Osmanlı’nın Son 100 Yılında Salgın Hastalıklarla Mücadelesi, Aşı ve Serum Üretimleri

Osmanlı’nın Son 100 Yılında Salgın Hastalıklarla Mücadelesi, Aşı ve Serum Üretimleri

Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü Gerçeği

İnsanlık tarihi boyunca ortaya çıkan salgın hastalıklar ve salgını yok etmek için bulunan aşılar. Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Aşının Tarihçesi; Sağlık, Tıp ve Eğitim alanındaki misyonerlik faaliyetleri kapsamında Truman Doktrini, Marshall Planı ile Rockefeller Vakfı’nın yardım ve yatırımlar; Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü ve Okulu’nun kapatılmasının perde arkası? Hıfzıssıhha’yı (Aşı Üretim Merkezlerini) kapatanlar Covid-19 Salgını çıktığında pişman oldular mı? Hıfzıssıhha’nın kapatılması konusunda bu kurumun eski yöneticileri, dönemin Sağlık Bakanlığı Üst Düzey Yöneticileri ile Türk halkı ne düşünüyor, neler söylüyor? Hepsi bu yazı dizisinde… 

Yazı Dizisi 4. Osmanlı İmparatorluğu’nun son 100 Yılında Salgın Hastalıklarla Mücadelesi, Aşı ve Serum Üretimleri

Büyük Türk Hekimi İbni Sina (980-1035)

Büyük Türk Hekimi İbni Sina (980-1035) 1000 yılında çiçek hastalığından söz etmiştir.

Çiçeğe karşı insandan insana koruyucu aşı yöntemi gerek Selçuklu gerekse Osmanlı Türkleri tarafından bugünkü tekniğe uygun bir şeklide geliştirilerek Anadolu’da uygulanmıştır.

Anadolu’dan çiçek aşısını bilen bir kişinin 1679 yılında ceviz kabuğu içerisinde İstanbul’a getirdiği püstüllerle 5-6 çocuğa aşılama yapıldığı ayrıca, hastalıktan korunması istenen çocuk veya büyüklerin kolları iğne ile çizilerek hafif çiçek çıkarmış kimselerin çiçek püstülünden alınan cerahat bulaştırılarak aşı yapılması Ahmet Cevdet Paşa tarihinde ve 1846’da İstanbul Mektebi Tıbbiye matbaasında basılan taş baskısı bir eserde yazılmaktadır.

Geleneksel Aşılama ve Çiçek Hastalığı ile Mücadele  

17. yüzyıl ortalarında Edirne’de Padişah IV. Mehmet (1648-1687) zamanında çeşitli çiçekleri yetiştiren kadınlarca çiçek aşısı yapılmakta idi. Hatta meşhur aşıcı kadınlar ihtiyaç halinde İstanbul’a davet edilirdi.

Edirne Sokollu Hamamı

18. yüzyılda Edirne’de yapılan aşı uygulamaları görkemli törenler düzenlenerek yapılırdı. Mutlaka 50-60 çocuk aileleri ile birlikte ekseriyetle Mimar Sinan’ın yaptığı Sokullu Mehmet Paşa Hamamında toplanırdı. Hamam o gün kadınlara tahsis edilirdi. Hamamın her tarafı güllerle donatılır, ziyafetler tertip edilir ve soğuk şerbetler içilir, şarkılar ve türküler eşliğinde aşıcı kadınların incir yaprağına sarılı olarak getirdikleri aşılar çocuklara aşılanırdı. Çocuklar hamamda böylece aşılandıktan sonra aşı yerlerindeki kan kurumaya başlarken gül suyu ile ısıtılmış bir gül yaprağı aşı yerine konulur ve bu esnada orada bulunan genç kadınlar hep bir ağızdan; “Yavrum gül olsun. Gülleri bülbül olsun“ diye türkü söylerlerdi.

18 yüzyılda ananevi bir şekilde yürütülen çiçek aşısı uygulaması Avrupa ülkelerinde yoktu. Bu Türk usulü insandan insana çiçek aşısının batı ülkelerine ve dolayısıyla dünyaya tanıtılması iki yabancıya nasip olmuştur.

Bunlardan ilki İtalya’nın Padua, İngiltere’nin Edinbourh ve Londra şehirlerinde tıp öğrenimi yapmış olan azınlıklardan İstanbul’lu Dr. Timoni’dir.  Dr. Timoni’nin 1713 yılında yazdığı ve İstanbul’da bastırdığı Latince eserinde Türk usulü aşıyı bütün Dünyaya ilan etmiştir.

İngiltere Sefiri ile İstanbul’a gelen Wortley Montagu’nun eşi Lady Mary Montagu, 01 Nisan 1717 tarihli bir mektupla “çiçek hastalığına karşı Türklerin bir aşı kullandıklarını” ülkesine bildirdi.

İkincisi ise 1716 yılında İngiltere Sefiri olarak İstanbul’a gelen Wortley Montagu’nun eşi Lady Mary Montagu’dur. Yıllarca İstanbul’da kalan Lady Montagu, Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal ve kültürel durumunu ayrıntılı şekilde incelemiştir. Lady Montagu’da 1763 yılında Londra’da yayınladığı ve birçok yabancı dile de çevrilmiş olan “Şark Mektupları” isimli eserinde aşı konusunu da dünyaya duyuran bir kişidir. 52 mektuptan oluşan eserdeki mektuplardan 32’si Osmanlı’ya 20’ si ise başka milletlere aittir. Bu mektuplardan 31.si 01 Nisan 1717 tarihinde yazılan mektuptur. Bir yıl kaldığı Edirne’den Miss Sarah Chiswell isimli arkadaşına yazdığı mektupta; İngiltere’de büyük salgınlar yaparak ölümlere yol açan çiçek hastalığına karşı Türklerin bir aşı kullandıklarını, böylece hastalığı önlediklerini ve bu usul ile biricik oğlunu aşılattığını ifade ederek, bu usulün İngiltere’de de uygulanmasını ve yayılmasını tavsiye etmektedir.

İngiltere yetkilileri Lady Mary Montagu’nun tavsiyelerini dikkate alarak; “İnsandan insana çiçek aşısı uygulamasına” başlanmış ve bu uygulamada görev alan Dr. Edward Jenner, 1796 yılında yaptığı bir deneme ile bugünkü, bütün Dünyada uygulanan aşılama usulünü bulmuştur.

19 yüzyıl ortalarında çocukluğunda çiçek hastalığına yakalanıp yüzünün güzelliği bir hayli bozulmuş olan Sultan Abdülmecit (Görev süresi: 1839-1861); Dr. Edward Jenner’in bulmuş olduğu hakiki çiçek aşısını bizzat huzurunda çocuklara aşılattırmış ve görmüş olduğu olumlu sonuç üzerine Osmanlı İmparatorluğu’nun her tarafına gönderdiği çeşitli talimatlarla ve çıkarttığı uygulama mevzuatı ile çiçek aşısını Dünyada ilk defa mecburi kılmış ve aşı uygulamasının ciddiyetle takip edilmesini sağlamıştır.

1302 (1885) Nizamnamesi ile çiçek aşısı uygulaması mecbur kılınmıştır. Dr. Hüseyin Remzi Bey’e verilen görev ile çiçek aşısının Osmanlı İmparatorluğu’nda üretimi için ilk olarak 1892’de İstanbul’da Telkihhane-i Şahane (Aşıhane) kurulmuştur.

Milletimiz ve yurdumuz için büyük iftihar vesilesi olan “insandan insana çiçek aşısının dünyaya tanıtılmasının 250. Yıldönümü için Ankara’da, 23-25 Ekim 1967 tarihleri arasında (Dönemin Sağlık Bakanı Dr. Vedat Ali Özkan, Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Faruk İlker ve Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü Müdürü Dr. İrfan Tuna’dır.) yerli ve yabancı otoritelerin katıldığı bir seminer düzenlenmiştir. (1)

Osmanlı İmparatorluğu’nun salgın hastalıklarla mücadelesi, 1830’lu yıllarda başlayan Akdeniz havzasındaki bölgesel örgütlenmelerle başlamış ve daha sonraki yıllarda çiçek aşısı, kuduz aşısı, difteri serumu, sığır vebası serumu, kızıl serumu, kolera aşısı, tifo aşısı dizanteri aşısı, veba aşısı ve tifüs aşıları üretilerek sürmüştür.

Kolera, Veba ve Karantina Uygulamaları

Hastalıkları oluşmadan önlemeyi amaçlayan koruyucu halk sağlığı hizmetlerinin önemi, dünyada olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğunda da 19. yüzyılın sonlarından itibaren anlaşılmaya başlanmış ve bu kapsamda özellikle aşılamaya yönelik çeşitli uygulamalara gidilmiştir. Ancak Osmanlı’nın dağılma sürecine girmiş olmasının yarattığı sıkıntılar, koruyucu sağlık hizmetlerinin aşılama faaliyetlerinin ötesine taşınmasını ve bu konuda kurumsal bir yaklaşım oluşmasına imkân vermemiştir. (2)

Anadolu ve özellikle Orta Doğu ve Asya ülkeleri üzerinden yayılarak gelen salgın hastalıklar zaman zaman Avrupa ülkelerine de geçerek geniş bir kesimi rahatsız etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun o zamanki Sağlık Kuruluşlarının imkânsızlıkları ve bilhassa 1834 yılında Ülkeyi istila eden Koleraya karşı etkili tedbirleri almakta zorlukları gören Avrupa Ülkeleri, uluslararası karantina işleri ile meşgul olmak üzere 1839 yılında İstanbul’da “Meclis-i Kebir-i Umur-u Sıhhiye” ismi altıda uluslararası nitelikte bir idare kurmasını sağlamışlardı.

Sağlık Bakanlığına bağlı bir kuruluş olan “Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü”, İstanbul

1914 yılına kadar aynı unvan ve yetki ile iş gören bu kuruluş, aynı yıl kapitülasyonları kaldıran Meşruti Osmanlı Hükümeti tarafından kaldırılmış, “Hudut Sıhhiye Müdüriyeti Umumiyesi” adını almış, ancak mütareke döneminde müttefikler tarafından eski idare  “Beynelmüttefikin Sıhhi Kontrol İdaresi” adı altında yeniden kurulmuştur.

Bağımsızlık Savaşı sonrası imzalanan Lozan Antlaşmasının 114. Maddesiyle bu idare de tarihe karışmış, görevlileri ve mali işleri tamamen tasfiye edilen idarenin adı Mayıs 1923 tarihinden itibaren “İstanbul Liman ve Boğazlar Sıhhıye Müdüriyeti” olarak belirlenmiştir. T. C. Hükümeti 1925 yılında anılan ismi ve kuruluşun yetkilerini daha da genişleterek bugünkü Sağlık Bakanlığına bağlı bir kuruluş olan “Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü” adını vermiştir (3).

1839 yılında, Padişah Abdülmecid’in onayı ile veba salgınına karşı karantina önlemleri alınması amacıyla Akdeniz Bölgesinde İstanbul Üst Sağlık Konseyi (Council Superiur de Sante de Constantinople) kurulmuştur. Bu Konsey’e bağlı olarak Osmanlı İmparatorluğu’na dağılmış 63 Sağlık Bürosu vardır. Bu sağlık büroları kendi bölgelerinde karantina kurallarının uygulanmasını denetliyor ve Konsey’e haftalık raporlar hazırlıyorlardı.

İstanbul Konseyi dışında Osmanlı topraklarında aynı amaçla 1840’ta kurulan Tanca Sağlık Konseyi, 1843’de İskenderiye’de kurulan Mısır Karantina Konseyi ve 1867’de kurulan Tahran Sağlık Konseyi bunlar arasındadır. Avrupa’da 1856 yılında kurulan Tuna Avrupa Komisyonu’nun da kendi görev alanı içerisinde, halk sağlığına sınırlı ölçüde birtakım faaliyetleri olmuştur (4).

Kuduz, Verem, Çiçek, Difteri, Sığır Vebası, Tifüs, Tifo, Dizanteri Aşıları

Dünyada salgın hastalıklarla mücadelenin en önemli aparatı olan aşıdır. Bu nedenle aşı konusunda birçok ülkede çalışmalar yürütülmüştür. Bunlardan biri de kuduz aşısını bulan Fransız mikrobiyolog ve kimyager Louis Pasteur (1822-1895)’ dür.  Louis Pasteur çalışmalarını sürdürebilmek ve yeni bir laboratuvar kurmak için dönemin imparatorları ve devlet başkanlarına maddi katkı için mektuplar yazar. Yazılardan birinin ulaştığı II. Abdülhamid (Görev süresi: 1876-1909) yardım yapabileceğini belirtir ancak çalışmalarını İstanbul’da sürdürmesini ister. Bu teklif Pasteur tarafından kabul görmeyince ikinci teklif oluşturulur. Pasteur’a 1. Derece Mecidiye Nişanı ile birlikte 10.bin frank (800 lira) yollanır, aynı zamanda Osmanlı’dan 3 kişinin de yanına asistan olarak yetiştirilmesi istenir.

Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne’den Müderris (Öğretim Üyesi) Alexander Zoeros Paşa başkanlığında, Kaymakam (Yarbay) Dr. Hüseyin Remzi ve Kaymakam (Yarbay) Veteriner Hüseyin Hüsnü Beylerin gönderilmesine karar verilir. Daha sonra bu ekip çalışmalara temel teşkil etmesi için Pasteur tarafından iki adet ada tavşanına “kuduz mikrobu” enjekte edilmiş bir şekilde İstanbul’a geri döner.

Dünyada ilk kuduz aşısı 1885`te bulunmuştur. Pasteur Enstitüsü de 14 Kasım 1888 faaliyete başlamıştır. Osmanlı’da 1887’nin Ocak ayında Zoeros Paşa’nın kliniğinde Daûl-Kelp ve Bakteriyoloji Ameliyathanesi (Kuduz Tedavi Müessesesi) kurulur ve kuduz aşısı üretimine başlanır.

Sultan II. Abdülhamid Han 1889 yılında temas kurulan Alman hekim Robert Koch (1843-1910)’a, verem hastalığı ile mücadele konusunda yaptığı çalışmalardan dolayı I. Dereceden Mecidiye Nişanı vermiştir.

Bakteryoloji-i Şahane laboratuvarı

1890 yılı sonlarında, Dr. Hüseyin Remzi Bey’e bir “Telkihhane” (çiçek aşısı üretim yeri) kurması için görev verilir. Bu telkihhane, “Telkihhane-i Osmanî” adını alarak Temmuz 1892 ayında, Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne’nin bahçesinde bulunan bir binada, Çiçek aşısını üretmeye başlanmıştır.

1892’de İstanbul’da Aşı hanenin kurulmasıyla aşı üretimlerine başlanır. 1893’te İstanbul’da çıkan koleranın salgın haline dönüşmesi üzerine Fransa Paris’te bulunan Pasteur Enstitüsüne başvurarak destek istenmiştir. Pasteur, konuyla ilgili Dr. Chentemes’i  görevlendirerek İstanbul’a gönderir. Dr. Chentemes, bir bakteriyolojihanenin kurulmasını teklif eder. Fransa’ya döner ve bu işi kurmak üzere Dr. Maurice Nicolle gönderilir. Halbuki Nicolle’ün bakteriyoloji üzerinde bir bilgisi yoktur. İstanbul’da öğrenir. Dr. Nicolle, İstanbul’da görülen bulaşıcı hastalıklar hakkında araştırmalar yapmış ayrıca aynı zamanda konuyla ilgili hekim ve veterinerlere teorik ve pratik bakteriyoloji dersleri vermiştir.

Osmanlı’nın son 35 yılında kurulan Aşı Üretim Tesisleri

İstanbul Demirkapı’da bulunan Mektebi Tıbbiye Kimyahanesi yanında bulunan bir barakada derhal, devam etmekte olan koleranın tetkikine başlanmış, günden güne önemi artan bu incelemenin daha ilmi öğretim ve tatbiki için, Aralık 1894’te İstanbul Nişantaşı Çiftehavuzlarda bir konak tahsis edilerek Bakteriyolojihane-i Şahane kuruldu. Dr. Maurice Nicolle gerek çalışmalarda ve gerekse derslerde kendisine yardım etmek ve uzman yetiştirmek üzere ilk derse devam eden hekimler arasından seçtiği kimselerle Bakteriyoloji Müessese Örgütünü kurdu. 1896’da Difteri ve 1897 yılında da dünyada ilk defa olarak Sığır Vebası Serumunu hazırlar. Bu serumları, Veteriner Hekimlerimizden Mustafa Adil Bey hazırlar. Adil Bey, ülkemizde viroloji ile uğraşan ilk kişidir. Dünyada da bu işle uğraşan ikinci kişidir (5).

1898 yılında, Almanya’dan Prof. Dr. Robert Rieder, “Tıp Fakültesi” kurmak üzere davet edilir. Rieder, karşılaştığı direnç karşısında, farklı bir taktik izleyerek, bugün Gülhane Askerî Tıp Akademisi Komutanlığı’nın aslı olan, Gülhane Tabâbet-i Askeriye Tatbikat Mektep ve Seririyatı’30 Aralık 1898 tarihinde hizmete açar. Bir taraftan da, Haydarpaşa’da, Tıp Fakültesi inşaatına başlanır. Bir zamanlar “Haydarpaşa Lisesi”, şu an Sağlık Bilimleri Üniversitesi olarak hizmet gören bina, 1903 yılında, Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne olarak hizmet vermeye başlar. Proje, okul ve poliklinikler olarak planlanır. 1908 yılında, Askerî ve Sivil Tıp Mektepleri, “Tıp Fakültesi” olarak hizmete açılır. 1908’den sonra ülkemizde “hürriyet hareketleri” hat safhaya ulaşır ve terör olayları alır başını gider. Rejim değişir… Tıp Fakültesi polikliniklerinin inşaatı gerçekleşemez.

1899 yılında, bugün “Şişli Çocuk Hastanesi” adıyla İstanbullulara hizmet veren hastahanemiz, “Hamidiye Etfal Hastanesi” adıyla hizmete girer. Zamanında çok ileri tekniklerle donatılır. “İstatistik Yıllıkları” olarak, yıllık faaliyetleri konu alan bir yayın organı çıkarılır.

Dr. Mustafa Hilmi Sağun, Gülhane Bakteriyoloji şefi olarak çalıştığı dönemde; 1911 yılında tifo, daha sonraki yıllarda kolera, dizanteri ve veba aşıları üzerinde çalışmak fırsatını bulmuş, daha doğrusu bu konularda sorumluluk yüklenerek, Dr. Reşat Rıza (Kor) ile birlikte, Türkiye’de ilk kez bu aşıları hazırlamıştır. Bakteriyolojihane’de: 1911 yılında tifo, 1913’de kolera ve dizanteri aşıları üretilmeye başlanır.

Dr. Reşat Rıza (Kor), Dünyada, Tifüs aşısını ilk bulan kişidir. İlk tifüs aşısı 28 Mart 1915’te hazırlandı. Erzurum’da ilk olarak üretip ve uygulayan, Dr. Tevfik Sağlam’dır. Beşi doktor olmak üzere dokuz subaya yapılan aşıdan ikisi ağır olmak üzere 5 kişi tifüse yakalandı, ancak ölüm olmadı. Yine Dr. Alaeddin Bey Erzurum’da 263 kişiye aşı uyguladı ve bunlardan yalnızca üçü hastalandı. Dr. Tevfik Sağlam’ın teklifi üzerine 1917 Şubat ayında Sivas’ta Hıfzıssıhha hizmete girer. 1922’de Hıfzıssıhha Müdürlüğüne Bakteriyolojihane Müdürü olan Dr. Refik (Güran) Bey getirilir. Dr. Refik (Güran) Bey Bakteriyolojihaneye 1894 yılında girmiştir ve 1913 yılında Bakteriyolojihane’nin Müdürü olmuştur.

Dr. Refik (Güran) Bey, İstanbul Bakteriyoloji hanesini yeniden yapılandırdı. Serum ve Aşı Şubesi; Tahlil Şubesi ve Eğitim Şubesi ismi altında üç Laboratuvar Müdürlüğü kurdu. Bu yapılandırmalardan sonra tifo, dizanteri, veba, kolera aşıları ile tetanos ve dizanteri serumları üretilmeye başlandı. 1905 yılında Selanik, 1916’da İzmir, 1917’de Sivas ve Şam Bakteriyoloji haneleri kuruldu. 1927 yılında milletvekili seçilmesi sebebiyle Müesseseden ayrılmıştır.

1906 yılı, Telkihhane-i Şahane’de çiçek aşısı üretimi

İşgal yıllarında (1920) İstanbul’da veba salgını meydana gelir. Bakteriyoloji haneden aşının üretilip üretilemeyeceğinin sorusuna, hayır cevabı gelir. Konu Gülhane’den sorulunca, Mustafa Hilmi Bey üretebileceğini bildirir. Gedikpaşa hamamını üretim için hazırlar. İhtiyaç duyulan aşıyı, boza şişelerinde üretir.

1924 yılında, İstanbul Kimyahanesi Ankara’ya naklolunur. Hacı Bayram semti civarında hizmet vermeye başlar (6)

I. Dünya Savaşı döneminde ordumuzun aşı ve serum ihtiyacı bu kuruluşun geceli-gündüzlü çalışmasıyla giderilmiştir. Bu dönemde Aşı Şubesi, Serum Şubesi’nden ayrıldı. 1919 yılında menengogok serumu da üretildi.

Kurtuluş Savaşı’nda (1918-1923) Bakteriyoloji hane, çalışmalarını arttırarak ürettiği aşı ve serumları her hafta muntazam olarak Hilâl-i Ahmer (Kızılay) aracılığı ile Anadolu’ya göndermiştir.

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 1918’lerde başlattığı Kurtuluş Savaşı sırasında da Osmanlı’nın son zamanlarında üretilen aşıların üretim tesisleri Anadolu’ya taşınmıştır. Bu savaş sırasında ülke nüfusunun % 80’i gibi büyük bir oranda insanımız, verem, sıtma ve trahomun pençesinde kıvranmaktadır. Trahom mücadelesi yapacak hekim bulmakta sıkıntı çekilmektedir. Hem cephede hem de Anadolu’nun bütün topraklarında salgın hastalıklar yüzünden ülke büyük acılar çekmektedir.

Birinci Dünya Savaşı  (28 Temmuz 1914 tarihinde başlayan ve 11 Kasım 1918 tarihinde sona eren Avrupa merkezli küresel bir savaştır) sonrası Avrupa’daki İmparatorlukların  “bunların içinde Osmanlı İmparatorluğu da vardır” tarihten silinmesi sonucu yeni ulus Devletler kurulmuş olup bunlardan bizim ülkemiz olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bu dönemde vücut bulmuştur. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli savaşlarından biri de sağlık alanında olmuştur. Koruyucu sağlık hizmetlerine verilen önem, salgın hastalıklarla mücadelede dikey örgütlenme biçimi ile çok önemli sağlık sorunlarının üstesinden gelinmeye başlamıştır. Bunlardan biri de “Hıfzıssıhha Enstitüsü ve Hıfzıssıhha Mektebi” nin kurulması çalışmalarıdır. Bir sonraki yazımızın içeriği de bu konu olacaktır.

II. Abdülhamit’in tahtan indirilişinin üzerinden bir asırdan fazla bir zaman geçmiştir. (11) II. Abdülhamit hakkında en yeni eser Zülfü Livaneli’nin Temmuz 2022 ayında yayınlanan Kaplanın Sırtında “İstibdat ve Hürriyet” kitabıdır. II. Abdülhamit 33 yıl süren bir saltanat döneminden sonra tahtını kaybeder ve Selanik’e sürgün edilir. Üç buçuk yıl ailesi ve maiyeti ile birlikte bir sarayda hiç kente çıkmadan zaman geçirir.

Zülfü Livaneli, II. Abdülhamit tahtını kaybettikten sonra yaşadıklarına odaklanırken, bireyi, toplumu, devleti ve iktidarı kısaca geçmişini sorguluyor. Selanik sürgünü boyunca Sultan’ın ve maiyetinin hususi doktoru olan Tabip Yüzbaşı Atıf Hüseyin Bey’in hatıralarından hareketle vücut bulan bu tarihi romanda, iktidar kavramına çarpıcı bir bakış açısı sunuluyor. Kitap içerisinde II. Abdülhamit’in salgın hastalıklarla mücadelesi, Kuduz ve diğer aşıların nasıl üretildiği konularına da önemli bir vurgu söz konusudur.

Dizinin 5. Yazısı Hıfzıssıhha Müessesesinin Kurulması” 

Yazan ve yayına hazırlayan Bekir Metin, Ankara, 01 Ağustos 2022

Kaynaklar

  1. Sağlık Hizmetlerine 50. Yıl Kitabı, Ayyıldız Matbaası, 1973, S.81-84, 141.
  2. Bulut, Meryem Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı (1928-2017), Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2021
  3. Sağlık Hizmetlerine 50. Yıl Kitabı, Ayyıldız Matbaası, 1973, S. 160, 161
  4. Metin Bekir, “Küresel Salgın Hastalıklar ve Uluslararası Sağlık Örgütlenmeleri – Dünya Sağlık Örgütü ve Türkiye İlişkileri”, Palme Yayınevi, Ankara, 2022, S.253
  5. Sağlık Hizmetlerine 50. Yıl Kitabı, Ayyıldız Matbaası, 1973, S.141
  6. Kimyager Mustafa Hacıömeroğlu, “Hıfzıssıhha Müessesesi 78 yaşında” makalesi, 2005
  7. Dr. Tokaç Mahmut, Aşının Tarihçesi, SD Dergisi, Kış 2022 Sayı 61 S.6-9
  8. Prof. Dr. Ertek Mustafa, “Cumhuriyetin Sağlık Mimarı” Refik Saydam ve Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü, SD Dergisi, Kış 2022 Sayı 61, S.10-11
  9. Prof. Dr. Kara Ateş, TÜSEB Aşı Enstitüsü: Kuruluş Amacı ve Gelecek Stratejileri, SD Dergisi, Kış 2022 Sayı 61, S.26-27
  10. Dr. Koçak Cemal, Aşı Politikaları, SD Dergisi, Kış 2022 Sayı 61, S.71
  11. Livaneli Zülfi, Kaplanın Sırtında “İstibdat ve Hürriyet” İnkılap Kitabevi, 1. Baskı, İstanbul

Not: Buradaki bilgi ve belgeler kaynak kullanılarak alıntı yapılabilir. Yazının tüm hakları konuyu hazırlayan ve yazan Bekir Metin’e aittir. Bu yazı dizisine 01 Haziran 2022 tarihinde başlandı.

Share This
NEWER POST
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir