Minimalizm-İnsanları sev, eşyaları kullan, çünkü tersi işe yaramaz.

Minimalizm-İnsanları sev, eşyaları kullan, çünkü tersi işe yaramaz.

*“Eşyaları sevip insanları kullanmak yerine insanları sevip eşyaları kullanmayı hatırlamalısınız.” Başpiskopos Fulton J. Sheen-1925

*“Karmaşık şeylerin güzel olduğunu düşünmek insanların ortak yanlışıdır.” Descartes

Zaman içerisinde hepimiz değişiriz: Bazen bazı insanlara daha yakınlaşır, bazen uzaklaşırız, bazen sevgimiz biter, bazen de birlikte evriliriz. Birisi değişti diye sizi sevmiyor demek değildir -sizi artık büyük ölçüde önemsemiyor demek değildir- yalnızca o kişi değişti demektir. Değiştirebileceğimiz tek insan yine kendimizizdir…

İsviçre peynirine dönmüş olan kalplerimizde açtığımız delikleri doldurmak için kendimizi, içimizdeki en kötüyü ortaya çıkaran insanlarla çevreler, kendi değerlerimizi paylaşmayabilecek, heyecan verici yeni ilişkiler için can atarız. Farkına varmadan hepimiz büyürüz ama fazla olgunlaşmayız. Otuz, kırk veya ellili ya da daha büyük yaşlarda şaşkınlık içinde etrafa bakar ve neden kendimizi yaşamımızı karartan eşyalar ve insanlarla kuşattığımızı merak ederiz. Bu bataklıktan kurtulmak istiyorsak zararlı olanlar da dâhil olmak üzere kurduğumuz ilişkileri dürüstçe değerlendirmenin zamanı geldi de geçiyor…

Bu kez paylaşım teması Minimalizm. Bu kavram, Batı tarafından yeni yeni keşfedilmeye çalışılan ve üzerinde eserler verilen, ancak Doğu Düşünce sisteminde çağlardan beri göz önünde bulundurulan bir kavramdır.

Minimalizm, sadelik ve nesnelliği ön plana çıkaran ve hayatta en önemli olan şeylere odaklanabilmemiz için gereksiz şeyleri, aslında hiçbir şey olmayan şeyleri aşmamızı sağlayan bir akımdır.

Yine minimalizm, kişiyi kendisi için önemli olan değerler doğrultusunda yaşamındaki önemsiz eşya, duygu ve alışkanlıklardan kurtarmasına, daha azına sahip olarak daha bilinçli ve doğru seçimler yapmasına teşvik eden bir felsefedir.

Müzik ve görsel sanatlarda sadeliği ve nesnelliği ön plana çıkaran bu akımın kökeni Batı toplumlarında 1960’lara dayanmakta olup, daha az ile daha fazlasına sahip olmak ya da azdan çok yaratmak olarak çevrilebilecek ‘Less is more’; bir yaşam felsefesi olarak sanatın yanı sıra pek çok alanda karşımıza çıkmaktadır.

Tıpkı hayatımızdaki fazlalıklar gibi sağlığımızla ilgili problemler de biz onları göz ardı edince yok olmaz, eşya yığınlarımız ve hastalıklarımız her geçen yıl çoğalır. Sadeleşmek için en iyi zaman on yıl önceydi; ikinci en iyi zaman ise şimdidir.

“Yazar Derek Sivers, ‘İyi bir kitap fikrinizi değiştirir, muhteşem bir kitap sizi harekete geçirir,’ der. İyi bir kitap yazdığımıza inanıyorum, fikrinizi değiştirme potansiyeline sahip bir kitap ama onu muhteşem kılmak sizin elinizde. Dolayısıyla bu kitabı okurken yararlı bulduğunuz paragrafları seçip altını çizin. Bu kitap, sizin ve benim gibi sıradan insanların kendi içlerine bakıp bizi aşağı çeken ve başkalarıyla olan ilişkilerimize zarar veren zihinsel, duygusal, psikolojik, ruhsal, mali, yaratıcılıkla ilgili, teknolojik ve ilişkisel karmaşa meselesini ele almadan önce etrafımızdaki eşya yığınlarıyla başa çıkma konusunda yardımcı olabilmek için yazıldı,” diye açılımda bulunan Joshua Fields Millburn & Ryan Nicodemusy’nin beraberce yazdıkları ilk basımı Mayıs 2022’de yapılan Minimalizmİnsanları Sev Eşyaları Kullan-Çünkü Tersi İşe Yaramaz” adlı eseri okuyup inceledim ve sizle bir özetini ve öne çıkan birkaç paragrafı aşağıya aktarıyorum:

*Komedyen George Carlin “insanlar size nasıl olduğunuzu sorduklarında” her zaman “Harika!” diye cevap verin der. Çünkü bu cevap arkadaşlarınızı mutlu eder, düşmanlarınızı ise öfkelendirir.

* On ile yirmi yaş arasındaki gençlerin yüze 93’ünün alışverişi en sevdikleri eğlence olarak gördüklerini biliyor muydunuz? Alışveriş bir eğlence midir? Gerekli olmayan mallara yılda 1,2 trilyon dolar harcadığımıza göre öyle olmalı. Daha anlaşır olması için bir daha söyleyelim: İhtiyacımız olmayan şeylere yılda bir trilyon dolardan fazlasını harcıyoruz.

Maddi sahipliklerimiz içsel yaşamlarımızın fiziksel bir dışa vurumudur. Etrafa şöyle bir bakın: endişe, sıkıntı, huzursuzluk- hepsi burnumuzun dibinde, evlerimizde. Ortalama bir Amerikan evinde 300 binden fazla parça var. Bu kadar eşya ile sanırsınız ki zevkten kendimizden geçiyoruz. Ama araştırmalar tersini gösteriyor: Endişeli, bunalmış ve acınası bir haldeyiz. Hiç olmadığımız kadar mutsuzuz ve tüketmenin gerçek maliyetini göz ardı edip daha fazla şeye sahip olma yolunu seçerek kendimizi rahatlatıyoruz.

* Henry David Thoreau şöyle diyor: “Çalışkan olmak yeterli değildir, karıncalar da çalışkandır. Hangi konuda çalışkansın?” Thoreau’nun ikileminde bir değişiklik yapacak olsam, “Meşgul olmak yetmez; herkes meşgul. Sen, neye odaklanıyorsun?” derdim.

*Giderek büyüyen evlerimiz ve eşyalarla dolu depolarımız varken bile garajlarımızda arabalarımızı park edecek yeterli yer yok çünkü o garajlar da eşyalarla dolup taşıyor: Kullanılmayan spor malzemeleri. Egzersiz aletleri. Kamp malzemeleri. Dergiler. DVD’ler. CD’ler. Eski elbiseler, eski elektrikli aletler ve mobilyalar. Artık kullanılmayan çeşitli şeylerle dolu kutular ve sandıklar yerden tavana kadar yükseliyor.

*Bir gün “lazım olursa” diye tuttuğunuz herhangi bir şey var mı? Tutmanız gerekmez. Lazım Olursa (LO) Kuralı’na, diğer adıyla 20/20 Kuralı’na giriş yapın. Bu kural şöyle işliyor: Attığınız herhangi bir LO nesnesi daha sonra gerçekten lazım olduğunda yenisini 20 doların altında bir fiyata bulunduğunuz yerden 20 dakikadan daha kısa bir mesafede temin edebileceğiniz bir nesne olmalı.

*Viagra, ilk konseptinin ötesine itilen tek ürün değil. Listerine’in (Diş temizleme suyu) daha önce yer temizleyicisi olarak kullanıldığını biliyor muydunuz? Coca-Cola morfine alternatif olarak ve mısır unu krakeri de ufak erkek çocukların mastürbasyon yapmasının önüne geçmek için üretilmişti.

*Ortalama bir çocuğun iki yüzden fazla oyuncağı olmasına rağmen o oyuncakların günde yalnızca on iki tanesiyle oynadığını biliyor muydunuz? Ve son yapılan bir araştırma anne babaların zaten bilmekte oldukları bir şeyi ortaya koydu: Çok fazla oyuncağı olan çocukların dikkati daha kolay dağılıyor ve kaliteli oyun zamanından hoşlanmıyorlar.

Rolex ve Mercedes’in yüksek kaliteli, iyi hazırlanmış ürünler ürettiklerinden ve bu kalemlerin doğasında yanlış bir şey olmadığından eminim. Gerçek sorun bu maddi şeyler hayatınızı daha iyi, daha anlamlı veya daha tam yapacakmış gibi hissediyor olmaktır. Nitekim Rolex size daha fazla zaman kazandırmaz. Mercedes sizi gideceğiniz yere daha çabuk götürmez. Yazlık ev daha fazla tatil gününüz olacağı anlamına gelmez. Hatta çoğu durumda tam tersi geçerlidir.

Eşyalarınız sizi daha bütün bir insan yapmaz. Hayatları­mıza soktuğumuz şeyler olsa olsa kendimizi daha rahat ya da daha yaratıcı hissetmemize yardımcı olurlar- anlamlı bir hayata katkıda bulunabilirler ama hayatlarımıza anlam getirmezler.

*Reklamcılar yeteneklerini öyle geliştirdiler ki bize çöp bile satabilir ve bunun bizim yararımıza olduğunu söyleyebilirler. 1976 yılında, o zaman Merek & Co.nun CEO’su olan Henry Gadsden, Fortune dergisine ilaçları sağlıklı insanlara satmayı tercih edeceğini çünkü onların daha çok parası olduğunu söylemişti. O zamandan bu yana bize yeni “çareler” satıp duruyorlar.

* Sahip olduğumuz şeyler dünyaya bizim kim olduğumuzu söylemez ama ne yazık ki kim olmak istediğimizi anlatır. O yeni şey senin için mi? Yoksa onu başkaları için bir imaj yaratmak adına mı alıyorsun? Eğer gerçekten senin içinse -ve eğer almak mantıklı ise- o zaman elbette, git ve al. Kendimizi hayatlarımızı geliştiren şeylerden yoksun bırakmayalım. Ama eğer alışverişi bir çeşit tüketimci istikrarınızın işareti olsun diye yapıyorsanız o zaman satın almaya çalıştığınız özgürlüğünüzün önüne engel çıkarıyorsunuz demektir.

* Eğer gömleğiniz belli bir marka değilse insanlar sizi sevmez mi? Eğer rimelinizi atarsanız insanlar size saygı duymaz mı? Eğer ucuz bir arabanız olursa insanlar size saygı duymaz mı? Eğer durum buysa o zaman siz toksik insanlarla takılıyorsunuz demektir. Ama daha muhtemel olanı bu asılsız korkuları siz yarattınız ve hayatınızla ilgili yapmak istediklerinizi yapmanıza engel olan sizin bu kendi kendinize yarattığınız korkular. İçten insanlar arabanızın markasını, nerede yaşadığınızı ya da giysilerinizin markasını umursamazlar.

* Doçent Dr. Thomas Wood’a göre: “En iyi ilaçlar bedavadır: diyet, egzersiz, uyku, güneş ışığı.” Birçok sporcu, doktor ve araştırmacı size şunu söyleyecektir: Sağlığınızın kontrolünü yeniden ele geçirmek istiyorsanız öncelikle beslenmenizin kontrolünü elinize almalısınız çünkü vücudunuza koyduğunuz her şey tüm yaşamınızın yakıtıdır. Yiyecekleri eğlence değil yakıt olarak kabul ettiğinizde artık isteklerinizin kölesi olmazsınız. Bunun yerine arabanızın benzini azaldığında deponuzu doldurduğunuz gibi yakıta ihtiyaç duyduğunda da vücudunuzu beslersiniz. Bugün bir “kaçamak günü” olduğu veya “kendinizi şımartmak” istediğiniz için arabanızı aşırı doldurmuyorsunuz. Ayrıca, bir “ikrammış” gibi içimize zehir doldurmayı düşünmeyi bırakmalıyız. Gerçek ikram, bedenlerimize saygılı davranmakla, iyi yaşayabilmemiz için bedenlerimizi beslemekle olur. İçinde bulunduğumuz anın keyfi için yaşamalıyız, bir sonraki ziyafet için değil. Haftada sadece bir “kaçamak günümüz” varsa bu, yılda yedi hafta kaçamak yapmaya eşdeğerdir. Sizi bilmem ama eşim beni bunun yarısı kadar bile aldatsa mutlu olmazdım. Ama yine de sürekli kendimizi aldatıyoruz.

* Geceleri çok fazla mavi ışık alıyoruz ve gün boyunca yeterince güneş ışığı almıyoruz. Evlerimizden ofislerimize ve kapalı kamusal alanlara arabalarımızın gölgeliklerinin altında gidip geldiğimiz için Amerikalıların zamanlarının yüzde 93’ünü içeride geçirdikleri, atalarımızın ise neredeyse tüm günlerini güneşte geçirdikleri tahmin ediliyor. Bu nedenle uykuya dalmamıza yardımcı olan melatonin üretimini olumsuz etkilediği için geceleri mavi ışıktan kaçınmanın önemli olması gibi sabahın ilk ışığından başlayarak gün boyunca ışık almak da aynı derecede önemlidir. Ulusal Uyku Vakfı dergisi Sleep Health’teki bir makaleye göre sabahları güneş ışığı alan insanlar sadece geceleri daha iyi uyumakla kalmaz, aynı zamanda sabahları fazla ışık almayanlara göre daha az depresif ve stresli olurlar.

* En son bir müzeyi ziyaret ettikten sonra oradan ayrılışınızı düşünün. Muhtemelen hediyelik eşya dükkânından çıkmak zorunda kaldınız. Bu, tüketimciliğin son gayretidir. Ve ne yazık ki işe yarar. Kızım ne zaman süs eşyaları, biblo ve hediyelik eşyaların arasından geçse eve bir tane götürmek için yalvarıyor. “Bir şey alabilir miyim? Lütfeeeeen!” “Ne istiyorsun?” “Bilmiyorum-herhangi bir şey!” İşte tüketimciliğin herkese yaptığı bu. Ne istediğimizi bilmiyoruz ama daha çok istediğimizi ve hemen istediğimizi biliyoruz. Üzerinde düşünmek, hayatımıza neyin değer katacağını ya da neyin bizim için bir engel oluşturacağını sorgulamak için durmuyoruz bile. Ama eğer hayatımıza soktuğumuz şeyleri sorgulamazsak hayatımıza her şeyin girmesine izin vermiş oluruz. Dolayısıyla minimalizmin mesajı basittir: Eğer o şeye beş dakika önce ihtiyaç duymuyor idiysen muhtemelen şimdi de duymuyorsundur. Ve eğer şimdi ihtiyaç duyuyorsan bile beklemekten zarar gelmez. Eğer kızıma işe yaramaz o süs eşyasını alıp alamayacağını bana ertesi gün sormasını söylersem hemen hemen her zaman unutuyor. Çünkü bizler yalnızca anlamlı şeyleri hatırlarız ve bütün kısa ömürlü şeyler havada yok olur gider.

* Ekonomiyi canlandırmak için tüketimciliği kullanmak, kırık bir aynayı çekiçle tamir etmeye benzer… Sadece sorunu daha da kötüleştirir.

Yanlış anlamayın. Kimseyi moda, sanat veya iletişim okumaktan vazgeçirmeye çalışmıyorum; bunu yapmak için borç altına girmenin mantıklı olup olmadığını sorguluyorum. Öğretim ile eğitimi sıklıkla karıştırıyoruz, ancak yeni bir şey öğrenmek için bir kürsüye ve derse ihtiyacımız yok. Gerçek dünyada hepimiz öğrenciyiz ve gerçek dünya deneyiminin yerini hiçbir şey tutamaz. En prestijli üniversiteler bile size bunu sağlayamaz.

Yale’den mezun huysuz bir hemşire yerine Ohio Devlet Üniversitesinden mezun nazik, yetenekli bir hemşirem olmasını yüz defa tercih ederim.

*Parlayan ekranlarımız her şeyin önüne geçti ve hepimiz bizi oyalayan şeylere bağımlı hale geldik. Günümüzün sigarası ekran kaydırmak oldu.

Chipotle, Whole Foods veya 7-Eleven’da sıraya girdiğinizde etrafınıza bakın- bağımlılıklarımız kendini gösteriyor. Bir nesil önce neredeyse herkes gün boyunca rastgele sigara içiyordu. Bugün, iç mekânlarda sigara içmek delice bir şey, ancak onun yerini altı inçlik ekranlarımızın büyüleyici parıltısı aldı. Şimdi tekrar etrafa bakın. Salonu iyice inceleyin. Neden kimse gülmüyor?

Belki de günde 150 kez akıllı telefonlarımıza baktığımız içindir. Ya da belki de telefonlarımıza 2 bin 617 kez dokunduğumuz, kaydırdığımız ve tıkladığımız, bu da cihazlarımızı günde ortalama on iki saat kullanmamıza neden olduğu içindir. Daha da kötüsü, akıllı telefon kullanıcılarının yüzde 86’sı arkadaşları ve aileleriyle sohbet ederken telefonlarını kontrol ediyor ve Y kuşağının yüzde 87’si akıllı telefonlarını asla yanlarından ayırmadıklarını söylüyor.

* Özellikle kullanmam gerekmedikçe telefonumu düzenli olarak “rahatsız etmeyin” moduna alıyorum ve eşimle birlikte telefonlarımızı bir çekmeceye atıp ekransız bir gün geçirdiğimiz The Minimalists olarak uyguladığımız Ekransız Cumartesilere katılıyorum. Hatta telefonun ekranını grinin tonlarına ayarladım çünkü Google’da eski bir tasarım etik uzmanı olan Tristan Harris’e göre ton değişikliği yapmak telefonunuzdaki uygulamaları daha az ayartıcı hale getiriyor ve bu da sürekli kontrol ve kaydırmayı engelliyor. Tüm o Instagram fotoğraflarının ve YouTube videolarının büyüleyici renk patlamalarından arındırıldığını hayal edin.

Google’ın baş ateşli savunucularından Gopi Kallayil’in akıllı telefonlarımızı “yetmiş dokuzuncu organımız” olarak adlandırdığını duyunca karanlık bir gelecekte mi yaşıyoruz acaba diye düşünmez misiniz?

Bir telefon bağımlısının beynindeki gri maddenin fiziksel şekil ve boyutunun, bir uyuşturucu kullanıcısının beynindekine benzer şekilde değiştiğini MR taramalarının ortaya çıkarmış olması korkutucu değil mi? Şahsen, bir telefonum olacaksa onu beyni değiştiren ikincil bir organ olmaktansa bir araç olarak kullanmayı tercih ederim.

Akıllı telefonlarımızı muhteşem manzaraları fotoğraflamak, sevdiklerimize mesaj göndermek veya uzaktaki bir milli parkın yol tarifini yapmak (ya da -şok! – telefon görüşmeleri yapmak) için kullanabiliriz. Ya da aynı cihazı durmadan e-postaları kontrol etmek, durum güncellemeleri akışına göz atmak, sayısız öz çekim paylaşmak veya çevremizdeki güzel dünyayı görmezden gelirken katma değeri olmayan bir sürü başka etkinlikte yer almak için sürekli bir tıklama halinde kullanırız.

* Hepimizin sevgiye ihtiyacı vardır. Ama sevgi ihtiyacımız olan tek şey değildir. Başkaları tarafından görülmeye ihtiyacımız vardır; duyulmaya ihtiyacımız vardır, bağlantı kurmaya ihtiyacımız vardır. Samimiyete, inceliğe ve tatlı dile ihtiyacımız vardır. Ancak sevgi olmayınca bunlar bastırılır. Sevgi olmadan samimiyeti hayal edebiliyor musunuz? Peki ya inceliği? Tatlı dili? Bir adım daha ileri gidin: Sevgi olmadan istediğiniz her şeyi elde etmeyi, tüm hayallerinizi gerçekleştirmeyi hayal edebiliyor musunuz? Mümkün değil. İki boyutlu bir ev inşa etmek ya da boş bir bardaktan içmek gibi sevgisiz bir hayat düz ve boştur.

Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, Antalya, 18 Temmuz 2022

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir