bir başkasının yaşamını elinden alma deneyimini bizim dışımızda, yüksek estetik değerde, tatlardan, kokulardan ve karmaşık renklerden oluşan bir deneyime çevirmeye çalışıyoruz.
* Hayat, hayatla beslenir. Hayat hiçbir zaman kendi kendine yetmez. Yalnızca daha fazla enerjiye ihtiyacı olduğundan değil (öyle olsaydı kendimizi elektrik prizine takardık, olur biterdi). Canlı başka bir hayatı, başkaları tarafından inşa edilmiş bir hayatı kendi içine almaya gereksinim duyar. Yemek yemek bedenlerimize çeşitli maddeler enjekte etmek, elementleri ve enerjiyi ağzımıza alıp yutmak demek değildir. Yemek yemek, başkalarının yaşamını kendi bedenlerimize nakletmek demektir. İster ölmüş olsun ister pişmiş ister tütsülenmiş ya da kurutulmuş olsun, hiç fark etmez, bizim yaşayan bedenlere ihtiyacımız var: Yediğimiz şey yalnızca ve daima hayatın kendisidir. Yemek, iki hayatı birbirine karıştırmak demektir.
* Bu açıdan bakıldığında ölüm dediğimiz şey de metamorfik bir eşiktir yalnızca. Her bir canlı varlık, yaşamın farklı bir şeyden örüldüğü birer kozadır. Her bir canlı için ölümün yalnızca bir andan, diğer canlıların beslenme sürecinin bir sonucundan ibaret oluşu, doğada hiçbir şeyin ölmediğini, her şeyin dönüştüğünü gösterir: Aynı ortak yaşam dönüşüme uğrar, canlıdan canlıya dolaşır. İster bitki olsun ister hayvan, başka bir canlı varlığı mideye indirdiğimiz her an, metamorfozun aynı anda hem alanı hem öznesi hem de nesnesi oluruz.
* Evrim bir maskeli balodur, fakat bu balo uzamda değil zamandadır. Bir çağdan diğerine geçilirken her türün kendisini vücuda getirenin maskesinden farklı yeni bir maske takmasına, oğlanların ve kızların kendi ana babalarını tanımadan birbirlerinin yanından geçip gitmelerine olanak veren bir balo. Ama yine de tüm bu maske değişimlerine rağmen, anne-türler ile kız-yavru-türler aynı yaşamın metamorfozudur.
* Doğum bir koridordur: Yaşamı bir formdan başkasına, bir türden öbürüne, bir alemden başka bir aleme taşıyan bir kanaldır. Bireyin, türün ve gezegenin birbiriyle iletişim kurabildiği ve metamorfozla birbirlerine dönüşebildiği yer bu koridordur. Doğum, aynı türe mensup tüm bireyleri, tüm türleri ve canlıların tamamını yeryüzünden ayrılmaz kılar. Dolayısıyla bizim soy kütüğümüz yalnızca ailevi bir düzene değil, kozmik bir düzene de tabi. Göbek deliğimiz yalnızca annemizin bedeniyle değil, yeryüzü ve tüm canlılarla olan bağımızın işareti.
* Doğum anne karnından da olabilir duvarları kalkerden yapılma bir kürenin içinde de. Açık havada ya da okyanusta, ortak genetik mirasa sahip iki tek hücreli canlının bedenlerinin birleşmesiyle de olabilir. Ya da virüslerde olduğu gibi, istila biçimini alabilir ve başka birinin bedeninin kimyasal özünü bozabilir. Fakat her durumda kendimizinkinden başka bedenlerde doğarız daima: İşte doğa dediğimiz tam da bu. Ebeveynle kan bağı kurmak değildir yalnızca, hayatın dönüşüm zincirine bir halka daha eklemektir. Dolayısıyla doğmak, doğa olmak demek ve doğan her şeyin var olma tarzına doğa diyoruz: Doğum aracılığıyla ve sayesinde var olanlar doğaldır yalnızca. Doğa, öz demek değildir. Bizler, yani doğal varlıklar, bedenden bedene yavaş bir göç gerçekleştirerek ve bedenleri temellük ederek dünyaya gelenleriz.
* Dünya bizim ikametgahımız değildir: Geçmiş ve gelecek tenlerimizin deposu, insan olmadan önceki kimliklerimizin ve yaşamlarımızın ve bugünkü halimizin virtüel bir kataloğu ve arşividir.
* “Diğer canlılardan farklı ve üstün” olma ve “akıldan” yapılmış olma iddiası, bizi yalnızca tüm büyük yırtıcıların gerçek anlamda soylarını tüketmekle tehdit etmeye götürmedi, aynı zamanda yırtıcılığı “bizim başkalarına, bizden aşağıda olanlara yaptığımız, fakat asla bize yapılmayan bir şey”e dönüştürmemize sebep oldu.
O halde sert bir tabutun içinde gömülme tercihini de “Batılı insan bedeninin (en azından yeterli parası olanların) başka türlerin yiyeceği haline gelmesi” ni engelleme ihtiyacı olarak görebiliriz. Hatta yakılmak da bizlere bedenlerimizin dokunulmaz kalacağı yanılsaması veriyor gibidir, halbuki bu durumda bile bedenimiz başkalarının yiyeceği olacaktır- evvela da bedenlerimizden yayılan tüm karbondioksiti emen ağaçların. Başka canlılara dönüşmekten kaçışımız yok,
* Demek ki ölümün kutsallaştırılması ve mutlaklaştırılması yalnızca şu sonuca varır: Ölümü mutlak bir olay gibi görmemizin yegâne sebebi kişiliğimizi ve salt insani olan tabiatımızı bir fetişe -mutlak bir inancın nesnesine- dönüştürmüş olmamızdır. Yaşamlarımızın sonu asla yaşamın sonu değildir: Her “ceset”, tür, form ve yaşam biçimi değiştiren yaşamın dönüşümü, metamorfozudur.
* Evrenin maddesel anlamda sürekliliğini tahayyül etmek kolaydır: Etimizin başka bir yerlerden geldiğini ve kendi doğumumuzdan çok çok daha önce bu gezegende yaşadığını kabul etmekte hiçbir sorunumuz yok. Tüm atomlarımız bizden önce milyonlarca yaşama beden oldu-insanlara, bitkilere, bakterilere, virüslere, hayvanlara- ve bir o kadar başkasına daha beden verecek, sonsuz bir dans bu. Buna karşılık bu sürekliliğin aynı zamanda tinsel ve spekülatif bir düzlemde de var olabilme fikri bizi allak bullak ediyor. Fakat işte bu benliğin göçü meselesi bizim zannettiğimizden çok daha yaygın ve sıradan bir şey. Sözgelimi ne zaman şu meşhur Kartezyen deyişi, cogito ergo sum’u, düşünüyorum öyleyse varım’ı söylesek, bir anlığına Descartes’ın ruhunun içimizde reenkarne olmasına müsaade ediyoruz, kendi sesimizi, kendi bedenimizi ve kendi deneyimimizi ona ödünç veriyoruz. “Düşünüyorum” daki ben aslında o, dolayısıyla bir anlamda kendi teziyle çelişmiş oluyor: Benlik bir öz değildir, kişisel bir yapıya sahip değildir, zihni işgal eden, bedeni istila eden bir melodi gibidir, bir beden yerine başka bir bedeni kalıcı olarak benimseyemez.
* Her canlı, kendisinden önceki yaşamların geri dönüştürüldüğü devasa bir işletmedir. İçimizde yaşayan hiçbir şey yeni değil. Her şey başka bedenlerden, başka yerlerden, başka zamanlardan geliyor. Canlı varlıkların hepsi madde, düşünce ve form değiştiriyor hiç durmadan, bedenlerini ve zihinlerini başkalarınınkinden oluşturuyor. Hepsi başka bir hayata aitler, hepsi birçok form içinde birçok defa yaşamışlar, hepsi yeniden uyum sağlamış, yeniden düzen kurmuş, yeniden biçimlenmiş. Bu sebeple de yaşam hem alemler, türler, bireyler arasındaki hem de zamanlar ve mekanlar arasındaki sınırları çoktan ihlal etmiştir. Yaşayan her şey, metamorfoz sayesinde yaşıyor: Kendisinden önce gelenin dönüşüme uğramış bir tekrarıdır her canlı varlık.
* Böceğin hangi çiçekle çiftleşip hangisiyle çiftleşmeyeceğine dair seçimi rasyonel hesaplamalara değil beğeniye dayanır: ne kadar şekere sahip, işte kilit nokta burasıdır. Dolayısıyla evrim faydadan ziyade beğeni temelinde kurulmuştur. Bir türün hassasiyetleri diğer türlerin kaderini belirler. Demek ki evrim, yalnızca doğanın içindeki modadır; milyonlarca yıl süren ve her türün, başka türlerden alınan ya da başkaları tarafından dizayn edilen kıyafetleri giymesini mümkün kılan bir moda defilesi. Tıpkı kendi hayatlarımızda olduğu gibi doğadaki her şey de yapay ve tesadüfidir. Yapaylığı farklı türlerin eylemlerinden kaynaklanır.
* Tüm canlıları düşünelim, yalnızca bir türe mensup olanları değil, tüm türlere mensup olan canlıları, yalnızca şimdi yaşamakta olan değil, yaşamın başlangıcından beri yaşamış olan ve gelecekte yaşayacak tüm canlı varlıkları. Bu canlıların birbirleriyle ilişkisi tırtılla kelebek arasındakiyle aynıdır. Aynı yaşamdan oluşmuşlardır, bir bedenden diğerine, bir türden bir başkasına aktarılan aynı yaşam. Aynısı canlı varlıklar ve yeryüzü için de geçerlidir: Yaşam, devasa bir tırtıl olan Gaia’nın kelebeği, gezegenin metamorfozudur.
* Bugün artık biliyoruz ki gökyüzünde görünen ne varsa bundan yıllar yıllar önce meydana geldi- çoğunlukla milyonlarca yıl önce. Dolayısıyla gökyüzünde geleceği görmek şöyle dursun, bugünün izlerini bile bulmak mümkün değil. Gökyüzünde yer alan bize en uzak görüntüler kalıntılardan ibaret- bizim onları görebilmemizin sebebi birkaç milyon yıldır formaldehit içinde korunuyor olmaları. Gök kubbe kozmosun en büyük arkeolojik alanıdır. Geçmişi diriltmeye muktedir bir gösteri kılığında gezegenden gezegene dolaşan devasa bir açık hava müzesidir. Astrolojik gökyüzü, kozmosun geçmişinin gezici sirkidir.
“Ne kadar bilirsen bil söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır.” Mevlâna
Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, Ankara,19 Haziran 2023
1]Metamorfoz: Başkalaşma ve değişim olarak bilinmektedir. Canlılarda oluşan belirli faktörlerden sonra veya belirli zaman içerisinde oluşan değişim ve fiziksel özelliklerde oluşan başkalaşma olarak kabul edilmektedir. Özellikle hayvanların gelişimlerinde başlangıçtan gelişim evrelerine kadar ki süreçte gözlenen değişiklik ve farklılıkların başkalaşma olarak adlandırılmasının eş anlamlı kelimesi olarak kullanılmaktadır. (TDK)