Sakin Olmak – Yaşlanırken Kazandıklarımız…
Yaşlanmak, iz üzerindeki avcı gibi ensesindedir insanın; arada mesafe bırakma kuralına uymaz ve bunun için suçlayamazsınız da onu…
Yaşlanmaya yüklenebilecek kültürel bir anlam, hayatı kolaylaştıran ve zenginleştiren kaynakların şimdiden keşfidir. Sükûnet, bu kaynaklardan biridir işte. Genelde de onun eksikliğini çekiyor gibiyizdir. Ancak modernlik günümüzde insanları öyle bir savuruyor ve hayatlarını öylesine darmadağın ediyor ki, sükûnete olan özlem de gittikçe büyüyor.
“Hayatın belirli bir devresi, uzun sükûnet için yaratılmış gibi görünüyordu: Yaşlanma devresi. Ne var ki bu da ateşli bir devreye dönüştü, sakin olmayı bir türlü kolayca, kendiliğinden başaramıyoruz. Onu nasıl geri kazanabiliriz? Yaşlanmakta olan toplum, daha sakin bir toplum olabilir mi?” şeklindeki sorularla bu devreyi açmaya ve betimlemeye çalışan Wilhelm SCHMID’in “SAKİN OLMAK-Yaşlanırken Kazandıklarımız” adlı eserini ancak sizlerle paylaşıyorum.
Gençler belki de başlığa bakıp: “Beni bu safhada bu tema ilgilendirmiyor, daha çok zamanın var benim!” diye aklından geçirse de yaşamın sonbaharını tatma dönemi onlar için de çok uzak değildir…
Bu kitaptan öne çıkan birkaç paragrafı aşağıya aktarıyorum:
*İnsan hissettiği yaştadır, öyle mi? Öyledir ama genellikle hissettiğinden daha yaşlıdır. Duygunuz bu vakıayı değiştiremez, tam tersine: Gerçeği görmezden gelen bir yanılsamaya sebep olur. Her yanılsama kötü değildir fakat burada, fiyakalı laflar hakikate çare olmadığında, eninde sonunda sadece hayal kırıklığı büyür.
* Hepimiz hiç fark etmeden daha anne karnında yaşlanmaya başlarız, üç yaşındaki bir çocuk hemen altı, altı yaşındaki hemen on iki, on iki yaşındaki bir an evvel on sekiz olmak ister. Ergenliğin şaşkınlıkları, yaşlanmaya geride kalan yıllardakinden bambaşka hatlar kazandırır. Çocuklar için zaman hep yavaş geçerken, genç erişkinler için fazla hızlıdır, sükûnete pek yer kalmaz.
* Orta yaş bunalımı ve yaş dönümü yıllarında yaşama bakış açısı esastan değişime uğrar: Uzun müddet ileriye bakılan, önü açık ve geleceğe dönük olan yaşam (“Hayatım nasıl olacak? Neye erişmek istiyorum ve bunun için ne yapabilirim?”), gitgide geriye bakılan bir yaşama dönüşür, ilerideki yol daralıyor, dolayısıyla daha fazla geçmişe dönülüyordur (“Hayatım nasıl geçti? Şimdiye kadar ne yaptım, elime ne geçti?”).
*Yaşlılıkta uzun müddet gayet doğal olan duyusal kabiliyetler de gerilemededir. Gazeteyi daha iyi okuyabilmek için kendimden biraz uzaklaştırırım. Kimse beni gözlüklü görmemelidir! Sohbet esnasında daha iyi işiten kulağımı çaktırmadan karşımdakine yaklaştırırım. İşitme cihazı mı? Hayatta olmaz! Artık her şeyi duyamamak beni rahatsız etmez, her şeye tepki vermek zorunda kalmamak, bir ferahlama getirir. Can sıkıcı olan, bana bu hakkı tanımak istemeyenlerin bozulmasıdır sadece.
* Peki ya yaşlılıkta cinsellik? İnsanı genç tutar. Fakat cinselliğin hazzı değişim geçirir: Bir zamanlar tepinen hormonlara yetişebilmek için harcanan o gayret artık makul gelmez, pek öyle birbirinizin üzerine atlamazsınız artık, buna karşılık frekansın azalması yoğunluk artışını teşvik eder. Arkasından gelen bitkinliğin sebepleri eskisinden farklı olabilir: Kalp veya kan dolaşımı ciddi bir tehlike altında olabilir. Ne olursa olsun, daha gençleri tehdit eden One-Night-Stand-Burnout’tan (Bir gecelik ilişkinin yol açtığı çöküntü.) korkmazsınız artık: Bunun için artık fazla partner bulunmaz. İstenmeyen üreme düşük ihtimaldir, demek cinsellik nihayet artık sadece iletişimin, ilhamın ve cezbenin vasıtası olabilir; mahrumiyet halinde de eskisine göre çok daha fazla, sohbetlerden elde edersiniz bunu.
* Yaşlanırken bize yardımı dokunacak olan şey, temastır: Ne var ki tam buna olan ihtiyaç artarken, başkalarının temasa amadeliği azalır. Teniniz, bebeğinki gibi kendiliğinden teması davet etmez. İleri yaşta birçokları teması geri çevirecekmiş gibi bir izlenim uyandırırlar, dolayısıyla bu onlara teklif edilmez bile. Hakikatte yalnızca hoş kokulu, kusursuz teni tenden sayma arzusundaki kültür, yaşlıları, ihtiyarları “dokunulmazlar”a dönüştürür, sanki yaşlılık, dolayısıyla ölüm bulaşacaktır onlara dokunana. Oysa dokunma duyusu üzerinden temel iletişimi sağlamak, görmek ve işitmek gibi diğer duyular zayıfladığında bile, yaşamın ta başındaki kadar mümkündür. Yaşamın sonunda da ölüm döşeğindekilerin en büyük ihtiyacı, onların elini tutacak ve alınlarındaki teri silecek eldir çok defa.
* Zihinsel dokunma ve dokunulmanın sessiz bir yolu, okumaktır. Tarihte uzun süre boyunca, bir kitabı eline alıştaki ve sayfalarını çevirişteki duyusal temasla bağlantılıydı okumak, fakat yeni medyalarla alışveriş de duyusal tecrübelere imkân veriyor, mesela tuşlara basarken, hafifçe dokunurken, sürüklerken, silerken; ayrıca bir e-kitaptaki yazıyı istediğiniz gibi büyütebilmeniz, kadim bir sorunu zevke dönüştürüyor.
*Yetişmekte olan çocuklarla beraber bir defa daha büyümek, yaşamın en yoğun ve güzel zamanıdır, en azından geriye dönüp baktığımda bana öyle görünüyor. Dünyayı keşfetmelerini onlarla beraber yaşamak, insanın kendi benliğinin dünyayı yeniden keşfetmesini sağlar. Peki ya çocuk ve torun yoksa? O zaman da yine çocuklarla bir ilişki aramak anlamlıdır, tabii yanlış anlaşılmalara meydan vermeyecek bir ilişki.
* Yaşlanınca, başkalarının ölümüyle giderek daha sık yüz yüze geliriz, her seferinde daha yakınımıza gelir, bazen iyice yakınımıza sokulur ve biz “O bunu geride bıraktı” diye düşünürken yakalarız kendimizi. Anne babanızın hayatta olmadığı andan itibaren, gayet açıktır: Artık cephede kendi başınasınız, öte tarafla bu taraf arasında bir tampon yok artık.
Annemde beni derinden etkileyen, onun yalnızca yaşlanırken değil, ölümle yüz yüze geldiğinde de derin bir sükûnet içinde olması olmuştu. Vaktinin geldiği o gün, “Nereye gittiğimi biliyorum,” demişti sadece.
Sadece yaşam değil, ölüm de bir yorum meselesidir. Ölüm, yaşama bir anlam veren hadise olarak da yorumlanabilir, çünkü yaşamı değerli kılan sınırı çiziyordur.
Yazar Halit Yıldırm, Antalya, 22 Kasım 2021