Saçmalıklar Çağı…
“Aptal, bilge olduğunu zanneder ama bilge, aptal olduğunu bilir” .Shakespeare
1970’lerdeki özgürleşme hareketinin hedefi kişinin kendisi olabilmesiydi ama bunun feci zorluğu ortaya çıktı. Artık günümüzde yeni özgürleşme ise bir başkası olmak veya olabilmek için çabalamak.
Hal böyle olunca da en son kimden “Kabahat bende” lafını duyduk? Sartre’ın “İnsan, doğası ve seçimlerinden tümüyle sorumludur” demesinin üzerinden yüzlerce yıl geçmiş sanki. Bugün tam tersi geçerli. İnsanlar ne doğalarından ne de seçimlerinden sorumlular. Nasıl gelindi bu noktaya? Sorumluluk kavramı, yani kendi kaderlerimizi kendimizin tayin edebileceği ve etmesi gerektiği görüşü, modern toplumun tam göbeğindedir ve çoğunluk tarafından aksiyom kabul edilir. Buna rağmen bu kavram dört bir yandan, kültürün hem altından hem üstünden baltalanmaktadır.
Sorumluluk alma bağlamında aşk ilişkisine baktığımızda da aşkı sunmak diğer kişinin (ötekinin) işi addediliyor ve bu yüzden ilişki bittiğinde kabahat diğer kişiye kolayca yüklenmeye çalışılmaktadır. Şöyle ki, “Bu zaten doğru kişi değildi,” deniyor ve daha bir telaşla arayışa devam etmek çözüm olarak görülüyor. Art arda başarısız ilişkiler yaşamış kişilerin kendilerini sorunun en azından bir parçası görmeyi nadiren kabullenmeleri şaşırtıcıdır. Daha şaşırtıcısı, art arda gelen başarısızlıkların bir sonrakinde de başarısızlık yaşanabileceği fikrini doğurmamasıdır. Hatta art arda felaketler, bir sonrakinde başarının garantisi sanılıyor. Çünkü onca ıstıraptan sonra başarı hak edilmiş sayılıyor. Kendinde hak görme duygusu yakınmayla güçleniyor: “Bu seferkinin iyi gitmesini hak ediyorum!” Böylece temkinin yerine patavatsızlık geliyor. İyice telaşa kapılan yalnız kişi, battıkça daha yüksek para koyan kumarbaz örneği oyuna dalıyor ve doğaldır ki batıyor….
Bu cepheden bakıldığında, hava durumu ve borsa gibi, evlilik de (veya aynı çatı altında birlikte yaşanan ve cinsellik içeren her türlü ilişki) kaotik yapılı, anlaması zor, karmaşık güçlerin yönlendirdiği ve rastgelelikle açıklanamayacak, uzun vadeli benzer tavırlara tabi bir sistemdir. İyi veya kötü havanın iyi veya kötü olmaya devam etmesi veya borsanın düşme ya da yükselmede ısrar etmesi bu yüzdendir. Aynı şekilde evlilikte de sükûnet daha fazla sükuneti, kavga, daha fazla kavgayı getirir. Ancak kaotik sistemlerin bir başka özelliğiyse uzun vadeli gidişatların beklenmedik ve çoğu zaman önemsiz bir şeyle aniden kesilebilmesidir…Fırtınanın ne zaman çıkacağını kestirmekte zorlanmak gibi…
Bu sistemde (evlilik) insanlar, ciddi, gizemli, uzaklara bakan gözlerle, “Gitmek istiyorum,” diyorlar ama tutup “Nereye ve niye?” diye sorduğumuzda gizem eriyip yüz buruşturmalı anlamamaya dönüşüyor. Çünkü ortada belli bir şey görmeye yönelik yakıcı bir arzu değil, sadece gitmek, hareket halinde olmak isteği var. Tıpkı köpekbalıkları gibi, yaşamak için harekette kalmak durumundayız ve gene köpekbalıklarındaki gibi, sırıtış sahte, dişler ise gerçek…
Yaşamlarımızdaki bu hareket halindelikte ve gidişlerde, seçenekleri sevdiğimize hepimiz inanırız ve mümkün mertebe de çok seçenek isteriz ama aslında seçmek zorunda kalmaktan nefret de ederiz. Mümkün olan en geniş seçenek yelpazesini talep ederiz ama gerçekte yelpaze genişledikçe seçim yapma süremiz uzar, bunaltıcı hale gelir ve nihai tatmin olasılığımız azalır. Olasılık tartmaktan bir bakıma da bitkin düşeriz; seçmediklerimizde kaçırılan fırsatlar aklımıza takılır. Sıklıkla kafamız, artık seçim yapma isteğimiz kalmayacak ölçüde karışır. Nitekim, tatil lokantalarında ilk baktığı mönüyle heyecan duyan, ikincisi dikkatini çeken, üçüncüsüne ilgi duyan ve onuncusunda iyice şaşalayıp neyi seçeceğini bilemeyen hatta karar verene kadar açlığı bile geçen turistin başına gelen de budur.
Bizleri, suçu yaşadığımız çağa atıp kendimizi temize çıkarmak yerine, önce kendimizle-ve kendimizi kandırmadaki olağanüstü kapasitemizle-tanışmaya, böylece yaşamlarımızdaki Saçmalıkların Doğasını anlamaya davet eden Michael Foley’ın ülkemizde 5. Basımı Haziran 2023’de yapılan “Saçmalıklar Çağı-(The Age of Absurdity)” adlı eserinde; önce yaygın memnuniyet fikirleri için felsefeyi, dinsel öğretileri, edebiyatı, psikolojiyi ve sinirbilimi tarayacak, ardından bu stratejilerin gündelik yaşama ve sonunda evrensele yakın meselelere uygulanmasının ne denli kolay veya zor olabileceğini incelemektedir. Kitap hakkında biraz da bilgi sahibi olabilmek için aşağıda birkaç paragrafı aşağıya aktarıyorum:
* Diğer çoğu hırs biçimindeki gibi, çoklu-görev kendi kendini baltalayıcıdır. Konuyu inceleyen psikologlar şu sonuca varmışlardır: “Çoklu-görev yapmak, yüzeyde daha verimli görünmekle birlikte nihayetinde daha fazla zaman kaybettirmektedir.” Çoklu-görevlerde beyin taramaları yapan sinirbilimcilerse daha da kesin bir sonuca varmışlardır. Art arda iki görev yapmak, ikisini aynı anda yapmaktan daha hızlıdır. Çoklu-görevi üstlenen prefrontal kortekstir ve bir seferde birden fazla göreve yoğunlaşamadığı ortaya çıkmıştır. Tabii bu keşifler, başta bendeniz olmak üzere, kimseyi caydırmayacaktır. Eskiden bir kitabı, sonrakine başlamadan önce sonuna kadar okurdum ama gittikçe daha sık birini bitirmeden ötekine başlar oldum. Haliyle elimdeki, ortalarında bir yerlerinden ayraçlar uzanan kitap sayısı arttıkça artıyor.
* Ve reklamlar artık pasif izlenirlikten de memnun değiller. Artık kişiler reklamların şifrelerini çözmüyor, reklamlar kişilerin şifrelerini çözüyor. En son dijital reklam panolarında kimin baktığını saptayıp uygun reklamın gösterilmesini sağlayan (bir delikanlı baktığında bira reklamı, orta yaşlı bir hanım içinse bir spa merkezinde kendisini şımartacak bir günün reklamını yapan) gizli kamera ve yazılımlar var. Bir gün bu reklam panoları bireyleri de tanımaya başlayacak ve reklamları kişiselleştirecekler.
* Kendi deneyimlerime bakarak alışkanlığın sadece para, mal ve zevkler değil, şöhret için de geçerli olduğunu söyleyebilirim. Sanatçılar sıklıkla sadece mütevazı ölçüde tanınma-yayınlanma, sergi açma, performans fırsatı- istediklerini iddia ederler ama bu seviye aşılır aşılmaz daha fazlasını arzulamaya başlarlar. Ve üst sınır diye bir şey yoktur. En şöhretliler bile ufacık bir karşıt görüş karşısında bozulurlar. Hatırlamaya değer bir zaaftır bu: En önemsizimiz bile dalkavukluk yapmayı reddederek bir ünlüyü zıvanadan çıkartabilir.
* Bir faaliyetin en ikna edici tarafı, onu herkesin yapmasıdır ve bu yerde herkes alışveriş yapmaktadır. Esas devreye sokucu unsurlar, vitrinlerdeki ayrıcalık, daha yüksek statü ve cinsel çekicilik vaat eden ikonalardır. Beyin taramalarında yüksek kaliteli pahalı markaların, dinsel imgelere eşit sinirsel tepkiler doğurduğu görülmüştür. Şok edici ve acıklı gelebilir ama bir iPod, Rahibe Teresa’yla aynı etkiyi yaratmaktadır.
* Bir filozoftan çok, bir edebiyatçı olarak Flaubert biraz tutarsızdı ve bir fırsat kapısını azıcık aralık bırakmıştı: “‘Aptallık, bencillik ve sıhhat, mutluluğun üç ön şartıdır ama aptallığın yokluğunda diğer ikisi faydasızdır.”
* Ve sorun cehaletse çözüm de bilgi olmalıdır. Öyleyse kurtuluş içgörüde, kavramadadır. Anlamak, kurtuluştur. İlk gereken, kendini bilmeye yönelik zorlu çabadır. Buda başkalarının hatalarını gayet açık görebilirken kendimizinkilere kör baktığımızı İsa’dan çok önce fark etmiştir. Ama Buda’nın yaklaşımı, kendini haklı çıkarmanın sonsuz becerisini denkleme kattığı için daha iyidir: “İnsan başkalarının kusurlarını yabayla saman savururcasına kolay açığa çıkarır ama kendininkileri kurnaz bir kumarbazın zarını tutuşundaki ustalıkla saklar.”
* Kapitalizmin en büyük güçlerinden biri, herkesi mülk sahibi, girişimci ve hissedar olmaya teşvik ederek projesine dahil etmektir. Kapitalizmin herkes milyoner olabilir vaadine bugün bir de herkesin meşhur olabileceği vaadi eklenmiştir. Kapitalizmin bir diğer müthiş gücüyse muhalefeti içine emerek etkisizleştirebilme becerisidir. Kapitalizm emekçi sınıfını, tıpkı daha sonra, 1950’lerin beatlerini, 1960’ların karşı-kültürünü, 1970’lerin punklarını ve yakın dönemde sokak sanatını içine emdiği gibi kolayca asimile etmiştir.
* Şöyle diyordu Seneca: “Yaşamın en büyük engeli, yarına bel bağlayıp bugünü çöpe atan beklentidir.” Kısacası, Stoacı eserler, sanki özellikle 21. yüzyıl için yazılmışlarcasına dikkat aramanın, alışverişin, öfkenin, saldırganlığın ve sırf yolculuk hayrına yolculuk etmenin beyhudeliğine dair uyarılarla doludur.
* Dindarlar, inançsızlardan daha mutludur. Evliler, bekarlardan daha mutludur. Peki, etki ile tepkinin birbirine karışması mıdır bu? Baştan mutlu insanlardan daha iyi eşler çıkmaktadır. Ülkelerden farklı mutluluk seviyeleri raporları gelmektedir: Eski Komünist ülkelerin en dipte bulunmaları, kitlesel mutluluk projelerinin kitlesel mutsuzluğa yol açtığını onamaktadır.
* Mesela ortada hayvanat bahçesi ziyaretçilerini kızdırabilecek bir soru vardır: Nasıl oluyor da gorillerin yanında minicik kalan şempanzelerin gorillerden on altı kat büyük testisleri olabiliyor? Erkek goriller korumaları gereken haremlere sahip olduklarından görünüş bakımından etkileyici boyutta ve ürkütücüdürler. Ama önlerinde bir rekabet söz konusu olmadığından döllemek için muazzam büyüklükte donanıma ihtiyaçları yoktur. Oysa dişi şempanzeler çiftleşmede ayrım gözetmezler; o yüzden sık ve bol ejakülasyon yapabilen erillerin üreme şansı daha yüksektir. Hangisi daha iyidir?
* Postmodern teorileştirmeye atılan bir başka anlaşılmaz tokat mı? Hayır. Elbette, söz konusu kitap, kapağını dahi açmadığı kitaplara dair ders vermesiyle övünen Fransız edebiyatı profesörü Pierre Bayard’ın’ kaleminden “Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz?” dur.[1] Edebiyat elbette ezelden beri fırsatçılarla dolup taşmıştır ama cehaletle arsızca övünme tavrı yenidir ve bu tavır, zorluk ve anlamayı reddedişin nerelere uzandığını göstermektedir. Ve akla açıkça düşmanlığın kendisi de yenidir. Bugün akıllılık şeytansıdır ve “sadece aptallar kutsiyete ulaşabilirler” görüşü egemendir.
* İnsanlar bir zamanlar televizyonların kapaklarını, arabaların kaportalarını açar ve teknolojiden, tamirat yapacak kadar anlarlardı. Ama aygıtların doğasına eklenen değer yitirme, bitme özelliği, tamirat kavramını da bitirdi. Bugün aygıtların nasıl çalıştığını pek bilen yok. Bozulan çöpe atılıyor ve yeni modeli alınıyor. İletişim teknolojisinin büyümesiyle birlikte işi yapan makineler artık görünürlükten de çıktılar; gök kubbede bir yerlerde, Tanrı’nın zihni misali gizemli ve anlaşılamaz çalışıyorlar. Geriye sadece arayüz, yani ekran kaldı. Böylece imaj içeriğe, sunum anlamaya, betimleme analize üstün geliyor.
* Ekranlar büyüyüp parlaklaştıkça izleyenler ufalıp matlaşıyor. İzleyiciler sonunda Platon’un mağarasının sakinleri örneğindeki gibi sürekli karanlıkta yaşayan gölgelere dönüşecek, gerçek kusursuzluk sadece ekrandaki parlak dünyaya kalacak.
* Kültürel şartlandırmanın Batılı ve Doğulu dikkat biçimleri yarattığını gösteren kanıtlar mevcuttur. Amerikalı ve Japon deneklerden bir sualtı manzarasını yirmi saniyeliğine inceleyip ardından gördüklerini tasvir etmeleri istendiğinde Amerikalılar “kocaman mavi balık” türü şeyler sayarken Japonlar “akıntılar, kayalar, yosunlar ve balıkları” saymışlardır. Doğu gerçekliği daha kapsamlı, daha dolu ve daha zengindir.
* Bir de kitabı şöyle sol ele alıp doyurucu ağırlığını hissetmenin, ardından şehvetle açılarak eşsiz kokusunu salmasına izin vermenin ve nihayetinde bir grup sayfayı sağ elde tutup sağ başparmakla taramanın, arada keyfe göre, gelişigüzel bir sayfada durup göz atmanın hazzı vardır. Bir sultanın iktidarsal, dalıp gitmeli hazzıdır bu. Ve okumak da ayrı bir şehvettir. Okumak bir temas sporudur; fizikseldir, faaldir, yorucudur. Okumak üstün, numaracı ve hızlı bir güçle kapışmaktır ve bu güç, yakın dosta dönüşebilecek bir güçtür.
* ABD’deki Ulusal Sanat Vakfı’nın (NEA) bulgularına göre kitap okuyanlar, kitap okumayanlara göre bedensel egzersizlere, faal spor yapmaya, müzelere, tiyatrolara ve konserlere gitmeye, gönüllü işlere kalkışmaya ve seçimlerde oy kullanmaya çok daha meyillidir.
* Çoğu kimse herkesin kolayca kıç yalayacağına inanır. Ancak, dalkavukluğu tanımada uzmanlar, patronlardır. Patronlar her gün sürekli yaltaklanma ve övgü görürler ve memnuniyetten çok sinir bozukluğu üretebilecek sıradan bayağılıklardan etkilenme ihtimalleri düşüktür. Dalkavukluğun, övmenin bir sanat olduğunu unutmamak gerekir. Patronun tam ne duymayı arzuladığını kestirmek öncelikle dikkat, anlama ve sezgi gerektirir. Ayrıca hazırlanmış övgünün tam sunulması gereken zaman için hassasiyet ve incelik şarttır. Bir de övgüyü doğru sunacak dil becerisi lazımdır. Ve elbette nihayetinde övgüyü şaka kılığına sokabilmek önemlidir. Üste yönelik başarılı pohpohlamada bunların tümü bir arada olmalıdır. Ancak, asta övgü de aynı ölçüde önemlidir.
* İnsanoğlu beklenti içinde yaşamayı ve başkaları üzerinde farklılık kurmayı sever. Bu yüzden terfi açlığından kopuş kolay değildir. Ve bu kendinde hak görme çağında herkes terfi hak ettiğine inanmaktadır. Belli deneyim ve özellikler gerektiren mevkilere, her ikisine de sahip olmayanlar güvenle başvurur ve ret yanıtı aldıklarındaysa hayretle, “Hak ediyordum o işi ben,” diyerek öfkelenirler. Bu hak görmenin nedenlerinin soruşturulması veya terfi alana, ekstra paranın sorumluluk ve baskıyı meşru kılıp kılmadığının sorulması tavsiye edilmez gerçi. Terfi, kendi başına iyi görülür.
* Çağımızdaki tuhaf gelişmelerden bir başkası, evliliğe yöneliş azalırken nikahlara yatırılan paraların tavana vurmasıdır. Bugün Britanya’da ortalama bir nikah töreninin maliyeti kişi başına düşen ortalama yıllık gelirin üstündedir. Bu durum, içerik yerine imaja verilen büyük önemin bir diğer örneğidir: Bekleyen yaşamın gerçekliğine değil, sadece bir günün simgeselliğine yönelik plan yapılmaktadır. Çoğu şatafatlı gösterideki gibi, burada da fikir tarihsel yerler, kostümler ve aksesuarlar -şatolar, kır evleri, taçlar, melon şapkalar, atlı arabalar veya klasikleşmiş otomobiller (yakın dönemdeki yeni elzem malzemelerden biri de her masada en az bir kullan-at fotoğraf makinesi bulunmasıdır)- üzerinden ciddi geleneklerin yansıtılmasıdır. Haliyle bugünün nikahları, yıllar yılı ayrıntılı araştırmaların ve hazırlıkların yapılmasını gerektiren ama kısa sürede biten Olimpiyat Oyunları örneği gibi ihtişamlı ve korkunç masraflı gösterilere dönüşmüşlerdir. Hiçbir aksaklık çıkmasa bile sonuçta, çoğu kısmı fotoğrafçıların buyrukları altında harcanan ve konuklar gidip kıyafetler bir daha çıkarılmamak üzere sandıklara kaldırıldıktan sonra sıradan bir adamla bir kadının birbirlerine bakarak, “Hepsi bu muydu yani?” dedikleri tek bir günden ibarettir.
* Diktatörler kendilerine dönük saygısızlığın yaygınlaşıp aşırılaşması yüzünden devrilirler. Evlilikler, saygı kaybı her türlü bağ üstünde eritici asit etkisi yaptığından çöker. Ama birlikte yaşaması daha güç olmakla birlikte, bağımsız, özerk bir eşin saygı kaybı yaratma olasılığı çok daha düşüktür. Bu nedenle çiftlerin birliktelikleri, birbirlerini ayrı gelişmeye teşvik ederlerse daha da sağlamlaşacaktır. Kısacası süreç pasif ve bağımlı değil, aktif ve bağımsızdır. Ve Rilke’nin öne sürdüğü üzere sevgiye, tıpkı mutluluk gibi doğrudan değil, verimli yaşamanın yan ürünü olarak ulaşılabilir.
* Fromm şöyle diyor: “İnsanın yaşamı aşk dünyasında verimli, diğer dünyalarda verimsiz şeklinde ayırabileceğine inanması bir yanılsamadan ibarettir. Verimlilik böyle bir emek bölünmesine izin vermez. Sevebilme kapasitesi, sadece yaşamın diğer birçok alanındaki verimli ve faal yönelimin bir ürünü olabilecek bir yoğunluk, uyanıklık, yüksek canlılık hali gerektirir. Kişi diğer alanlarda verimli değilse sevgide de verimli olamaz.”
* Bir ilişki sorun yaşamaya başladığında ilk kurban cinsellik olur. Bu durum genelde ilk işarettir. Yani seks, kömür madenine sokulan kanaryadır. Öterse her şey yolunda, ölürse atmosfer zehirli demektir. Peki, kanaryayı devamlı öttürmek nasıl mümkün olabilir? Şeytanın ilgisi nasıl sürekli kılınabilir?
* İleri yaşların en müthiş mutluluklarından biri, bilinçli kalmak ve sertleşip bayağı eksantrikliğe kaçmamak kaydıyla aksiliktir. California Üniversitesi’nden Howard Friedmarı’ın, neşeliliğin sadece uzun ömürle ilişkili olmamakla kalmadığı, ayrıca kronik neşelilerin daha az yaşadıkları sonucuna ulaşan bir araştırmasına rastlamıştım. Şöyle diyordu Friedman: “İnsanlara neşelenirlerse daha uzun yaşayacaklarını söylemek yanlış tavsiye vermeye giriyor.” Kısacası yaşlanmayla ilgili bir başka hoşluk söz konusu: Yeterince yaşarsanız belki gülümseyen yüzün mezarı üstünde dans etme şansına kavuşabilirsiniz.
* Ölüm sonrası toplantıları, ayinleri artık pek yok ve yakma hizmetlerinde cenazeye gelenlerin çoğu, yakılma bir yana, ölüyü de tabutu da görmüyorlar. Bugünün cenazeleri, emekliye ayrılanın davet edilmediği emeklilik partilerine benzemektedir…
Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım-Ankara, 4 Aralık 2023
[1] Pierre Bayard (Prof. Dr.)- Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz?