Seçtiğimiz Gelecek…
Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nin Biyolojik Çeşitlilik Salonu’nda yere sabitlenmiş bir sunum bulunur. Sergi, beş yüz milyon yıl zaman önce, kompleks hayvanların evrimleşmesinden bu yana Beş Büyük Yok Oluş yaşandığını belirten bir tabela etrafında düzenlenmiştir.
Tabelaya göre, “Küresel iklim değişimi ve muhtemelen dünya ile dünya dışı nesnelerin çarpışması da dâhil olmak üzere diğer nedenler” bu olaylardan sorumludur. Ve şöyle devam eder: “Şu anda Altıncı Yok Oluş’un ortasındayız. Bu defa nedeni, sadece insanlığın ekolojik ortamı dönüştürmesidir.”
Peki, kendi yarattığımız bir yok oluşta bize ne olacak? Yanıt ise Stanford’lı çevrebilimci Paul Ehrlich’in bu salonda bulunan tabeladaki bir sözü: “Diğer türleri yok oluşa sürüklerken, insanlık kendi bindiği dalı kesmekle meşgul!”
Dünya türlerin uyum gösterebileceğinden daha hızlı değişirse, çoğu yok olacaktır. Değişim aracı ister alevler saçarak gökyüzünden düşsün ister aracına binip işine gitsin, durum aynıdır. İnsanlar daha fazla özen gösterirlerse ve daha fazla fedakârlıkta bulunmaya istekli olurlarsa, iklim değişikliği ve mevcut yok oluşun engellenebileceğini savunmak tam olarak yanlış olmaz; yine de verilen mesaj yakalanamamış olur. İnsanların özen göstermesi ya da göstermemesi önemli değil. Önemli olan, insanların dünyayı değiştiriyor oldukları…
İnsanların şimdiye kadar havaya pompaladıkları karbondioksitin üçte biri (yüz elli milyar tona karşılık gelir.) okyanuslar tarafından emilmiş durumda. Bununla alkol arasında yararlı (ama kabul etmek gerekir ki mükemmel olmayan) bir karşılaştırma yapılabilir. Altı kutu birayı bir ayda bitirmekle, bir saatte bitirmek arasında kandaki kimyasallar bakımından çok büyük fark olduğu gibi, karbondioksitin milyonlarca yıllık bir sürede eklenmesi ile yüz yılda eklenmesi arasında deniz kimyası açısından büyük fark vardır. Okyanuslar için, tıpkı insanların karaciğerindeki gibi, oran önemlidir.
Dünya yüzeyinde her yerde sıcaklıklar dalgalanma gösteriyor. Geceden gündüze ve mevsimden mevsime dalgalanıyor. Kış ile yaz arasındaki farkın minimal olduğu tropik kuşakta bile, yağmurlu mevsimler ile yağışsız mevsimler arasında sıcaklıklarda önemli farklılıklar görülüyor. Organizmalar bu değişkenlikle başa çıkmak için her türden savunma geliştirmiş. Kış uykusuna yatıyorlar, yaz uykusuna yatıyorlar ya da göç ediyorlar. Hızlı soluk alıp vererek fazla ısıyı atıyorlar ya da kürklerini kalınlaştırarak ısıyı koruyorlar. Bal arıları göğüs kafeslerindeki kasları kasarak kendilerini ısıtıyorlar. Amerikan doymazı adı verilen leylek türü bacaklarına dışkılayarak serinliyor. (Aşırı sıcak havalarda, Amerikan doymazları bacaklarının üzerine neredeyse dakikada bir dışkılarlar.)[1]
Bugünkü temamız: İklim Değişikliği ve sorumluluklarımız…
Karşı karşıya kaldığımız İklim Değişikliği Krizinin büyüklüğünü unutmaksızın rotamızı değiştirmemiz mümkün. Hiçbir nesnel kanıt da aksini iddia etmiyor. Toplumlarımız daha önce de kurumsallaşmış kölelik ve ırkçılık, kadınlara karşı baskı ve ayrımcılık, faşizmin yükselişi gibi göz korkutan zorluklarla mücadele etti. Elbette bu sorunların hiçbiri kesin olarak çözülmedi ama toplumlarca ele alındı ve de büyük ilerlemeler kaydedildi. Ve bizler zamanla nasıl bunların üstesinden geldiysek, “İklim Değişikliği” sorunsalıyla da başa çıkacağımıza inanmalı ve bizlere düşen sorumluklarımızı hem birey hem de toplum olarak gecikmeksizin yerine getirme çabasında olmalıyız.
“Ancak, iklim değişikliği insan türü için temsil ettiği somutluk nedeniyle diğerlerinde daha karmaşık bir sorun olduğunun da ayırdındayız. İster iklim değişikliğinden memnun olun, isterseniz öfkeyle dolup taşın, bu kitap sizi insanlığın geleceğini yeniden inşa etmeye davet ediyor. Zorlukların göz korkutucu doğalarına rağmen, birlikte hareket ederek bu krizle savaşabileceğimizi, bunun için gerekli her şeye sahip olduğumuzu hatırlatıyoruz. Ama bu çağrıya hemen yanıt vermeniz gerek!” diyerek anlamlı görevimizi bizlere anımsatan “iki inatçı iyimser”e kulak vermenin zamanı…
İklim krizinin acımasız sonuçlarından bahseden ve her şeye rağmen kötü gidişi durdurabileceğimize inanan bu ilham verici kitap (Seçtiğimiz Gelecek-The Future We Choose), belki de insanlık tarihinin en önemli krizine dikkat çekmek ve çözüm üretmek amacıyla 2015’teki Paris İklim Konferansı’nı da organize eden Christiana Fıgueres & Tom Rivett Carnag tarafından beraberce kaleme alındı ve ülkemizde Haziran 2021’de yayınlandı.
Birkaç paragrafı kitap içeriğini anlamak için aşağıya aktarıyorum:
* İnsanların iklim değişikliğine yönelik tepkileri de yıllar içinde farklılaştı. Bir yanda iklim değişikliğine “inanmadıklarını” söyleyen iklim inkârcıları var. Eski Amerika Birleşik Devletleri başkanı Donald Trump bunun en önemli örneği. Oysa iklim değişikliğini reddetmek, yerçekimine inanmadığımızı söylemekle aynı şey. İklim değişikliği bilimi, bir inanç, din veya ideoloji değildir. Ölçülebilir ve doğrulanabilir gerçeklere dayanır. Yerçekiminin yasalarına tabi olmamız gibi, iklim krizi de inanalım ya da inanmayalım, nerede doğmuş ya da nerede yaşıyor olursak olalım, hepimizi etkisine alıyor. Üstelik “iklim değişikliğine inanmama” sorumsuzluğu karanlık yüzünü her yeni felakette daha da fazla gösteriyor.
Size iki senaryo sunuyoruz. Biri ya da diğeri gerçeğimiz olacak.
İlk Seneryo: Yarattığımız Dünya: 2050 yılındayız.
Şu anda yarattığımız dünya, havanın, 3 dereceden fazla ısınmasına yol açıyor. Ortaya koyduğumuz bu senaryo çok tehlikeli bir gidişatın habercisi. Hükûmetler, şirketler ve dünya halkı 2015’te kaydedilenden daha fazla çaba sarf etmezlerse, 2100’e kadar en az 3,7 derecelik bir ısınma gerçekleşecek. Ve eğer taahhütler de yerine getirilmezse, 4 veya 5 derecelik bir ısınma kapımızda olacak. Şöyle ki, 2015’te kaydedilen emisyon kısıtlamaları dışında hiçbir denetim yapılmamış ve 2100 yılında sıcaklığın 3 derece daha artacağı bir dünyaya doğru hızla ilerliyoruz.
İşte can alıcı etkileri ve sonuçları:
Gözleriniz sık sık sulanıyor. Öksürüğünüz hiç durmayacak gibi.
Fırtınalar ve ısı dalgaları peş peşe geldiğinden, havanın kalitesi ve ozon kirliliği sadece maddi gücü yetenlerin ulaşabildiği özel maskeler olmadan dışarı çıkmayı tehlikeli kılıyor.
Son kömür fırınları on yıl önce kapandı ama bu durum hava kalitesinde pek bir fark yaratmadı. İnsanlar hâlâ milyonlarca araçtan çıkan zararlı egzoz dumanını soluyorlar. Bazı ülkeler bulut tohumlayıp yağmur yağdırarak hava kirliliğinden kurtulmayı deniyor ama sonuçlar değişken.
Şimdi tüm gözler Batı Antarktika buz tabakasında. Onun da erimesi halinde okyanuslara tatlı su akışı başlayacak ve potansiyel olarak deniz seviyesi 5 metreden fazla yükselecek.
Okyanuslar karbondioksiti emdikçe sular daha asidik oluyor. pH seviyeleri deniz canlılarına öyle acımasız davranıyor ki birkaç ülke dışında hemen hemen her yerde uluslararası balıkçılık yasaklanıyor. Pek çok insan kalan az sayıdaki balığın kendi haline bırakılması konusunda ısrarcı.
Sıcaklıklar giderek artıyor. Paris’te yaşıyorsanız. 44 derecelik yaz sıcaklıklarına dayanmanız gerekiyor. Üstelik bu, otuz yıl önceki gibi manşetlik bir olay da değil, bir nevi yeni normal.
Kışın dağ tepelerinde buza dönüşen kar miktarı o kadar azalıyor ki ilkbahar ve yaz aylarında erime gerçekleşmiyor. Kaynakları kısıtlı, savunmasız topluluklarsa su kıtlığı sonucu ortaya çıkacak sorunlara çoktan yüzleşmeye başladı: mezhepsel şiddet, kitlesel göç ve ölüm.
Amerika Birleşik Devletleri’nin bazı bölgelerinde istedikleri kadar suya ulaşmak için para ödemeye hevesli zenginlerle, yaşamsal ihtiyaçlara eşit erişim hakkı talep edenler arasında şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Neredeyse kamuya açık tüm tesislerde musluklar kilitli, tuvaletlerdekilerse sadece bozuk parayla çalışıyor.
Artık nüfusu beslemeye yetecek kadar uzun ömürlü ürün yok. Sonuç olarak gıda isyanları, darbeler ve iç savaşlar dünyanın en savunmasız bölgelerini darmaduman ediyor. Gelişmiş ülkeler sınırlarını kitlesel göçe kapatmaya çalışırken sonuçlarıyla da yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Borsalar çöküyor, para birimleri çılgınca dalgalanıyor. Avrupa Birliği ise tarihe karışıyor.
Devletler zenginliklerini ve sahip oldukları kaynakları kendilerine saklamak istediklerinden, insanları da sınır dışında tutmak için sert çözümlere çekincesizce başvuruyorlar. Pek çok ülkenin ordusu artık askeri teçhizatlı sınır devriyelerinden ibaret. İzolasyon en temel hedef ancak bu konuda da henüz tam anlamıyla başarı sağlanmış değil.
Bazı ülkeler göçmenleri ancak sözleşmeli köleliğe yakın koşullarla kabul ediyor. Düzensiz göçmenlerin sığınma hakkına erişmeleri veya sınır boyunca oluşturulacak yeni mülteci şehirlerine planları ise uzun yıllar gerektiriyor.
İnsan türünün yok oluşu şimdilerde çok daha sık tartışılıyor. Öyle ki çoğu insan için tek belirsizlik, daha ne kadar süre dayanacağımız ve kaç neslin gün ışığı görecek olmasından ibaret. İntiharlar hüküm süren umutsuzluğun en açık tezahürü. Artık durdurulamaz boyuta ulaşmış bu felaketi önlemek için gerekli olanı yapmamış bir önceki nesilse, dipsiz bir kaybolmuşluk hissi, dayanılmaz bir vicdan azabı ve bastıramadıkları öfkeleriyle mücadele etmeye çalışıyor.
İkinci Senaryo: Yaratabileceğimiz Dünya: Yine 2050 yılındayız.
2020’den bu yana her on yılda bir emisyonları yarıya indirmeyi başardık. 2100 yılına kadar sıcaklığın 1,5 dereceden daha fazla artmayacağı dünyaya doğru ilerliyoruz.
Dünyanın pek çok yerinde hava, şehirlerde bile tertemiz. Dışarıda dolaşmak yemyeşil bir ormanda yürümek gibi. Bunun için ağaçlarımıza minnet borçluyuz ve onlar ne mutlu ki her yerdeler. Hatta büyük oranda yaptığımız tam olarak bu. Çünkü hava Sanayi Devrimi öncesinden bile iyi.
Uçakların yakıt verimliliğini artırmak için uçuş hızları yavaşlatıldığından, hızlı trenler bazı yolculuklar için tercih sebebi oldu. Üstelik bu sıfır emisyonla başarıldı.
Artık fosil yakıt kullanılmıyor. Bu ülkelerde pahalı teknolojiyi karşılayabilecek bir miktar nükleer enerji var ama enerjimizin çoğu rüzgâr, güneş, jeotermal ve hidro gibi yenilenebilir kaynaklardan geliyor. Evler ve binalar kendi elektriğini üretiyor ve olası her yüzey, güneş ışığından enerji toplayan milyonlarca nanopartikul içeren güneş boyasıyla kaplı, rüzgâr alan her noktada da bir rüzgâr türbini bulunuyor.
Hayvansal protein ve süt ürünleri gibi en çok kaynak tüketen besinler, beslenme programlarımızdan neredeyse tamamen çıktı. Ancak bitki bazlı değişimler o kadar faydalı oldu ki çoğumuz et ve süt ürünlerini aramıyoruz bile. Küçük çocukların çoğu, bir zamanlar yemek için hayvan öldürdüğümüze inanamıyor. Balıklarsa hâlâ mevcut ama çiftliklerde yetiştiriliyor ve gelişmiş teknolojilerle verimlilikleri de daha iyi yönetiliyor.
Bu yıl Pasifik Adaları’nı yükselen deniz seviyesinden nasıl kurtaracağımız üzerine kafa yormamızın bize beş yıl sonra Rotterdam’ı nasıl kurtaracağımıza dair pek çok şey söylediğini anlamamız biraz vakit aldı. Tüm kaynaklarını dünyadaki sorunların çözümü için harcamak artık her ülkenin çıkarına. Zamanın ruhu derinden değişti. Dünya hakkındaki hislerimiz de öyle. Ve daha da ilginci, birbirimize dair hissettiklerimiz de.
2020’lerde alarm zilleri çaldığında, büyük ölçüde gençlik hareketleri sayesinde, haddinden fazla tüketim, rekabet ve açgözlü çıkar ilişkileri içinde çırpındığımızı tüm çıplaklığıyla gördük.
Düşünce yapımızı ve önceliklerimizi değiştirmemiş, insanlık için iyi olanı yapmanın, dünya için de iyi olanı yapmak olduğunu anlamamış olsaydık, kendi kendimizi yok etmekten kurtulmamız imkânsız olacaktı.
************************************************************
* Soyu tükenmiş canlıları, erimiş buzulları, ölü mercan kayalıklarını veya yok edilmiş ormanları geri getiremeyiz. Ama değişiklikleri yönetilebilir bir aralıkta tutmak, toplu bir faciadan kurtulmak ve kontrolsüz emisyon artışından kaynaklanacak felaketleri önlemek mümkün. Bu bizi en azından kriz halinden çıkarabilir. Tabii bunlar minimum düzeyde yapmamız gerekenler. Çünkü daha fazlasını yapmak da mümkün.
*İklim değişikliğinden kaynaklanan tehdit şu an fazlasıyla acil. Her yerde karşımıza çıkan süper hücreli fırtınalar, siklonlar, orman yangınları, kuraklıklar ve seller bize bu krize dair pek çok kanıt sunuyor. Dahası bu felaketlerin sıklık, ölçek ve lokasyon olarak günden güne artacağı da biliniyor. İklim değişikliğini inkâr etmemiz ya da görmezden gelmemiz artık mümkün de değil.
* Tropikal ormanlarımızın yarısı yok oldu ve her yıl yaklaşık 12 milyon hektarlık alan daha yok oluyor. Bu hızla devam edersek yaklaşık 40 yıl içinde 1 milyar hektar yeryüzünden silinebilir ki bu Avrupa’ya eşdeğer bir kara kütlesi demek.
Son elli yılda memelilerin, kuşların, balıkların, sürüngenlerin ve amfibilerin popülasyonları da yaklaşık olarak %60 oranında azaldı. Öyle ki altıncı kitlesel yok oluşu yaşadığımız öne sürülüyor. Yapılan son bir araştırmaya göre hayatta kalan türlerin %12’si günümüzde tehdit altında. İklim krizi de bu tehdidi önemli ölçüde artırıyor. Okyanuslar son elli yılda ürettiğimiz ekstra ısının %90’ndan fazlasını emdi. Bunun bir sonucu olarak da mercan resiflerinin yarısı yok oldu.
* Amazon yok olursa, karbon emisyonları öyle yükselecek ki, sonuçlarına sadece Brezilya değil, tüm dünya katlanmak zorunda kalacak. Aynı şekilde Kuzey buzulları erirse, sadece kutuplara yakın ülkeler değil tüm dünya zarar görecek. Hepimiz aynı gemideyiz ve teknenin ucundaki bir deliğin su almaya başlaması, sadece deliğe yakın oturan yolcuların etkileneceği anlamına gelmez. Hepimiz ya birlikte kazanacak ya da birlikte kaybedeceğiz.
* Bozulmuş veya ormansızlaşmış arazilere ağaç ve çalı dikmek bu anlamda toprağa sağlığını geri kazandıran, verimliliğini artıran ve yeraltı akiferlerini stabilize eden kasıtlı bir canlandırma sürecidir. İskoç yaylalarını yeniden ağaçlandırmak için halen devam eden önemli bir çalışmada araştırmacılar ağaçlar yok olduğunda etraflarındaki toprakta bulunan mantarların da kaybolduğunu gözlemledi. Mikoriza mantarlarının bozulmuş arazileri yeniden ağaçlandırmaktaki faydaları ortaya çıkınca, Yeni Kaledonya’daki ormanların canlanmasını hızlandırmak ve yeşilliğini güçlendirmek için fidan köklerine bir tutam yerli mantar sporu eklenmeye başlandı.
* Doğaya dönmek, anksiyete ve stres gibi sorunlar için güçlü panzehir olduğu kadar fiziksel hastalıklara karşı da etkili. Japonya, ormanda bilinçli olarak zaman geçirme pratiği olan ve “shinrin-yoku” olarak adlandırılan orman banyosunu bu yüzden geliştirdi. Bu yüzden de kısa sürede Japonya’da koruyucu sağlık hizmetleri ve iyileştirmenin temel taşı haline de geldi.
* Hepimiz neticede tarih denen görkemli kumaşı dokuyan birer isçiyiz.
Çoğumuz geriye dönüp uygarlığın dönüm noktalarına baktığımızda, o karanlık zamanlarda yaşamış olsak umutsuzluğa kapılıp eli kolu bağlı oturanlar gibi olmayacağımızı ve doğru kararlar vereceğimizi düşünürüz. Ve şimdi sıra bizde. İhtiyaç duyulan eylemler, toplumları iklim değişikliğini ciddiye almaya teşvik etse bile, her biri kişisel olarak da elde edeceğimiz birer başarı öyküsü demek. Artık iklim değişikliğini ele almanın yalnızca ulusal ya da yerel yönetimlerin, şirketlerin ya da bazı otoritelerin sorumluluğu olduğunu iddia edemeyiz. Bu, dünyanın her yerinde ve herkes için hem bireysel hem de toplu olarak yerine getirilmesi gereken bir ödev.
* Üç asır önce Jonathan Swift şöyle yazdı: “Yalanın kanatları vardır ve gerçek onu topallaya topallaya takip eder.” Ne kadar kehanet dolu bir laf. MIT tarafından yapılan yakın tarihli bir analiz, Twitter’da yalanların gerçeklerden ortalama altı kat daha hızlı yayıldığını ve gerçeğin insanlara aynı düzeyde ulaşamadığını gösteriyor. Sosyal medya ise bu anlamda dezenformasyon üretilip yayılması için kullanılan bir araçtan farksız. Bu durum toplumumuz ve özellikle iklim krizi gibi karmaşık, uzun vadeli tehditlerle basa çıkmak için bir araya gelme becerimizle ilgili ciddi sonuçlar doğuruyor çünkü hakikat sonrası çağda bilimin altını oymanın artık bir zemini de var.
* Ancak moda endüstrisinde, muazzam ölçüde karbon ayak izi söz konusu. Tekstil sektörü, kirlilik açısından petrol endüstrisinden sonra ikinci sırada. Öyle ki atmosferimize tüm uluslararası uçuşlardan ve denizyolu taşımacılığının toplamından daha fazla sera gazı salıyor. Tahminler moda endüstrisinin küresel karbondioksitin %10’undan sorumlu olduğunu söylüyor. Dahası hızlı moda tüketimimiz artıkça emisyon salınımları da hız kazanıyor. Dahası milyarlarca ürün kasıtlı olarak modası geçecek şekilde tasarlanıyor ve bizler yerine yenilerini alırken ekonomik büyümeyi de teşvik etmiş oluyoruz. Tek kullanımlık plastikler bunun somut bir örneği ama demode olmak, yani güncelliğini yitirmek ve gözden çıkarılmak neredeyse tüm tüketim mallarının ortak kaderi.
Pek çok ürün için garantiler nadiren üç yıldan fazladır çünkü ürün bu süreden sonra muhtemelen bozulur ve genellikle yeni bir ürün yedek parçadan çok daha ucuza gelir. Yeni yazılım güncellemeleri eski bilgisayarlara yüklenmez, bunların da değiştirilmesi gerekir. Liste sonsuzdur ve iç karartır. Sonuç olarak tamir ve restore etme pratiği bugünlerde ölmekte olan bir sanat.
Tüketicilik bizi kişilik satın alabileceğimizi düşünmeye iter. Dahası zihinsel alanımızı tüketir; değerlerimizin ve kimliğimizin tek kullanımlık atıklarımızın çoğalması üzerine inşa edildiği dar bir dünya görüşünü dayatır. Psikolojik araştırmalar, kitlesel tüketimin hayatımızda doldurmaya çalıştığımız ama giderek büyüyen bir boşluk yarattığını gösteriyor.
Önümüzdeki günlerde tüketiciler kendilerini ürünlerin sahipleri olarak değil, çeşitli hizmetlerden yararlanan bireyler olarak tanımlamaya başlayabilir. Halihazırda dünyanın en büyük kişisel ulaşım hizmetini veren Uber’se kendine ait araçlar kullanmıyor. Yine halihazırda dünyanın en büyük konaklama şirketi olan Airbnb’nin tek bir ofis binası yok.
* Cinsiyet Eşitliği Yaratmalıyız: Toplumun tüm katmanlarındaki karar mercilerinde, kadınlar sayısını artırmak zorundayız. Kadın liderliğinin daima iyi sonuçlara vesile olduğu, yıllar süren araştırmaların da bir sonucu. Kadınlar çoğunlukla farklı görüşlere daha açıklar ve başkalarına karşı duyarlı bir yönetim şeklini tercih ediyorlar. Olaylara uzun vade yaklaşıyor ve işbirliği konusunda daha iyi sınavlar veriyorlar. Ve bu özelliklerin tamamı iklim kriziyle mücadele için de son dere önemli. Sıklıkla gündeme gelen, kadınlara aynı iş için erkeklerden ortalama %20 daha az ödeme yapıldığı da konunun hâlâ ne kadar sübjektif algılandığı ve ayrımcılık içerdiğinin bir kanıtı.
Brookings Enstitüsü’ne göre, dünyanın belirli bölgelerinde, on iki yıllık eğitimi almış bir kadının yaşamı boyunca sahip olacağı çocuk sayısı, hiç eğitim görmemiş bir kadına kıyasla beş çocuk daha azdır.
Bugün 130 milyon kız çocuğu eğitim görme hakkından mahrum bırakılırken, çok sayıda kadın hamileliğe mahkûm edilip dünyanın zorlu bölgelerinde çocuk doğurmaya zorlanıyor. Bu hesaplamalara göre bugün dünyadaki kız çocuklarının tamamı okula kaydolabilse, 2050’de beklenen küresel nüfusu 843 milyon kişi azaltacak, bu, iklim kriziyle mücadelede büyük bir fark yaratacaktır.
* Son Tahlilde: Dünyadaki varlığımızı hep birlikte yeniden hayal edebiliriz. Tablo ne kadar karanlık görünürse görünsün, hepimizin dünyanın makus talihini değiştirecek bir dönemde yaşadığı bir gerçek. Çocuklarımız ve torunlarımız gözlerimizin içine bakıp bize ne yaptığımızı sorduklarında yanıtımız “Elimizden Geleni Yaptık” OLMAMALI… Bununla yetinmemeliyiz. Bunun için verilebilecek tek bir yanıt olmalı: “Gereken Her Şeyi Yaptık.”
Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, Antalya, 25 Eylül 2021