Mevlana ve oğlu Sultan Veled!

Mevlana ve oğlu Sultan Veled!

Bir Değişimin Düşündürdükleri: Mevlana Muhammed Celaleddin Belhi’nin Puşide ve Sandukasına Dair Kısa Bir Açılama

Anadolu, kadim uygarlıkların beşiği olmuş bir coğrafyadır. Tarih boyunca birçok uygarlık bu topraklarda hüküm sürmüş ve günümüze kadar ulaşan insanlığın ortak mirası olarak addedilmesi gereken sayısız eserler bırakmışlardır. Bu nedenle Anadolu, insanlık tarihinde son derece önemli yer tutmakla birlikte buradaki eserler ve onların ifade ettiği anlam da kadim insanlık mirası açısından çok yönlülük arz etmektedir. Bu önemli kavimlerin başında gelen Türkler, Avrupa’da ilk defa IV. YY’ın ikinci yarısında gözüktükten hemen sonra Kudüs de dâhil olmak üzere ön Akdeniz’de adeta yitik bir mirasın kökenlerini ararcasına, Kudüs dâhil olmak üzere Anadolu, Mısır ve ön Akdeniz’e tekrar gelmişlerdir. Örneğin, Eddessa’lı Efraim’in anlatıları, her ne kadar dostane ifadeler ile olmasa da bunun kanıtlarından biri olarak değerlendirilebilir. Gerçekten de doğudan batıya doğru gerçekleşen önemli göç ve nüfus hareketlerinin tartışılmaz aktörlerinden olan Türklerin bu akınlarının, İslamiyet sonrasında, sosyokültürel ve siyasal nedenlerin de tetiklemesiyle, özellikle VIII-XIII. YY’da hızlanarak devam etmiş olduğunu söylemek mümkündür. İşte, ön Akdeniz’de farklı bir etnogenez (halkların aslı, kaynağı)  sürecini hazırlayan sosyokültürel hadiseler zincirinin içerisinde, özellikle XIII. YY’da olgunlaşmaya başladığını bildiğimiz Horasani Tasavvuf düşüncesinin en önemli mümessili olan Mevlana Celaleddin Rumi’nin, babası Sultan-ül Ulema Bahaeddin Veled ile birlikte Belh şehrinden başlayan yolcukları en önemli düşünsel devrimlerden biri olarak kabul edilebilir. Bu yolculuk ve onun sonucunda teşekkül eden kültürel ve irfani miras Konya’da tamamlanmış, Horasan erenlerinin en mütekâmil mümessili olan Hz Mevlana’nın 1273 tarihindeki vefatı sonrasında bugün hepimizin bildiği, daha sonra bilinen son şeklinin Bayezid II zamanında verildiği Kubbe-i Hadra adı ile anılan türbesinin bulunduğu bilinen mekâna defnedilmesiyle Türk ve Dünya kültürüne mal olmuştur.

1. Türk Kültüründe ve İslam Dini açısından Defin Geleneği hakkında kısa bir değerlendirme

Kabir/ﻕﺑﺭ kelimesi makbere/makber olarak Arapça’da muhtelif şekillerde geçmekle birlikte esasında İbranice “kvr/çoğulu kevirat” kökünden gelmektedir.[1] Mezar/ﻡﺯﴽﺭ ise ziyaret edilen yer anlamını taşıyan Farsça kökenli bir kelimedir. Buradan hareketle, bir kabrin “mezar” haline gelmesinin, o kabirin yerinin belli olması için konulan bazı işaretler ve yazılar ile gerçekleşeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bunu da belirleyen en önemli neden, defnedilen kişinin anısının yaşatılması ve zaman zaman ziyaret edilebilmesi için yerinin belirlenmesi isteğidir. Öte yandan, İslam Dini’nde “lahd ve hakka” olmak üzere iki tür toprağa yani kabre defin şekli mevcuttur. Genel olarak lahd şeklindeki defin Hz. Muhammed tarafından tavsiye edilen yöntem olarak bilinmektedir.[2] Bu yöntemin Medine’ye hicret sonrasında kabul görmeye ve yaygınlaşmaya başladığı bilinmektedir.

Cenaze defnedildikten sonra kabrin yerinin belli olması ve ölenin anısının yaşatılması, gerektiğinde ziyaret edilmesi suretiyle ölene karşı onu unutmamanın bir vef’a olduğunu en iyi idrak eden Türkler olmuştur.  Gerçekten de Türklerin tarih boyunca İslam öncesi dönemlerde kurdukları çeşitli medeniyetlerde bunu görmek mümkündür. Hatta İslamiyet sonrası özellikle Horasan bölgesinde ölenin defnedildiği yer Arap püritenizminin aksine vef’a duygusunun bir ifadesi olarak üzeri hat ile bezenerek taş dikilmek suretiyle “mezar” halini almış, konulan taşın adına da “şahide” demek adet haline gelmiştir. Türklerin bu tarz ölü gömme gelenekleri, kökeni binlerce yıl öncesine dayanan Göktürk Devleti’ne ait araştırmalarda daha kati hale gelmekte, Uygurlarda bu kültürün korunması söz konusu olmaktadır. Ayrıca Pers platosuna ve Horasan’a yerleşerek orada geniş bir sahaya hükmeden Selçukluların da bu geleneği farklı formlar halinde sürdürmekten öte Anadolu’ya da taşıdıkları tartışılmaz bir keyfiyettir.[3] Bu sürece, kısaca değinmeden evvel Arap-İslam püritenizminin etkisiyle “İslam’da mezar yoktur”, “türbe mekruhtur”, “ölüye arkasında Kur’an okunmamalıdır” vb Vehhabiliği çağrıştıran hezeyanların ülkemizde artık bir sonunun gelmesi gerektiği kanaatindeyiz.

Açıkça ifade etmek gerekirse, bu gibi radikal/köktenci ya da daha doğru tabir ile “fundementalist” söylemleri şiar edinen dinsel alana ait püritenizm son derece kesin yargılar içerdiğinden bir milletin kültür hayatına çok ciddi tahribat verdiği gerçeği ile karşıya olduğumuz da ortadadır. Zira püriten düşünce eklektik veya senkretik bir düşünce sistemini baştan reddecektir ki ülkemizdeki kültür buhranının temelinde yatan sorunların başında da bu gelmektedir. Fakihlerin özellikle Hevaric düşüncesine dayanan “La hükmü illalillah” mottosu din adına yargılama hakkını maalesef bizzat fakihlerin tekeline bırakmaktadır.[4] Modern tabiriyle yargı/hüküm bir takım muhayyel diyalektik kurgusallık olup kıyasa dair vehmin dayatılması ile olduğundan tasavvuftaki hakikat kavramı ile hep tenakuz halinde bulunmuştur. İslam dünyasında da mezar yerine, bilinçli olarak ısrarla “kabir” kelimesi kullanılmak suretiyle fakihlerin çoğunluğunun, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî gibi muhaddislere dayanarak kabrin üzerine taş dikmek ve ona yazı yazmak suretiyle mezar haline getirilmesine salt bir takım itikadi endişelere dayanan fikir buhranlarıyla anlamsız bühtanlarla muhalefet etmelerinin arkasında siyasal iktidar kaygısının olduğu da dikkat çekmekte olup, mahiyeti ne olursa olsun kabir üzerine yazı yazmayı mekruh saydıkları da bir gerçektir. Bununla beraber Hanefîler’e ve diğer ulemadan bazılarına göre ise ölünün kabrinin kaybolmaması, saygı duyulup çiğnenmemesi için gerekirse yazı yazmak suretiyle oranın “mezar” haline getirilmesinde bir sakınca bulunmadığı görüşüyle,  “icmâ” da ağır basmış gibi görünmektedir.

Türk Kültürüne zarar veren, “püritenizm eksenli”, dışarıdan güdümlü, içeriden de idraksiz bir güruh tarafından güya İslam Dini’nin aslına döndürmeye yönelik iddialar içeren bir takım  mülahazaları bir tarafa bırakıp, Türklerdeki mezar uygulamasının köklü geçmişine kısaca değinmenin aziz milletimizi bir nebze aydınlatmak yolunda yararlı olacağı kanaati hasıl olmuştur. Bilindiği üzere M.Ö II. YY’a kadar tarihlendirilen Pazırık Kurganı, Türklerde, ölen kişilerin üzeri toprağın ağırlığını taşıyacak şekilde kalın tomruklar ile mukavim kılınmış “mezar oda” larına gömülme geleneğinin en eski örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir. Bu örnekte olduğu gibi, mezar odasının tavanı keçe ve kumaşlar ile de kaplanmaktaydı. Göktürkler ile birlikte Bulgar Türklerinde ve Kuman Türklerinde görülen adet üzere mezar üzerine heykel dikildiği de arkeolojik araştırmalarla sabittir.[5] Öte yandan özellikle VIII. YY’da Uygur Türkleri ve sonraları da Karahanlı Türk Devletlerinin ilk zamanlarına tarihlendirilen mezarlarda, Budist geleneğin etkisiyle fresk tarzında süslemeler de bilim insanlarının dikkatini çekmiştir.[6] Öte yandan, özellikle Göktürk uygarlığında anıt-kurgan geleneği çarpıcı bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Hanuy ve Selenge nehirlerinin buluştuğu Şivet-ulan’da İlteriş Kağan’a ait olduğu sanılan anıt-kurgan’nın 40×100 m2 olduğu bir dikdörtgen alan üzerine oturtulduğu tespitler arasındadır.[7] Yine Koço-Tsaydam gölü yakınlarındaki Bilge Kağan ve Kül Tigin Kağan mezarları, freskler içeren anıt-kurgan mimarisindedir. Bu fresklere Göktürk kültüründe “Bediz” denildiği ve “Balbal” denilen dikili taş kavramından, sağ iken kayda değer önemli işler gerçekleştiren üst düzey yöneticilerin anıt-kurganlarına has bir gelenek olmasıyla farklılık arz ettiği de bildirilmektedir.[8]

Pers platosunda Horasan bölgesine Türklerin egemen olduğu dönemlerde, inşasının 1006-1007 yıllarına tarihlendirildiği Cürcan Emiri Kabus ibn Veşmgir’e ait, İslamiyet sonrası Türklere ait ilk anıt-kurgan tarzı “anıt-mezar”ın V. V. Barthold tarafından, binanın tepesindeki kubbenin ve gövde inşaatının çok cepheli tarzda olması nedeniyle Kafkaslardaki kilise mimarisinden esinlendiği iddia edilse de bu tarz bir geleneğin bölgeye hâkim olan Selçuklu Türkleri tarafından Karahanlı ve Gazneli Türk devletlerinden tevarüs ederek yaygınlaştığını gösteren bir çok kanıt bulunmaktadır.[9] Ayrıca sanat tarihi uzmanları tarafından Stronach ve Young adlı İngiliz araştırıcılar tarafından incelenen, Kazvin-Hemedan arasındaki Harkan bölgesinde iki kümbet, 1071 Malazgirt savaşı öncesine yaklaşık 1067-8 yıllarına tarihlendirilmektedir. Ayrıca yine 1012 tarihine kadar inen Özkent Nasr Bin Ali türbesindeki geometrik sekizgen motifli mimari-çini ve ağaç işlemeciliği tarzı Anadolu Türk Sanatında da devam edegelmiştir. Bu durum Orta Asya Altay kökenli antik Türk uygarlığına has uygulamaların yine Selçuklu yurdu olan Pers platosu ve Horasan’dan Anadolu’ya değin Türklere vatan olmuş her coğrafyada yayıldığı tartışma götürmez bir gerçektir.[10]

Ancak burada konumuzla ilgisi bakımından Türklere has bir gelenek olan türbe mimarisindeki geleneksel bir teknik detaya değinmek zorunluluğu vardır. Bu önemli teknik detayın özünde “stupa” tarzı dikkat çekmektedir. Bu bakımdan, Sultan Sencer Türbesi ve Hace Ahmed Yesevi türbeleri Türkistan ve Horasan türbe mimarisinde Selçuklu Türklerinin ulaştığı seviye bakımından göz ardı edilmesi imkânsızdır. Merv şehrinde bulunan Sultan Sencer Türbesi 1157 yılına ait olup, Hace Ahmed Yesevi türbesinin 18 m’lik kubbesi 1360 yılına tarihlendirilmektedir. Her ikisi de stupa tarzıdır. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Kaşgar dolaylarında da benzer örneklerini gördüğümüz Budist Stupa’larını andırır bu gelenek Uygur Türklerinin İslam öncesi devirdeki geleneklerinin devamı olarak kabul edilmektedir. Semerkand Kadızade-i Rumi türbesinde ve Memlükler de görülen bu türbe mimarisi Türkler tarafından doğudan batıya taşınmıştır. İşte bu tarz, içi örülerek yükseltilen stupa tarzı türbe mimarisi Hz. Mevlana’nın Konya’nın simgesi haline gelmiş “Kubbe-i Hadra” adı verilen türbesinde de çok açık bir şekilde dikkati çekmektedir.[11] Bugün batılı müşteşrikler ve ülkemizdeki kimi akademik çevrelerin inatla “İran vurgusu” yaparak, Anglo-Saxon terminolojisinde israr etmeyi sürdürdükleri, aslında Selçuklu Türk Coğrafyası olan Pers platosuna ve Horasan’a, bu mimari tarzının Altay dağlarının güneyinden tevarüs ettiğinin üzeri israrla örtülmesi anlaşılmaz bir kültürel inkârdır.[12]

Mezar üzerinde türbe ve kubbe yapılmasına dair ise Mevlana’ya ait iki farklı görüş olduğu bilinmektedir. Hz. Mevlana, Mesnevi’de mezar üzerine türbe inşa edilmesinin ve kubbe yapılmasının “mana erlerince” makbul olmadığından bahsetmiştir.[13] Bununla beraber Ahmed Eflaki Dede’nin naklettiğine göre, sonradan sevenleri ve ona tabi olanların bir vasiyet gibi addettikleri üzere Alümüd-din Kayser tarafından görevlendirilen Bedreddin Tebrizi isimli bir mimara mezarının üzerine kubbe yapılmış, inşaat 1274 yılında Çelebi Hüsameddin’in postnişinliği döneminde tamamlanmıştır.[14],[15],[16] Bununla beraber yine türbenin inşasında Muineddin Süeyman Pervane’nin eşi Gürcü Hatun’un da katkıları oldukça önemlidir.[17] Türbenin ilk inşa edildiği devirlerde sadece güney yönünde bugün dışarıdan payanda olarak gördüğümüz cihetle bir duvar ile kapalı olduğu bilinmekteydi. Mevlana’nın mezarının üzerine, daha sonra Selimoğlu Abdülvahid isimli sanatkâr tarafından Selçuklu devri ahşap oymacılık işçiliğinin en güzel örneklerinden olan zarif ve bir o kadar da ihtişamlı cevizden imal sanduka da yerleştirilmiştir.[18] Süleyman I (Kanuni) tarafından 1556 yılında gök mermerden yapılan mustatil sandukadan sonra babası Sultan-ül Ulema Bahaeddin Veled’in üzerine nakledilen bu ceviz sandukanın Konyalı Genak oğlu Hümamüddin Muhammed tarafından yapıldığına dair elimizde bir kayıt da mevcuttur.[19]

Burada, kültür tarihimiz açısından önemli gördüğümüz birkaç hususa dikkat çekmek isteriz. Bunlardan ilki, Mevlana’nın babası Sultan-ül Ulema olarak da bilinen Bahaeddin Veled’in 12 Ocak 1231 (18 Rebiülahir 628, Cuma) yılında vefat etmiş olduğu kaydıdır.[20] Mevlana Türbesi üzerinde etüd yaptığı bilinen Mimar Şihabeddin Uzluk, Bahaeddin Veled’in üzerine de bir türbe yapıldığını bildirmekteyse de,  Prof. Dr. Abdülbaki Gölpınarlı bu konunun Mevlana ait bir sözle telif edilmediğini ifade etmektedir.[21] Bahse değer bu hususiyetin, ciddiyetle araştırılması gereken bir detay olduğu kanaatindeyiz. Ayrıca Mevlana’nın, 11.11.1312’de vefat eden oğlu Sultan Veled’e “fiil”im diyerek nitelemesi ve öylece hitab etmesi önemlidir.[22] Gerçekten de Mevlana’nın düşünceleri, özgün tasavvuf anlayışı, Sultan Veled’in devrinde sistematik hale gelmeye başlamıştır. Ancak Mevlevilikteki, tevhid-i ef’al kavramı diğer tasavvuf okullarından bambaşka bir şekilde Sultan Veled ile mücessem hale gelmiştir.[23] Öte yandan Sultan Veled’in, babası Mevlana’nın sağ tarafına defnedildiği bilinmekteyse de üzerine ayrıca bir sanduka yapılıp yapılmadığı meçhuldür. Mevlana’nın adeta, yukarıda da değindiğimiz “La faile illallah” mesajını veren sözlerinin, Sultan Veled’in vefatı sonrasında onu seven “salikler”i tarafından adeta “ikiyi birlemek” olarak telakki edilmiş olmasından dolayı, onun üzerine ayrıca bir sanduka yapılmamış olmasında amil olabilir, doğrusunu Tanrı bilir, biz bilmiyoruz.[24] Bununla beraber, Bayezid II döneminde yapıldığını bildiğimiz Kubbe-i Hadra’nın altında babası Hz.Mevlana ile birlikte medfun olduğunu, Süleyman I (Kanuni), zamanında mermer bir sanduka yapılarak her ikisinin de üzerine ayrı ayrı ahşap sanduka konulduğunu bilmekteyiz.[25] Mermer sanduka yapıldıktan sonra Mevlana’nın üzerindeki yukarıda da bahsettiğimiz, Selçuk devri yapımı olan orijinal ahşap sandukanın Bahaeddin Veled’e ait mezarın üzerine taşınması nedeni ise cevap bekleyen suallerden birisi olup, diğeri sual de Sultan Veled’in üzerinde bir sanduka eğer var idiyse, onun da nerede olduğudur. Bu ayrıntı da diğer bir araştırma konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir çok yerde, XVI. YY’da, tek bir mermer lahd üzerine iki ayrı ahşap sanduka konulduğu ifade edilmesine rağmen, “üç adet ketebe” olması beklenir ki burada böyle bir durum söz konusu değildir.[26] Üç adet kitabeye başta yerleştirme sorunu olmak üzere estetik kaygılar ile yer verilmemesi bizce ihtimallerden biri olmakla birlikte, bunlara ait bir başka vesikanın olmaması ayrıca hayret verici bir durum olup, yine detaylı araştırmaya ihtiyaç vardır.

Bayezid II zamanında yenilenerek 1792 yılında Selim III zamanındaki restorasyona kadar son şeklini aldığını bildiğimiz Kubbe-i Hadra’nın altında Mevlana ve Sultan Veled’e ait ayrı ayrı bir sanduka olup olmadığına dair bir vesika bulunmamakla birlikte Süleyman I (Kanuni) zamanında yapılan ancak kitabesiz olduğuna yukarıda dikkat çektiğimiz mermer mustatil kaideli sandukanın üzerinde bir puşide varmı idi? var idiyse ona yazılan hattın muhtevası ne idi? Bu konu hakkında da bir kayda rastlamak mümkün olmamaktadır. Ancak sadece türbe adı verilen onun içerisinde kapalı bir mekânda bulunan önemli kişilere ait sandukalarının puşide ile örtülü olmasının, Türklere mahsus çok eski bir gelenek olduğu rahatlıkla söylenebilir.

2. Puşide ve Türbe

Puşidenin 16.12.2021 tarihinden önceki hali…

Puşide kelimesinin, Farsça kökenli olduğundan hareketle puşide geleneğinin, Mevlevi’lik öğretisi içerisindeki anlamı hakkında kısa bir açılamanın yararlı olabileceği kanaatindeyiz. Puşide/ﭙﻮﺸﴽﺩﮦ Farsça’da “örtülmüş” anlamına gelen bir kelimedir. Puş/ﭘﻮﺵ  kelimesi ise tek başına “örtü/örtünecek şey” anlamları da yüklenmektedir. Arapça’daki “setr” kökünden gelen örtülmüş anlamındaki “mestur/ﻤﺴﮅﻮﺮ” kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Ancak Arapça’da zihinde, satır satır yazılmış anlamındaki “mestur/ﻤﺴﻄﻮﺮ” kelimesi ile aynı fonetik çağrışımı yapan başka imlada da kullanılan bir kelime daha vardır. Farsçadaki puşide kelimesinin örtmek anlamındaki Arapça karşılığı olan “mestur/ﻤﺴﮅﻮﺮ”  kelimesi ism-i meful olarak Kura’na-ı Kerim’in XVII/45, XVIII/90 ve XLI/22 surelerin ilgili ayetlerinde kullanılmaktadır.[27] Bununla beraber satır satır yazarak saklanma ve muhafaza/hıfz edilmek anlamı verecek “mestur/ﻤﺴﻄﻮﺮ” şeklindeki kullanımı ism-i meful olarak, LXVIII/1, LII/2, XVII/58, XXXIII/6, LIV/53 surelerin ilgili ayetlerinde kullanılmaktadır. Buradan açıkça görülmektedir ki, Türk Tasavvuf anlayışı en mütekamil hali ile “örtü ve yazı” kavramlarını bir araya getirerek gerek taş veya ahşap malzemeyle yapılmış olsun sandukalarda, gerek ise onların üzerindeki puşide denilen örtülerde bambaşka bir derinlik ve ince bir zevk ile zarif bir “öğreti” haline getirmiştir. Bu konudaki en mücessem tavrın da Mevlevilik geleneği içerisinde olgunlaşmış olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir.

Türbe/ﮅﺭﺑﻪ yukarıda açıkladığımız gibi kabir olgusunu mezar haline getiren, ölen nüfuzlu kişilerin anıtsal bir mimari ile adeta vefayı simgeselleştiren yapıdır. Kelime, toprak anlamına gelen “türab” kelimesinden gelmektedir. Bu gelenek, yukarıda da değindiğimiz üzere eski Türk uygarlıklarından, İslam sonrası özellikle Karahanlı ve Gazne Türk Devletleri üzerinden Selçuklu Devleti’ne oradan da Anadolu’ya geçmiş ve milli hafızada ayrılmaz bir yer edinmiştir. Yukarıda da değindiğimiz üzere,  kurgan tarzı antik Türk uygarlıklarına ait mezar odasında ölünün gerçekte defnedildiği “cenazelik” adı da verilen “zir-i zemin” mekanı üzerine, ayrıca dışarıdan bir merdiven ile ulaşılan sanduka ve kitabe bulunan üzeri, kapalı mekanda puşide ile örtülü tarzdır. Bu şekilde, üzerine türbe yapılarak anıt-kurgan geleneğinin devam ettirildiği en yeni mimari, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ait olan Ankara’daki Rasattepe’de bulunan Anıt-Kabir’dir. Konya Meram’da bulunan Hz.Mevlana döneminde yaşamış ve onun yolundan yürümüş ve hizmetinde bulunmuş olan Ateşbaz-ı Veli’ye ait  türbe mimarisi ile Sevakıb-ül Menakıb’ta adı geçen Seyyid Mahmut Hayrani’nin Akşehir’deki türbesinin kubbesi diğer çarpıcı örneklerdendir.[28]

3. Sultan Selim III ve Puşide’nin yenilenmesi  

Nevbet-i köhne-furuşan derguzeşt

Nevfuruşanim u in bazar-ı mast

 

Eskimiş şeyleri satanların nöbeti geçti

Şimdi bizim pazarımızda yeniler satılmadadır

Puşidenin 16.12.2021 tarihinde değiştirildikten sonraki hali…

Hz. Mevlana’nın türbesindeki sandukası üzerinde örtülü puşide 1790 yılında 28. Osmanlı Padişahı Sultan Selim III (Öl. 28 Temmuz 1808) tarafından yaptırılmıştır. Burada “yaptırılmıştır” tabirini kullanmamızın nedeni eski puşidenin varlığı hakkındaki bilgilerimizin kısıtlı olmasındandır. Şu ana kadar yapılan araştırmalardan elde edebileceğimiz önemli sonuç bugün semahane olarak bilinen nihai mekânın, yenilenerek tekrar yapıldığı tarihin Selim II (Sarı) dönemine tarihlendirilmesidir. Ancak puşide’nin ise Selim III zamanında yapılmış olması gerçeği ise ayrı bir keyfiyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Süleyman I (Kanuni) zamanında ise puşide yapılıp yapılmadığı yapıldı ise üzerindeki kaydın ne olduğu konusu araştırılması gereken bir konudur. Burada iki konuya muhakkak dikkatle eğilmek icab etmektedir. Bunlardan birisi “tek bir mustatil mermer sandukanın” altında iki mezarın varlığı konusundaki yukarıda da değindiğimiz belki arif yakıştırması olarak da nitelenebilecek israrın altında yatan önemli bir neden olması gerekliliğidir. Diğeri ise bu gerekliliğin en önemli işaretlerinden birisinin mekânsal ve mimari estetik kaygılardan daha derinlikli düşünülmesi gereken, Süleyman I’in kitabe koymaması keyfiyeti bir yana, yaptırılan puşide ile ilgili bir kanıtın mevcudiyeti ile ilgili belirsizliğin halen sürmesi konusudur. Zira gerek Selçuklu gerek Osmanlı Türk geleneğinde kitabe ve tarihlendirme konusunda son derece titizlik gösterildiği gayet iyi bilinmektedir. Ayrıca önemli kişilere ait puşidelerin değiştirilse bile eskilerinin kayıt altına alınması ve muhafaza edilmesi de bir geleneğinin vazgeçilmezidir.  Bu konuyla ilgili olarak, Şehabettin Uzluk tarafından yapılan, Mevlana Müzesi önceki müdürlerinden Yusuf Akyurt’un semahane ile mescid-i şerif hakkında “kitabe olarak aldığı üç asırlık Arapça ibarenin mimari bir gövdede mevcut olan bir kitabe olmadığı” yönündeki ifadesi dikkate değer görülmektedir.[29] Gerçekten de, Şehabettin Uzluk, bahsi geçen bu Arapça ibarenin Kanuni döneminde H.973’de sandukaya örtülmek üzere hediye edilen bir puşidenin üzerinde, sırmadan yazılan bir şiirdeki  “makam ve menazil” kavramlarının Selim III tarafından 1790 yılında yaptırılan puşidede de özellikle yer almasına işaretle, puşide ve bina ile doğrudan ilişkilendirilmemesi gerektiği üzerinde durmaktadır.[30] Yine Mevlana Müzesi önceki müdürlerinden Dr. Erdoğan Erol ise konuyla ilgili makalesinde her hangi bir tarihlendirme hatasından çekinilmesi nedeniyle Süleyman I (Kanuni) sandukaya kitabe konmadığını, Selim III’ün ise 1790 yılında yaptırdığı puşide üzerinde dedesi Süleyman I’in  (Kanuni) H.973 tarihini özellikle koydurduğunu belirtmektedir.[31] Buradan, kitabesiz olduğunu bildiğimiz ancak Mevlana ve Sultan Veled’in üzerine yapılan, iki tane ahşap sandukayı da örten, iki adet tac- şerif konarak iki mezarın olduğun işaret edilmek istendiği “tek mustatil mermer sandukanın” yeni puşidesinin bizzat kendisi tarafından hediye edildiği ve kayıtlandırıldığı sonucu çıkmaktadır. Ancak bu konu Türkler’de binlerce yıllık anıt-kurgan defin geleneği göz önüne alınarak tekrar değerlendirilmek zorundadır. Bize göre muhtemeldir ki tek mustatil mermer sanduka, ayrıca zir-i zemin denilen cenazelik kısmının üzerinde bulunmaktadır. Bu konu birçok yerde tartışma konusu olmak ile birlikte, kanaatimizce Göktürk Devleti hatta Pazırık Kurganlarında da varlığı bilinen eski Türk geleneğinin Selçuk-i Rumi’deki bir uzantısı olarak değerlendirilmelidir. Bununla beraber Kubbe-i Hadra’nın “stupa” *geleneği tarzındaki mimarisinin de Uygur sanatından etkilenmiş “Horasani Selçuklu Anıt-kurgan” yapısı olarak telakki edilmesi mümkündür.

Sultan Selim III’ün, Türk tarihinde, Devlet-i Ali’nin yenilenme hareketleri açısından müstesna bir yere sahip olduğu dikkatten kaçırılmaması gereken bir konudur. “Rah-ı Mevlevi”ye mensup olduğu gayet iyi bilinen hükümdarın, aynı zamanda nazari ve pratik anlamda musiki ilmine vakıf olduğu bununla birlikte neyzenliği iyi bilinmektedir. Sultan Selim III, Mevlana ve Sultan Veled’in gök mermerden yapılan kitabesi olmayan tek mustatil kaideli ancak üzerindeki iki ahşap ilaveli sandukayı tek bir parça ile örtecek şekilde yaptırdığı puşideyi, tahta çıktığı 7 Nisan 1789 tarihinden yaklaşık bir yıl sonra 1790 yılında Mevlana Dergâhına hediye etmiştir. Evet iki mezar tek mermer mustatil üzerinde ilaveli iki adet ahşap sanduka ve her ikisini örten tek bir puşidenin bulunduğu, dışarıdan özellikle Dâhili Uşşak’a girilince Çelebi Hüsameddin Sandukası hizasından bakıldığında hemen göze çarpan iki adet heybetli Cüneydi Destar o tarihten beri adeta Mevlevi edebinin ve ona mahsus derin hem de özgün öğretisinin ayrılmaz bir sembolü olarak bu sayede bugünlere kadar gelmiş bulunmaktadır. Bu durum, puşidenin tekrar değiştirildiği 1896 yılında, 34. Osmanlı Padişahı Abdülhamid II’nin de dikkatinden kaçmamış, padişah tarafından da birazdan tekrar değineceğimiz üzere özenle muhafaza edilerek, Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün banisi olduğu Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca da değiştirilmeksizin adeta Mevlevi ve Türk kültürüne mal olarak onun ayrılmaz bir parçası haline getirilmiştir

Bugün Galata Mevlevihanesi olarak bildiğimiz diğer adıyla Kulekapısı Mevlevihane’si haziresindeki türbede medfun bulunan Şeyh Galib Esat Dede, Selim III tarafından Mevlana ve Sultan Veled’in her ikisini de örten tek parça 107×160 cm boyutlarındaki puşidenin hediye edilmesi nedeniyle bir terci-i bend yazmıştır. Hiç şüphesiz, bu terci-i bend muhteviyatı göz önüne alındığında hem Türk Kültürü hem de Mevlevi töresi itibariyle son derece anlamlı ve  çok özel bir yere sahiptir. Bu terci-i bend’in şerh edilmesi konusu ise tasavvufi derinlik bakımından apayrı bir yazının konusu olup biz burada sadece, Şeyh Galip Divanı’ndan alınan ve Terci-i Bend’e eklenen H.1205-M.1790 olarak tarihlendirilen nakarat beytinin anlamını kısaca vermekle yetineceğiz;

Müceddid olduğı Sultan Selim’in din-ü dünyaya

Nümayandır bu nev-puşidesinden kabr-i Munlaya

Sultan Selim III, ayrıca daha sonra Kulekapısı (Galata) Mevlevihane’sini tamirine de ferman vermiştir. Şeyh Galip Esat Dede ise bu Kulekapısı Mevlevihanesi’ne 1791 tarihinde postnişin olmuştur.[32] Bu tarih Selim III’ün Mevlana ve Sultan Veled sandukaları üzerindeki puşide’yi yenilediği tarihten sonradır. Ancak Galip Dede ile Sultan Selim III arasındaki muhabbet ve dostluk bu tarihten önceye dayanmaktadır. Bununla beraber Kubbe-i Hadra ve Kulekapısı Mevlevihanesi’nin ise aynı yıl onarıldığı bilinmektedir.

Konumuzla ilgili olarak Selim III’ün şahsiyeti ile ilgili bazı konulara kısaca değinmek zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Bilindiği üzere, Mustafa III’ün oğlu olan Selim III şehzadelik yıllarında yaşadığı kafes hayatına rağmen, amcası Abdülhamid I’in müsamahasının da etkisi ile batı dünyasındaki siyasal ve bilimsel gelişmeleri yakından takip etmekle kalmamış, Fransa Kralı Louis XVI ile de yazışmalarda bulunarak dünya siyasetine dair görüş alış verişinde bulunmuştur. Devlet-i Ali’nin gerilemesi nedenleri üzerinde dikkatle durmuş, askeri ve bilimsel anlamda birçok yeniliğin zorunluluğunu kavramıştır. Özellikle, tahta geçişinin üçüncü yılında gerçekleşen 1791 ve 1792 yılındaki Osmanlı-Rus ve Avusturya-Macaristan Habsburg Savaşı’nın kaybedilmesi sonucu Ziştovi ve Jassi (Yaş) anlaşmasının imzalanması ile Avusturya Macaristan ile kıta Avrupası’nda ve Rusya karşısında da zaten Küçük Kaynarca Antlaşmasının imza edildiği 1774 yılından beri özellikle Karadeniz ve İstanbul Boğazı’nın egemenliği konusunda iyice dezavantajlı duruma düşen Osmanlı İmparatorluğu’nun bu durumu karşısında Selim III’ün duyduğu endişe ve teessür hakkında yeterli fikir sahibi olmak için, onun fermanlarını içeren hatt-ı hümayunlarını incelemek önemlidir.[33] Özellikle 1792 sonrasında Rusya ve Avusturya-Macaristan karşısında uğranılan askeri başarısızlık Nizam-ı Cedit adlı bir yeni ordunun teşekkülünü zorunlu hale getirmiştir. O tarihe kadar, Hace Bektaş Veli’yi kendisine pir kabul Yeniçeri Ocağı’nın disiplinsizlikleri bu savaşta önemli ölçüde etken olmuştur. Bu orduya alternatif olarak kurulacak olan Nizam-ı Cedit gerçekten de önemli ve çağdaş bir askeri yapılanma olarak tasarlanmakta idi. Şeyh Galib’in de bu ordunun kurulması konusunda Selim III’ü desteklediği ancak Konya’da Mevlevi çelebisi makamındaki Hacı Mehmed Emin Çelebi’nin konuya şiddetle muhalefet ettiği Şeyh Galib ve Selim III ile çok farklı düşündüğü de bilinmektedir. Bu konuyla ilgili olarak Kulekapısı (Galata) Mevlevihanesi Şeyhi Galib Dede bir kasidesinde;

Ebyatım oldu saf keş-i divan-ı marifet

Nev asker-i müretteb-i şah-ı cihan gibi

Ol padşeh ki verdi mühimmatı devlete

Hüsn-ü nizam Mehd-i sahib zaman gibi

İfadelerini kullanmaktadır. Bu beyitlerden anlaşılacağı üzere Nizam-ı Cedid’i övmekte ve Selim III’ü adeta Mehdi’ye benzetmekte olduğu anlaşılmaktadır.[34],[35]  Bilindiği üzere Mehdi inancı Şii eskatolojisine ait bir motif olarak kabul edilse de, bu inanç ögesinin tasavvuf’ta yer aldığı hatta bu konunun İslam tarihi bakımından kökenlerinin IX. YY’a kadar dayandığı iyi bilinmektedir.[36] Öte yandan, Şeyh Galib’in Sütlüce’de medfun Yusuf Sineçak’ın mezarına yakın bir yerde ikamet ettiği, onun ünlü eseri olan Cezire-i Mesnevi üzerinde durduğu ve hatta ondan bir “tercii”nde bahsettiği,  bir başka Rubaisinde de onu övdüğü, Abdülbaki Gölpınarlı tarafından şüpheye mahal bırakmayacak şekilde tespit edilmiştir.[37] Açıkça söylemek gerekirse, Ehl-i Beyt muhabbetinin derin olduğu bir tasavvuf yolunun konformist olamayacağı ortadadır. Sultan Selim III gibi Nizam-ı Kadim olarak kabul edilen ve ordu başta olmak her türlü kurumu Avrupa karşısında gerileyen bir devletten Nizam-ı Cedit adı verilen yeni ve çağdaş bir sistem yaratmaya kararlı bir devlet adamının yanında eskiden nemalanan her türlü çıkar grubuna rağmen, yer alabilmek cesareti sayesinde Mevlevi düşüncesi Şeyh Galib’in bizzat tasavvuf ve edebiyat alanındaki müceddid karakterinde Galata Mevlevihanesi ile adeta simgesel hale gelmiş gibidir. Bu durum devrin hem iç hem dış siyaset dengeleri dikkate alındığında son derece anlamlıdır. Bir yandan Hicaz bölgesindeki Arap ashabiyyesine dayan bir İslam püritenizmi de diyebileceğimiz Vehhabilik, bir yandan Devlet-i Aliyye’nin Avrupa ve Karadeniz coğrafyasında içine düştüğü zor durum, birçok alanda gerçekten devrim niteliğinde köklü değişimleri zorunlu kılmaktaydı. Yabancı yazarlar tarafından bile bu devir bir “müceddid” devri olarak tanımlanmakta idi ki bu devrin maarif ve vatan (“patriei” kavramı Selim III döneminde Mehmet Raif tarafından kullanılmıştır) kavramlarının tarihimize modern anlamda kazandırıldığı bir dönem olması bakımından da ayrı bir önem taşır. Bir yandan da kendi portresini yaptırdıktan sonra gravürleterek onu Avrupa’da dağıtmak suretiyle, bunu bir uluslararası siyasal propaganda unsuru olarak kullanabilmek, Avrupa’daki önemli merkezlere elçi atamak, modern anlamda eğitim verecek mühendishane ve Rönesans temelinde bilimsel tıp anlayışına sahip tıp okulu kurulması son derece ciddi atılımlardır. “Maarif” kavramı bu nedenle eski eğitim kurumlarının modern anlamda vasfının ne olması gerektiğini vurgulaması bakımından önemlidir. Bunun yanında, Selim III’ün makam terkib edecek şekilde musiki bilgisi olduğu, batı musikisine de vakıf bulunduğu bilinmektedir.[38]

Bilindiği üzere, Sultan Selim III tarafından 1790 yılında hediye edilen puşide daha sonra Sultan Abdülhamid II tarafından 1895 (H.1312) yılında değiştirilmiştir. Sultan Abdülhamid II tarafından bu puşide o devrin ünlü hattatlarından Hasan Sırrı Efendi’ye yaptırılmıştır. Bu puşide yine gök mermerden tek mustatil sandukanın üzerine ilave olunmuş iki ahşap sandukayı tek parça örtecek şekilde 397×630 cm boyutlarında olup deri üzerine atlas kaplamadır ve üzerindeki hatlar sim-sırma tekniği ile işlenmiştir. Ayrıca bu puşidenin kanaatimizce en dikkat çeken tarafı sandukanın ayak ucuna gelen tarafında güney yönünde, kenardan ortaya Haşir-Mah ve kuzey yönünde kenardan ortaya Ahyed-Vahid yazılarının tam ortasında Sultan Abdülhamid II’ye ait puşide kitabesinin üzerinde yer alacak şekilde, Şeyh Galib Dede Efendi’nin önceki puşideye ilişkin yukarıda bahsettiğimiz tercii bendinde “Müceddid ve Mehdi” olarak bahsedilen Sultan Selim III’e ait tuğranın varlığıdır. Bu puşide ne Sultan Abdülhamid II’nin ne de, 1926 yılında özel bir kanun ile Konya Asar-ı Atika Müzesi adıyla kapısının gönlü insanlık ve tevhid neş’esi dolu edeb ehline her zaman açık tutulmasını borçlu olduğumuz Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından dahi asla değiştirilmeye teşebbüs edilmemiştir.[39]

Açıkça söylemek gerekirse,  asırlardır süren bu puşide geleneğinin, mevcut şekliyle korunmak zorunda olunduğu ortadadır. Türk kültürü ve Mevlevi öğretisi bakımından önemi tartışılmaz olan Hz. Mevlana ve Sultan Veled’e ait “yekpare” puşide geleneğinin bozularak yeni ve hangi gerekçe ile yapıldığı müphem olan ve hiçbir şekilde ikna edici olması mümkün olmayan bu mezar mekânının, “aslına rücu ettirildiği” retoriği sadece bir kuru iddiadan ibaret kalıp bu uygulama süratle tashih gerektirmektedir. Unutmamak gerekir ki bir kadim öğretiyi oluşturan tek bir tuğla bile yerinden rastgele oynatılamaz, aksi takdirde sadece otantik yapı ve öğretinin ruhu değil derin kültürel zenginlik de tahrip edilmiş olur. Türk Milletine ve kültürüne mal olmuş bu kutlu mekânda daha evvel de benzer hatalar yapılmamış değildir. Örneğin, Mevlana türbesinde önceden yapılan anlamı belirsiz, bir o kadar da tahribkar olduğunu düşündüğümüz oldu-bittiye getirilen düzenleme adı altında uygulamaya konulan, yüzyıllardır ziyaretçi girişinin yapıldığı “Dervişan Kapısı”nın kapatılarak “Küstahan” kapısına ziyaretçilerin yönlendirilmek suretiyle içeri alınması, akla hayale sığmaz bir gaflet, dalalet ve cehalet örneklerinden birisidir. Görülüyor ki kültürel açıdan da muasssır medeniyetler düzeyine doğru alınacak çok mesafe olması bir yana, bir yandan etnik ve dinsel püritenizm, öte yandan eğitimsizlik hatta eğitime dirençlilik Türk Kültürü’nü tahrip etmeye devam etmektedir.

Yazar: Prof. Dr. Mahmut Can YAĞMURDUR, Genel Cerrahi ve Cerrahi Onkoloji Uzm. Ankara, 8 Nisan 2022

NOT: “Mevlana ve oğlu Sultan Veled!” makalesinin Telif Hakkı “Health World News” web sitesine aittir.

Dipnotlar ve Kaynakça:   

[1]İbranice “Kvr”-Toprağa açılan çukur anlamındadır ki Arapça kabir kelimesinden kasd edileni bire bir karşılamaktadır.

[2]Youssef Ragheb, İslâm Hukukuna Göre Mezarın Yapısı (Structure de la tombe d’après le droit  Musulman), Cimetieres et Traditions Funeraires Dans Le Monde İslamique-İslam Dünyasında Mezarlıklar ve Defin Gelenekleri, sayfa 17-23, TTK Yayınları, Ankara-1996; Kabir kazıldıktan sonra kıble tarafındaki duvarın dibine ve uzunlamasına ölünün sığacağı kadar, “lahit” denilen girinti şeklinde bir oyuk kazılır. Hz. Muhammed’in tavsiyesinden hareketle, böyle yapmanın kabrin ortasında uzunlamasına bir çukur açılmasından (şakk) daha iyi olduğunu belirtilmiştir. Kabrin yıkılmaması için lahdin kenarlarının örülmesi ve cenazenin yüzü kıble tarafına çevrilip sağ yanı üzerine yatırılarak bir ahşap destek yerleştirilmesi halen yaygın olarak uygulanan yöntemdir.

[3]Ülkemizde maalesef tasavvuf ve tarikat kavramları üzerine kimi yazılar yazan sayısız kitaplar bastıran haricilik geleneğinden ve düşünce formasyonundan kendisini kurtaramamış kimi akademik ünvanlı yazarların Türklerin özellikle Selçukluların Pers Platosunda ve Horasan bölgesinde antik tarihlerinden tevarüs ettikleri tasavvuf anlayışını ve ilgili coğrafyayı etimolojik ve epistemolojik olarak doğru dürüst tetkik etmeden “İran Tasavvufu” diye yorumlamaları şaşılacak bir kültürel bunalımdır.

[4]Montgomery Watt, İslam Düşüncesi’nin Teşekkül Devri, Çev, E. Ruhi Fığlalı, Sarkaç Yayınları, 3.Baskı, Ankara-2010.

[5]Bahaeddin Ögel, İslamiyetten önce Türk Kültür Tarihi-Orta Asya Kaynak ve Buluntularına göre, sayfa 133-197, TTK Yayınları, Ankara-2014.  

[6]A.g.e, aynı bölüm ve sayfalar

[7]Sencer Divitçioğlu, Kök Türkler (Kut, Güç ve Ülüg), Ada Yayınları, sayfa 94-104, İstanbul-1987. 

[8]A.g.e, aynı sayfalar.

[9]Vasily Viladimiroviç Barthold, Müslüman Kültürü, Çev. M.Fatih Karakaya, sayfa 69, İdea Ayrıntı, İstanbul-2013.

[10]Türk Sanatı, Oktay Aslanapa, Remzi Kitabevi, 5.Basım, sayfa 70-71, İstanbul-1999.

[11]A.g.e, sayfa 71-78.

[12]Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler, TTK Yayınları, 5.Baskı, Ankara-2021.

[13]Mesnevi Tercemesi ve Şerhi, Abdülbaki Gölpınarlı, İnkılap ve Aka, Cild III, sayfa 14, Beyit 133, İstanbul-1983: Beyit 133’de,

Mezarın üstüne türbe yapmak, kubbe kurmak

yüce dıvarlar örmek, mana erlerince makbul bir şey değil   

[14]İbni Bibi, Selçukname, Çev. Mükrimin Halil Yinanç, Haz.Refet Yinanç-Ömer Özkan, sayfa  252, 5.Baskı, Kitabevi, İstanbul-2017.

[15]Ahmed Eflaki, Menakıb-el Arifin, Çev.Tahsin Yazıcı, Cilt I, sayfa 287-288, Remzi Kitabevi, İstanbul-1986.  

[16]Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, İnkılap Kitabevi, sayfa 131, İstanbul-1985.

[17]Nejat Kaymaz, Anadolu Selçuklu Sultanları’ndan Gıyaseddin Keyhusrev II devri, TTK Yayınları, IV/A-2-1.1.Dizi-Sayı: 2, sayfa 71-85, Ankara-2009: Alaaddin Keykubad I zamanında Anadolu Selçuklu Devleti en parlak dönemlerini yaşamış ve Doğu Anadolu’da Moğol tehlikesine karşı önemli tahkimatlar ile tedbirler alınmıştır. Bir taraftan Celaleddin Harezmşah, diğer taraftan da Doğu Anadolu’daki Eyyubi nüfuzu önlenmeye çalışılmıştır. Sinop kalesi elde tutularak Trabzon Komnen’leri kontrol edilmiş, Ermenistan Anadolu Selçuklu Devleti’ne tabi kılınmıştır. Devrin Dominiken Misyoneri Simon De St Quentin Nicae Rum İmparatoru Ionnes Dukas Vatatzes’in de Selçuklu Devleti ile 1211 yılından sonra Latin Krallığı döneminde,  tabii-metbu ilişkisi kurmasa da iyi ilişkiler içinde olduğu muhakkaktır.  Gürcistan ile de Anadolu Selçuklu Devleti müttefik bağlamında iyi ilişkiler geliştirmiş, Gürcü Kraliçesi Rosudan’ın Thamara adlı kızı Gıyaseddin Keyhusrev II ile evlendirilmiş Gürcü Hatun adı ile de biline gelmiştir. Kaymaz’a göre her ne kadar Melike Thamar diye de anılan Gürcü Hatun Moğollara karşı bir ittifak ve Gürcistan’ın tampon devlet olarak kullanılması amacıyla Selçuklu Sarayına girse de Gürcistan’ın Moğollar tarafından ele geçirilmesinden sonra bu evlilik pratik anlamda devlete fayda getirmemiştir. Aksine Gıyaseddin Keyhusrev II’nin atamalarda kayırma ve liyakatsizleştirme yapmasına neden olarak devleti zaafa uğratmıştır. “Mevlana Celaleddin Rumi Mektuplar”da adı geçen ve ona bende olduğu bilinen Gürcü Hatun Gıyaseddin Keyhusrev II’nin kızı olarak zikredilmekte ve Muineddin Pervane’nin de eşi olarak bildirilmektedir ki bu duruma göre iki tane Gürcü Hatun’dan bahsedilmesi söz konusu edilebilir.  

[18] A.g.e, dip not no 16, sayfa 132.

[19]Erdoğan Erol, Türk Etnografya Dergisi, sayfa 12, Ankara-1991.

[20]A.g.e, sayfa 43.

[21]A.g.e, sayfa 131.

[22]Mevlana’nın Sultan Veled’e ayrı bir teveccüh ve sevgi gösterdiği bilinmektedir. Bir gün medresesinin duvarına “Bahaeddinimiz iyi bahtlıdır; güzel doğdu, güzel ölür” cümlesini yazmıştı. Bir başka gün de “Bahaeddin, benim bu aleme gelmemde maksat senin zuhurundu. Çünkü bütün bu sözler benim kavlimdir, sen ise benim fiilimsin” demişti.(Bkz.Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, Sultan Veled Devri bahsi, sayfa 29-30, İnkılap ve Aka, İstanbul-1983.)

[23]Mevlevi Mukabelesinde Mutrib tarafından Ayin-i Şerif’in makamındaki İlk Peşrev icra edilirken Postnişin ve semazenlerin semahane etrafında üç devir tamamlayacak şekilde yaptıkları “circumambulation” “Devr-i Veledi” olarak adlandırılır ki bu Mevlevi Sema’ın derin anlamı bakımından dikkate değer bir ayrıntıdır.

[24]Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlevi Adab ve Erkanı, sayfa 154, İnkılap, İstanbul-2006; Kuran-ı Kerim’in XLVII/19 ayetinde geçen bir ifade mevcuttur. Bu ifade “fa’lem innehu la ilahe illallah” şeklindedir. İlgili ayet, Mevlevi “hilafet” erkanında fevkalade önemlidir. “Fa’lem/ﻓﴽﻋﻞﻡ” Ragıb-el Isfahani’ye göre bir müessirden etkileyiciden bir tesirin “südur” etmesi kökeninden gelmektedir. Bununla birlikte, Kuran-ı Kerim’de VII/155-173, XVI/33-35, XXI/49, LXXXIX/6, CV/1 surelerde ism-i mef’ul olarak da kullanılmaktadır. Şüphe içermeyen “bir kat’ilik ve öylece bilme hali” olarak değerlendirilir. (Detaylı bilgi için ayrıca bkz. Kur’an-ı Kerim Lugati-İlaveler ile Mucem-ül Mufehres)       

[25]Naci Bakırcı, 1997 Yılı Konya İli Mevlana Müzesi Semahane Bölümü Kazı Çalışması-İlgili reprint Mevlana Müzesi Önceki Müdürü olan uzun yıllar hizmeti bulunduğuna bizzat şahit olduğumuz Sayın Dr.Erdoğan Erol’dan temin edilmiştir.

[26]Bu tip restorasyonlarda Osmanlı geleneğine göre, oluşturulan kitabe, mezarda yatan kişiye/kişilere ve merkadi yapan kişinin ismini ve yapıldığı tarihi içermek zorundadır. Bu durumda Kanuni Sultan Süleyman  zamanında yapılan mermer sanduka üzerinde 3 adet kitabe olması icap eder ki Mevlana ve yanında yatan oğlu Sultan Veled’in tek bir mustatilin ihatası halindeki mermer sanduka kaidesi için bunun söz konusu olmadığı dikkat çekmektedir. Elbette konu tartışmaya açıktır.

[27]Kur’an-ı Kerim Meali, Haz.Abdülbaki Gölpınarlı, Elif Kitabevi, İstanbul-2005.

[28]Sevakıb-ül Menakıb, aslı XIII.YY’da yazılan Menakıb-ül Arifin’in Hemedanlı Abdülvehhab bin Mehmed Dede tarafından Farsça olarak özetlendiği eserdir. (Ayrıca bkz. Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, Prof.Dr.A.Gölpınarlı, Inkılap ve Aka, sayfa 296, 2.Baskı, İstanbul 1983 Akşehir’de medfun bulunduğu türbesinin kubbesi Hz.Mevlana’nın türbesinin kubbe mimarisine çok benzeyen Seyyid Mahmud Hayrani’nin, XIII.YY yapımı ahşap sandukası üzerinde Mevlana’nın; “Gerçekten haberdar olarak ölen aşıklar sevgilinin huzurunda şeker gibi eriyip giderler” mealindeki;

 Aşıkaani ki bahaber mirend

Piş-i ma’şuk çün şeker mirend

Gazeli bizzat kendisinin vasiyeti üzerine işlenmiştir)

[29]Şehabettin Uzluk, Mevlana Türbesi, Yeni Kitab Basımevi, Konya-1946. 

[30]A.g.e, dipnot no 18.

[31]A.g.e

* Stupa Budist Mabedlerindeki kule tarzı mimari geleneğidir. Belh Şehri eski Barukan şehrinin yerine kurulmuştur. Bu şehrin diğer adı Baktria olarak da geçmektedir. Konuyla ilgili olarak bu bölge Maveraünnehr bölgesinin Tibet’in dağlık bölgelerine açılan bir kapısı gibi olup burada en eski Buda Mabetleri’nden biri olduğu bilinmektedir. Barthold dahil bir çok araştırıcı Baktria’nın Keyhusrev’in M.Ö VII.YY’da bu bölgede İskitler ile savaştığından bahsetmemekle birlikte, bölgenin Orta Asya Türk Kültürü ile ilişkisi üzerinde durmayıp, kanaatimizce Arap kültürü ile özdeş tuttuğu Müslüman Kültürü üzerinde yazdığı muhtasar eserinde konuya çok kısa değinir. 

[32]Şeyh Galib, Hüsn-ü Aşk, Haz. Abdülbaki Gölpınarlı, Altın Kitaplar Yayınevi, sayfa 7-46, İstanbul-1968;  Esrar Dede, Şeyh Galip Dede’nin 1787 yılında Yenikapı Mevlevihanesi’nde Ali Nutki Dede zamanında Mevlevi Çilesini tamamlayarak Hücrenişin olmuştur. Galip Dede’nin Es’at mahlası ise ona, devrinde Farsça okutan bir çok kişiye de çeşitli mahlaslar veren Mevlevi Neş’et Süleyman Efendi tarafından verilmiştir. Ancak Esat mahlasını 1785’ten sonra terketmiştir.     

[33]Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları, Haz.Ord.Prof.Dr.Enver Ziya Karal, TTK Yayınları, Ankara-1999.

[34]Şeyh Galib rind meşreb ve ehl-i beyt sevgisi derin olan bir mutasavvıftır. Bu konu ile ilgili olarak bilinen iki kasidesi gerçekten üzerinde durulmaya değerdir.

 

 Sanman bizi kim beste-dil-i nefs-i kaviyüz

Hak-i kadem-i Ali Aba Mustafafiyüz

Ne harf-i emiran bilirüz ne bedeviyüz

Razi-şude-i hükm-i kaza Murtazaviyüz

 

İkrarımıza ser virirüz ahde kaviyüz

Biz Şah-ı Vilayet kulıyuz hem Aleviyüz

 Hatta divanında yer alan bir başka beytinde;

 

Behr-i Muhammedest çü icad-ı kâinat

Hun-i Huseyn mucib-i idam-ı alemest

Şeklindeki ifadeler üzerinde dikkatle düşünülmesi icab eder kanaatindeyiz.(Detaylı okuma için ayrıca bkz. Şeyh Galib, Hüsn-ü Aşk, Haz. Abdülbaki Gölpınarlı, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul-1968)

Bu açıdan bakıldığında, o devirde Yeniçeri Ocağı’nın artık dejenere olduğu muharip bir güç olmaktan ziyade menfaat grupları ile birlikte hareket ederek yarattığı disiplinsizliğinin, devleti zaafiyete uğratması nedeniyle güçten düşmesi, bu nedenle kurulması zorunlu olan Nizam-ı Cedit’e karşı, softaların ve eski düzenden nemalanan kimi menfaat gruplarının (kimi çevreler tarafından Nizam-ı Yezid ve Leşker-i Pelid gibi adlandırmalar) aleyhtarlık yapması gerçekten hayret vericidir. Devrin olayları ve Hatt-ı Hümayunların incelenmesinden anlaşılmaktadır ki  kimi menfaat gruplarının ki buna Konya Mevlevi Çelebisi Mehmed Emin Çelebi de dahildir, yeni kurulan bu orduya şiddetli aleyhtarlık göstermesi sadece ikbal kaygısından ibaret görünmektedir. 

[35]A.g.e, dipnot no 30, sayfa 27-47; Gerçekten de Selim III dönemi Osmanlı İmparatorluğu için bir dönüm noktasıdır. Özellikle Nizam-ı Cedit ordusu artık yozlaşarak disiplinsiz hale gelmiş olan Yeniçeri Ocağı’nın yerine kurulması adeta zorunlu hale gelmiş olduğu bir yana tabir caiz ise Devlet-i Aliyye’nin bir beka sorunu haline de gelmiş bulunmaktaydı.  Nizam-ı Cedit aleyhtarı olan ve hem Şeyh Galib’e ve hem de Sultan Selim III’e şiddetle muhalefet eden Konya Çelebisi Hacı Mehmet Emin Çelebi’nin bu tavrının altında, Konya ve havalisinde bağımsız hareket etme arzusu, çelebilik nüfuzuna dayanarak, Sille ve Tat köylerinden elde etmek arzusunda olduğu devlete ait vakfiyelere ait akçenin, Bab-ı Ali’yi temsilen Sultan Selim III tarafından kendisine verilmesinin uygun görülmemesi gerçeği yatmaktadır.(Detaylı bilgi için bkz. Prof. Dr. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, İnkılap ve Aka, sayfa 170-175, İstanbul-1983).  

[36]Şia İnancına göre sekizinci imam olarak kabul edilen İmam Ali Rıza Şah-ı Horasani olarak da isimlendirilmiştir. Hem sünni hem Şii tasavvuf ekolleri tarafından ortak figür olarak kabul edilir. Öte yandan ilk Şia risalelerin IX. YY ortalarında yazıldığı bilinmekte hatta Abbasi halifesi ve annesi bir Türk olan El Memun’un hilafet makamını İmam Ali Rıza’ya teklif ettiği de rivayetler arasındadır. Ancak bir taraftan da Ehl-i Beyt imamları tarafından sufilere mesafeli yaklaşıldığı da muhtelif kaynaklarda geçmektedir.(Detaylı bilgi için ayrıca bkz. Prof. Dr. Abdülbaki Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, Der Yayınları, İstanbul-1997) 

[37]A.g.e, dipnot  no  29, sayfa 18.

[38]Bugün, Türk Musikisinin en ihtişamlı eserlerinin başında gelen Suz-i Dilara Mevlevi Ayin-i Şerif’inin bestekarı olan Sultan Selim III’ün terkib ettiği klasik Türk musikisi makamları hakkında en detaylı bilgilerden önemli bir kısmı, Yenikapı Mevlevihanesi postnişini Abdülbaki Nasır Dede’ye ait Tetkik-ü Tahkik’tir.  Neyzen Abdülbaki Nasır Dede (Hamamizade İsmail Dede’nin çağdaşı olup ney meşki yaptıklarından bahsedilir), Şeyh Galib’in 1787 yılında Ali Nutki Dede zamanında Mevlevi çilesi çıkararak Hücrenişin olduğu Yenikapı Dergahı’na ondan sonra postnişinlik yapmış olup ona ait Acembuselik Mevlevi Ayin-i Şerif’i abidevi bir Klasik Musiki şaheseridir. 

[39]Gazi Mustafa Kemal Atatürk 22.03.1923 yılında Konya ziyareti sırasında Mevlana Türbesi’ni ziyaret eder. Bugün de hala mevcut bulunan Niyaz Penceresi’nin üzerindeki Hz. Mevlana’ya ait şu dizeler dikkatini çekerek onları tercüme ettirir.                       

Derha heme beste end illa der-i tu

Ta reh nebered garibi illa ber-i tu

Ey der keremu izzet-i nurefşani

Hurşidi mah-u sitarekan çakeritü

 Yani;                          

 Ey keremde, yücelikte ve nur saçıcılıkta, güneşin, ayın, yıldızların kul olduğu sen

Garib âşıklar senin kapından başka bir kapıya yol bulamasınlar diye

Öteki bu bütün kapılar kapanmış, yalnız senin kapın açık kalmıştır

(Mevlana’ya ait bu çok lirik ve derin anlam içeren dizeler, yüzyıllar boyunca neşe-i tevhid sahibi aşıklar tarafından Beste-i Kadim Uşşak Mevlevi Ayin-i Şerif’inin 3.Selamı’nda defalarca terennüm edilmiştir)  

Anlamındaki dizelerini görünce türbe ve müştemilatının Asar-i Atika Müzesi haline getirilmesini istediği gayet iyi bilinmektedir. Bu tarihten üç yıl sonra da müze haline getirilen yapı kompleksi statüsünü bugün de devam ettirmektedir. 

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir