Okumak Nefes Almaktır…
“Okumak Nefes Almaktır-Dijital Çağda Kitap Okumak için 10 Neden”
“Yetişen zekâları kitaplarla beslemeyen uluslar yok olmaya mahkûmdur” Ovidius
Kitaplar sadece raf süsü olarak kullanılırsa hiçbir işe yaramaz, tıpkı dolapta bekleyen bir çift yürüyüş botunun formunuza katkı sağlamayacağı gibi.
“Edindiği bilgiyi kulpuna getirip göstermek amacıyla eline geçeni plansız bir şekilde okuyan okuyucu” yu ayaklı bir sözlüğe benzetebiliriz. Hiçbir şeyi tam olarak bilmez, ilk bakışta göz kamaştıran bilgisi ise dergi ve gazete bilmecelerinin çözümünde faydalı olmaktan ileri de gidemez. Bu bakış açısıyla denilebilir ki, iyi okur niçin ve nasıl okuyacağını bilen bir kişidir…
Okuyorsak ne karşındakileri susturmak, bilgiçlik satmak için, ne her okuduğumuza körü körüne inanmak, ne de konuşmalarımıza malzeme olması için ama incelemek, düşünmek için okumamız gerekir… Kitap vardır, ancak tadına bakılmak içindir; kitap vardır yutulmak, kitap vardır çiğnenmek, özümlenmek içindir. Başka deyimle, kimi kitapların insan ancak bir bölümüne göz atmalı, kimisini baştan sona şöyle bir okuyup geçmeli, pek azını da her ayrıntı üzerinde titizlikle durarak adamakıllı okumalı.
Ülkemiz gerçeğinde “Okuma” bağlamında Çetin Altan’a hak vermemek elde değil: “Okumadığımız için az yaşayan insanlarız. Az yaşayanlar hem genç kuşakları iyi yetiştiremez hem de özlenen bir hızla gelişemez. Ne yazık ki okumadığımız için ne kadar az yaşadığımızın bilincinde değiliz…”
Benim sizlerle paylaşımımın teması okumak üzerine…
Çocuklarda ve geleceğin yetişkinlerinde doğru okuma alışkanlıkları oluşturmanın yolu da öncelikle ailede kitap okunmasından geçer. Çocuklara kitap okuyarak sözcük dağarcıklarının zenginleşmesine katkıda bulunuruz. Bu sayede farklı dünyalara ve yaşayışlara girebilir, dünyayı farklı açılardan görebilirler. Üstelik kitap okuyarak nasıl odaklanacaklarını da öğrenirler.
Okumak empatiyi de geliştirdiğinden kitap okuyanlar yakınlarının duygu ve düşüncelerini daha iyi anlayabiliyor ve bu da toplum üyelerinin birbirine bağlılığını daha da pekiştiriyor. Benzer şekilde nasıl düşüneceğimizi bilmezsek yenilikçi olamayız, sözcük dağarcığımız dar ve sığ ise de düşünmeyi beceremeyiz… Sonuçta denilebilir ki, gelişmiş bir okuma kültürüne sahip ülkeler, okuma kültürü zayıf ülkelere göre genellikle daha yenilikçi ve mutludur.
Büyük okuyucu olmasına büyük okuyucu ve bir kültür adamı olan Oscar Wilde, aynı zamanda, okumanın kültürlü insanın başına getirebileceği olumsuzluklardan haberdar biri olarak, bizi bunun tehlikelerine karşı uyarma cesareti gösteren kararlı bir okumayandır da… Wilde’ın okumaktan sakınma konusundaki en önemli metni “Eleştiri bir sanattır” başlığını taşır. İki taraf arasında bir diyalog şeklinde düzenlenen bu metinde Ernest ve Gilbert adlı iki kişi vardır ama işin aslı, yazarın özgün bakış açılarını daha büyük bir netlikle ortaya koyan Gilbert’tır.
“Bir şarabın kalitesini ve tadını ölçmek için bütün fıçıyı içmeye gerek yok ki. Bir kitabın bir şeye değip değmediği yarım saatte kolaylıkla anlaşılır. Hatta biçim sezgisine sahip birine altı dakika da yeter. Neden tuğla gibi bir cilde gömülüp kalasınız ki? Biraz tadına bakarsınız, bu da bana göre yeterlidir, hatta yeterinden de fazladır.”
Bizim kültürümüzde adı konmamış bir ilke doğrultusunda, bir kitaptan biraz olsun açıklıkla bahsedebilmenin ilk şartı o kitabın okunmuş olmasıdır. Oysa benim deneyimlerime göre[1], okumadığımız bir kitap hakkında, hatta belki de özellikle kendisi de onu okumamış biriyle hararetli bir söyleşi tutturmanız tamamen imkân dâhilindedir…
Düşünme becerisinden yoksunsak, internet aptallığımızı daha da derinleştirmekten başka işe yaramaz. İnsanlık henüz empati kurabilmeyi, odaklanabilmeyi, düşünebilmeyi ve sözcük dağarcığını geliştirebilmeyi kitaplardan daha etkin şekilde öğreten bir medya aracı icat edemedi. Daha açık ifade etmek gerekirse okumanın amacı -sadece- veri ve/veya hikâyeleri alımlamak değildir. Asıl mesele, yan etkileri veya ekonomistlerin deyimiyle pozitif dışsallıklarıdır. Okuyarak bizi gerçeklik testlerinden sürekli sınıfta kalmaktan kurtaran ve internetin aptallığımızı derinleştiren bir araç olarak kalmasını engelleyen becerileri geliştirir ve bu becerileri güçlendiririz. Okumak bize kendi fikirlerimizi üretebilmeyi öğretir.
*Dijital çağda etrafın eğlenceli, kolay ulaşılır ve pek de gayret gerektirmeyen birçok içerikle sarılıyken kitap okumak akıntıya karşı kürek çekmek mi?
*İnternette dizi izleyip vakit geçirebilecekken neden kitap okuyasın ki?
*Peki, okumak sana ne kazandırır?
İşte, okumanın psikoloji ve empatiyle ilişkisi, kitap okunan ortamda büyümenin önemi, yabancı dilde okumanın faydaları gibi pek çok konu üzerine sorular sorup bu sorulara yanıt ararken, okumanın hayatımızdaki gerekliliğini on nedenle açıklamaya çalışan, kitap tarihi ve yayıncılık üzerinde önde gelen uzmanlardan biri olan Prof. Miha Kovac’ın ülkemizde Mart 2022’de yayınlanan “Okumak Nefes Almaktır-Dijital Çağda Kitap Okumak için 10 Neden” başlıklı eseri okudum, inceledim, derledim ve sizlerle paylaşıyorum.
Kovac, ülkesi Slovenya’da büyük yankı uyandırarak haftalarca çok satanlar listesinde kalmış ve 2020’nin en iyi üç kitabından biri olarak gösterilen kitabında şöyle bir giriş yapmakta: “Söz konusu kitaplar olduğunda tarafsız kalamadığımı kabul etmeliyim, onlara bayılıyorum. Ancak her aşk gibi, kitaplara olan zaafımın da gözü kör. Çoğu okur gibi ben de okumayı neden sevdiğimi, bu eylemin beni ve sevdiklerimi nasıl etkilediğini hiç sorgulamadım.”
Anılan kitabın öne çıkan birkaç paragrafı aşağıya aktarıyorum:
*Yetişkinler, çocuklara rol model olmak için evdeki kitapları kendileri de okumalılar elbette. Ayrıca henüz okuma çağında olmayan çocuklara da okumalı ve onları gelecekte okuma alışkanlığı geliştirmelerine fazlasıyla katkıda bulunacak binlerce ilginç isimli kitap barındıran kitap mağazalarına ve kütüphanelere de götürmeliler.
Çocuklara kitap okuyarak onların düşünebilen ve empati kurabilen bireylere dönüşmesine katkıda bulunuruz. Evinde en az orta ölçekli bir kitaplığı bulunan bir aileye doğmuş yetişkinlerin okuma ve matematik becerileri, kitaplığı olmayan bir evde büyümüş ve benzer bir eğitim süreci geçirmiş yetişkinlerden daha yüksektir.
*Son yirmi yılda kâğıttan ve ekrandan okuma üzerine yapılmış yüzlerce çalışmayı kapsayan üç geniş çaplı araştırma, uzun ve karmaşık olan bilgilendirici metinlerin ekran yerine kâğıttan okunduğunda daha iyi kavrandığının gösteriyor.
Üstelik deyim yerindeyse elinde akıllı telefonla doğan milenyum nesli, uzun metinleri ekrandan okurken entelektüel dünyayla kitaplar yoluyla tanışmış boomer neslinden daha fazla zorlanıyor. Bu durumun neden kaynaklandığını -henüz- bilmesek de olası nedenlerden biri, ekranların yanıp sönmeyen ve ses çıkarmayan şeylere odaklanmanın zor olduğu bir ortam yaratması ve bu nedenle içeriği sadece tarayıp geçmemiz; akıllı telefonlarla büyüyen neslin, basılı medyaya uzun süre maruz kalmış kişilerden ekran ortamını bu şekilde algılamaya daha çok aşina olması olabilir. Dolayısıyla milenyum nesli, uzun bir metin okuması gerektiğinde basılı medyayı kullanmayı gittikçe daha da makul buluyor.
* Pek çok meslektaşım, büyük bir coşkuyla yeni nesillerin kitapları sadece ekrandan okuyacağından ve basılı kitapların sadece antika koleksiyonerlerine ve teknolojik okuryazarlığı olmadığı gibi yeni ortama uyum sağlamak da istemeyenlere hitap edeceğinden bahsetti. Sonra biri, kaç kişinin okurken Kindle kullandığını sordu. Hepimiz gururla elimizi kaldırırken -salondaki en genç meslektaşımız mahcup bir edayla basılı kitap okumanın okumayı öğrendiğinden beri mesaisinin yanı sıra, neredeyse tüm boş zamanlarını geçirdiği ekranlardan uzaklaşmasını sağladığını ve bu nedenle kitapları basılı olarak okumayı tercih ettiğini söyledi. Konferans sona erince, tartışmayı çevrimiçi ortama taşıdık ve yayıncılık istatistiklerinden de bildiğimiz şeyin günümüzün gerçeği haline geldiğini şaşkınlıkla fark ettik. Eski nesiller, okumaya yönelik tasarlanan cihazları yeni nesillerden daha sık kullanıyordu. Amerikalı bir meslektaşım şakayla karışık bir yorumda bulundu; ona göre belirli bir yaşı geçmiş insanlar tüm teknolojik buluşları daha genç görünme arzusuyla neredeyse saplantılı şekilde benimserken, çocuklarımız bizden farklı olmak için eski medyaları kullanmakta ısrar ediyordu.
* Okuma becerisi zayıf insanlar, okuduğunu kavramak için harfleri çözümlerken tüm zihinsel kapasitesini kullanır. Çok okuyanlarsa harfleri çözümlemeden otomatik olarak okur. Bu sayede okuduğunu kavramak için gereken zihinsel kapasiteleri serbest kalır. Yani ne kadar çok okursak okuduğumuzu kavramamız o kadar kolaylaşır.
*20. yüzyıl boyunca yaşam standartları, farklı sosyal sınıflar için farklı oranlarda olsa da herkes için yavaş ancak istikrarlı şekilde artmış; bu artış boş zaman ve harcanabilir gelire de yansımıştır. Başka bir deyişle, 20. yüzyılın ortalarından bu yana çok daha fazla insanın televizyon karşısında daha fazla zaman geçirmesine karşın, televizyonun gelişiyle eğitime katılımın artmasının ve yaşam standartlarının iyileşmesinin etkisiyle kitap satışları, düşmek şöyle dursun, daha da arttı.
*Kitap okumaya ilişkin asıl değişimi, önce kişisel ve dizüstü bilgisayarların, sonra da tabletlerin ve özellikle de bir dizi iletişim aracını mucizevi bir şekilde cebimize sığdırıveren akıllı telefonların icadı yarattı. Bu yeni evrensel bilgi gereci, sayısız yeni medyayı da beraberinde getirdi ve bir gün sadece yirmi dört saat olduğundan Facebook, YouTube, bloglar, uygulamalar ve diğer programlar, hedef kitlenin dergilere, kitaplara, radyoya ve klasik TV kanallarına gösterdiği ilgiyi büyük oranda kendi üzerine çekti.
*Tarayarak okumanın ayırt edici özelliği, çevrimiçi bir içerikle beğeni göndererek, öfkeli bir yorum yazarak veya bu içeriği üzerinde pek düşünmeden, kaynağını teyit etmeden veya insanları bunu paylaşmaya iten güdüleri sorgulamadan paylaşarak etkileşimde bulunmaktır. Bu tür iletilerin içeriği kapsamlı değildir. Üstelik sosyal medya büyük oranda bağımlılık yaratmak üzere tasarlanmıştır; Bize sürekli yeni bilgi sağlayan uyarıcılara duyduğumuz ihtiyacı tetikler.
*Yani kitap okurken sadece kitabın hikâyesiyle hoşça vakit geçirmekle kalmıyor; kendimi keşfetme, egomu dizginleme, insanları ikna edebilme ve farklı görüşteki insanlarla ortak bir payda bulabilme becerilerimi de gözden geçirmiş oluyorum.
*Film izlerken veya oyun oynarken karakterler tüm fiziksel özellikleri, boyu posu ve sesiyle önüme geliyor; hikâyenin geçtiği doğal çevre, binalar ve mekanlar gibi. Ancak kitap okurken tüm bunların aksine filmlerin ve kitapların önüme sunduğu her şeyi kendim yaratmak zorunda kalıyorum ve bu da daha yoğun bir zihinsel ve yaratıcı çaba içine girmemi sağlıyor.
Bilgisayar oyunları bir noktada filmlerden daha avantajlı; özellikle de çok oyunculu oyunlar hızlı stratejik kararlar alma becerisi için mükemmel bir uygulama sahası olabiliyor. Ancak genellikle sözcük dağarcıkları pek zengin olmadığından bilgisayar oyunları, okumanın yerini alabilecek niteliklere sahip değil.
* Kitap okunan ortamda büyüyen çocuklar hayatta daha başarılı olur. Çocuğun iyi bir okur olup olmayacağını, dolayısıyla sayısal ve sözel yatkınlığını önemli ölçüde etkiler. Ev ortamı elbette önemli ancak bir çocuğu okura dönüştürebilecek tek faktör değil, ev ortamının eksikliği halinde okullar ve kütüphaneler gibi diğer sosyal kurumlar okuma becerisinin gelişmesine önemli ölçüde katkıda bulunabilir.
*Kişi başına düşen gayrisafi milli geliri beş bin Euro’dan az olan ülkeler neredeyse hiç gelişemezler, çünkü gelişmeye harcayacak paraları yoktur. Yani fakirlik, kurtulması zor bir lanettir. Dolayısıyla böyle ülkelerde kitap ve okuma kültürü de neredeyse sıfırdır. Öte yandan, kişi başına düşen gayrisafi milli geliri on yedi bin Euro’yu geçen ülkelerde ekonomi dışı faktörler, ülkelerin eğitime ve kültüre ne kadar yatırım yaptığı ve hane halklarının harcanabilir gelirleriyle neler yaptığı üzerinde belirleyici rol oynar. Örneğin, Finlandiya Estonya’nın iki katı kadar zenginliğe sahip olmasına karşın Estonya’daki aileler Finlandiya’dakilerden üçte bir oranında daha büyük kitaplığa sahip. Benzer şekilde, ABD’nin kişi başına düşen gayrisafi milli geliri Kosta Rika’nınden üç kat fazla olmasına karşın, Kosta Rika’nın mutluluk indeksi ABD’ninkinden daha yüksek.
Kurallar, insanlar kadar ülkeler için de geçerlidir: Gelişmiş okuma alışkanlıklarına sahip insanlar da ülkeler de daha az okuyanlara kıyasla genellikle daha yenilikçi ve mutlu oluyor.
*İnsanlar pek çok renk için ayrı ayrı sözcükler ürettiler. Bunun nedeni de bu renklerin doğada görülmemesinden ziyade, insanların renkleri üretmeyi öğrenmesiydi. Öte yandan, pazarlama ve markalama sektörlerinde yaygın şekilde kullanılan renk psikolojisi, bize renklerin algıları etkilediğini ve insanlarda belirli duygular uyandırdığını –örneğin, bazı kültürlerde kırmızı ve sarı mutluluğu, siyah yası, beyaz sakinliği ve sessizliği, mavi bilgeliği ve istikrarı simgeler– gösteriyor.
*Matbaa, Avrupa’nın ulusal farkındalık geliştirmesine önayak olan buluşlardan biriydi. Bu farkındalık o kadar ikna ediciydi ki 20. yüzyılın ortalarında yeni medyanın -film, radyo ve televizyon- doğuşu bile ne büyük ne de küçük ulusların kimliklerine meydan okudu. Dahası, ulusal diller ve ulusal diller üzerine kurulu toplumlar, atalarımızın çoğunun bu toplumları savunmak için canını vermeye hazır olduğu kimliklerini ve iç dinamiklerini öylesine benimsedi ki, bu toplumlardan birinin kendi dilini kaybetmeye zorlanması, bireysel kimliğiyle birlikte yaşamını da kaybetmesiyle eş değer tutuldu.
* Ekskavatörler nasıl hendek kazmanın anlamından ya da amacından bihaberse, algoritmalar da analiz ettikleri verilerin sonuçlarının sosyal ve bireysel bağlamı hakkında bir fikre sahip değil. Özetle, insanlar benzersiz biyoalgoritmaların, diger algoritmaların ve oluşturdukları ağların karmaşıklığını yapay algoritmalardan çok daha iyi anıyorlar. Algoritmalardan daha zeki olmaya devam etmek istiyorsak düşünme protezleri bize ne sunarsa sunsun, zihinlerimizde sosyal ve duygusal zekanın yanı sıra bilgiye de yer açmamız şart.
*Ne yöne dönersek dönelim, kendi zihinlerimizde doğru türde bilgi ve belirli seviyede analitik beceri olmadığı sürece dünya çapında ağın sağlayacağı hiçbir bilgi bize yardımcı olamaz. Dünyadaki tüm bilgiler parmaklarının ucunda olsa da bir aptal daima aptal olarak kalır.
Düşünebilme becerimiz, sosyal ve duygusal zekâmız hayatımız boyunca sürekli olarak az ya da çok acı veren gerçeklik testlerinden geçer. Evliliklerdeki tartışmalarda işler istediğimiz gibi gitmediğinde kontrolsüz öfke patlamaları yaşıyorsak, evliliğimiz biter. İş yerimde daha fazla verim için gelen her talebi mobbing olarak değerlendirirsem, soluğu işsizlik merkezinde alır ve hayatıma müzmin bir işsiz olarak devam ederim. Fazla mesaiye acımasızca zorlandığım bir iş yerinden ayrılmazsam da er ya da geç tükenirim.
*Elbette, çok okuyan insanlar da faka basabilir ve bu gerçeklik testlerinden sınıfta kalabilir. Ancak okuma yoluyla düşünme ve empati becerilerimi eğitir ve geliştirirsem, analitik düşünebilirim. Kendi tepki ve duygularımdan soyutlanabilmemi sağlayacak zenginlikte bir sözcük dağarcığına sahip olursam, yeni düşünce testlerinde çuvallama ihtimalim, düşünme kapasitesi dar, sınırlı bir sözcük dağarcığına sahip ve empati kurmayı beceremeyen birine göre daha düşük olur. Tüm bu nedenlerden çevrimiçi yaşamım, sadece zihnimdekilerin bir yansıması. Analitik düşünmeyi ve empati kurmayı biliyorsam, zengin bir sözcük dağarcığına sahipsem, internet bu tür becerilerimi daha da pekiştirir ve pek çok alternatif çözüm bulmama yardımcı olur.
*Kitap okuma alışkanlığı, toplumların entelektüel ve duygusal sağlığının göstergelerinden biri olarak kabul edilebilir. Bu kitaptaki son söz olarak, çoğu Batı toplumunda kitap okurlarının sayısının son on yılda gittikçe azalmasının gelecekteki sosyal ve toplumsal istikrarsızlıkların ve beklenmeyen krizleri başarıyla atlatabilme becerisinin kaybının bir göstergesi olarak değerlendirilebileceğini belirtmek isterim.
Derleyen ve Yazan Halit Yıldırım, 12 Haziran 2022, Antalya
[1] Pierre Bayard-Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz? 2015