Şüphecinin Zihin Rehberi
“Bilgi, insanı şüpheden, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır.” Konfüçyüs
Zihin mi, beyin mi, yoksa her ikisi de mi? Çoğu modern araştırmacı, zihin sözcüğünü, insanın kafatasında yer alan ve yalnızca düşünmekten sorumlu olan fiziksel bir organ anlamında, beyin ile eşanlamlı kullanmaktadır.
Beyin bir organdır ve Harvard’da görev yapan psikolog Steven Pinker’ın da işaret ettiği üzere zihin, beynin yaptıklarıdır. Ve beyin de tıpkı diğer canlı dokular gibi, doğal seleksiyon aracılığıyla evrimsel zaman boyunca çeşitli sorunların çözümü için tasarlanan birtakım donanımların ihtişamlı bir şekilde bir araya gelmesiyle oluşur.
Bu çok karmaşık olan “zihinsel işlev” detaylarının bir kez daha altını çizmek gerekirse:
Zihin: Her türlü bilgi ve bulguyu bellekte saklama gücüdür.
Bellek: Bilgi ve bulguların saklandığı yerdir.
Bilinç: Algı ve bilgilerin zihinde duru ve aydınlık olarak izleme sürecidir.
Otoyolda bir araç önünüzü kestiğinde sinirlenirsiniz; kornaya basar, sürücüye hareket çeker, hiddetlendikçe hiddetlenir ve hiç de uygarca olmayan bu davranışın medeniyetin ufukta görünen çöküşünün çok net bir göstergesi olmasıyla devam edip söylenirsiniz de söylenirsiniz. Eşiniz bininci kez kendinizi biraz kontrol etmeyi öğrenmeniz gerektiğini söyler. Siz “Tabii canım” deyip yarım ağızla onaylarken, zihniniz intikam düşünceleri ile az evvel iki yaşında bir çocuk gibi davranmış olmanın acı farkındalığı arasında gider gelir. Derhal size mantıklı gelen bahaneler sıralamaya başlarsınız; stresli bir gün, gece uykunuzu almamış olmanız, birkaç hafta önce başladığınız şu yeni tansiyon ilacı, çözümlenmemiş çocukluk problemleri ve düşüşe geçen bireysel emeklilik hesabınızla ilgili kaygılanırız. Dahası babanız da kolay öfkelenirdi zaten ve kızınca ardı arkası kesilmez tiratlara başlardı. Belki birkaç öfkeli DNA ipliği miras kalmıştır size. Keşke kendinizi inceleyebilmenin kestirme bir yolu olsaydı…
Nitekim önyargılar ve bilinçdışı algısal bozukluklara dair kavrayışlarımız göz önünde bulundurulduğunda, zihni anlamak için yine zihni işe koymak, “herkesin bildiği bir sahtekârdan kendini değerlendirip yine kendine referans mektubu yazmasını istemeye” benzer.
Yukarıdaki kısa açılımdan sonra ben de bu bağlamda, sizlerle paylaşmak amacı ile bu konularda çalışma yapan Robert A. Burton’ın Ülkemizde ilk baskısı bu yıl yayınlanan “Şüphecinin Zihin Rehberi-A Skeptic’s Guide to the Mind” adlı eserini inceledim ve siz okuyucularımla öne çıkan birkaç paragrafı aşağıya aktarıyorum.
*Günümüzde filozoflar, artık, kendi teorilerine kanıt olarak sıklıkla nöroloji çalışmalarından örnekler veriyor. Piyasadaki çakılmalar fMRI’larla açıklanıyor. Neden Pepsi yerine Coca-Cola’yı tercih ettiğimizi bize nörobilimciler anlatıyor. Yarış başladı; bilimin (ve büyük ölçüde zihin felsefesinin) kutsal gayesi, beynin zihni nasıl yarattığını açıklayabilmektir.
*Sevgili eşiniz sırtüstü yatmış derin derin uyuyor ve korkunç bir gürültüyle horluyor. Hafifçe doğrulup ona yan dönmesini söylüyorsunuz. Gözleri kapalı olmasına rağmen sözünüzü dinliyor, hâlâ derin derin nefes alıp veriyor, uyandığına dair hiçbir belirti yok. Sabah da bu olayı hiçbir şekilde hatırlamıyor. Bu davranışı nasıl yorumlarız? Muhtemelen çoğumuz orta yollu bir yorum getirerek söylediklerinizi duyup yapmaya yetecek kadar uyanmadığını, ama davranışta bariz bir değişiklik yapmaya veya olayı hatırlamaya yetecek kadar uyanmadığını söyler. Ancak bu açıklama sadece bir tahmindir ve birbirinden oldukça ayrı iki zihinsel süreci aynı potaya koyar: uyarılma ve farkındalık.
*İnsan Konnektom Projesi’nde kullanılan teknikler-eğer başarılı olursa-beynimizin kısımlarının birbiriyle nasıl etkileşim kurduğunu inceleyebilmemiz için muhteşem ve değerli bir şablon sunabilir. Fakat beynin donanımını çözmenin bilincin doğasını göstereceğine inanmak, bir hoparlörün içini açıp kablo dizilişine bakarak hangi sesin geleceğini tahmin etmek gibidir.
* Nasıl ki zihinsel hisler düşüncelerimizi etkiliyorsa, zihinsel hisler hakkında ne düşündüğümüz de zihin anlayışımızı etkiler. Evcil kaplumbağanızın ya da iguananızın siz evde yokken sizi özleyip özlemediğini hiç merak ettiniz mi? Ya da yavrularını koruyan iki kaz gördüğünüzde acaba onlar da diğerkâmlık, fedakârlık gibi hislere sahip midir diye düşündünüz mü?
* Bilgisayarların bilgi yarışmalarında en iddialı yarışmacıları, tavlada ve satrançta en iyi rakiplerini yenebileceklerini ve oyun teorisi, iklim değişikliği ve kozmoloji gibi çeşitli konularda modelleme yoluyla içgörü geliştirebileceklerini pek tereddüt etmeden kabul ediyoruz. Fark, bu hesaplamaların doğasında yatmaktadır. Sezgiler ve birleşmiş zihinsel his sistemleri olmadan, en gelişmiş yapay zekâ programı ile donatılmış en teknolojik bilgisayar dahi, insan aklını ortaya çıkaran ve doğru karar almaya katkıda bulunan empati, şefkat, mizaç, ironi, adalet anlayışı ve estetik gibi etmenleri bünyesinde barındıramaz. Galaksimizin ve evrenin başlangıç evrelerinin nefes kesen görüntülerini üretmeye kadir olsalar da bilgisayarlar ne güzellik ve huşuyu deneyimleyebilir ne de geleceğe yönelik kararları bu duygulara dayandırabilirler.
* Bilinçli zihnin görevlerinden biri, bilinçdışı beyin mekanizmalarına niyet yüklemektir. Örneğin popüler bir şarkının adını hatırlayamadan yatar uyursunuz. Sabah kalktığınızda şarkının adı aklınızda beliriverir. Şarkıyı hatırlama niyetiniz, bilinçdışına transfer edilip orada çalışmaya devam etmiştir. Bilinçdışında olup bitenlerin, bilinçli bir şekilde herhangi bir şeye niyetleniyor olmasak da niyetlerin rehberliğinde gerçekleştiği hususunda hepimiz hemfikir olmalıyız. Niyet, genelde biz farkında olmasak da çalışmaya devam eder.
* Ne gördüğümüz ne duyduğumuz veya acıyı ya da sevgiyi nasıl deneyimlediğimiz bilinçli verilen bir karar değildir. Bilincin bize sağladığı, gelmekte olan duyulara dikkatimizi odaklama kabiliyetidir; bilinç bize ne dinleyeceğimizi, neye bakacağımızı seçme imkânı tanır. Fakat yaşadığımız şeyin algısını doğrudan etkileyemeyiz. Mesela ayak parmağınızı bir yere çarptığınızda, istediğiniz kadar başka bir şey düşünmeye çalışın, acı hissini büyük bir keyfe dönüştüremezsiniz.
* Beyni bilgisayar terminolojisi ile değerlendirme eğilimimizden dolayı, zekâyı bilgi işleme hızı olarak görmek moda oldu.
Psikolog Heier (Kaliforniya Üniversitesinden) şöyle demekte: “Zekanın son derece genetik bir şey olması, onun geliştirilemeyeceği anlamına gelmez. Bilakis, eğer genetikse biyokimyasaldır ve biyokimyayı etkilemek için elimizde tonla yol var.”
*Bebeklikten yetişkinliğe doğru gelişimimiz sürerken serebral korteksimizdeki nöron sayışında yaklaşık % 50’lik bir azalma olur. Nöronlarda görülen bu “budamanın” arkasındaki gerçek mekanizmalar ve nedenler pek iyi bir şekilde incelenmemiş olsa da yaygın düşünce, bu budamanın gelişimimiz esnasında işimize yarayan, ancak daha karmaşık ve gelişmiş bilişsel işlem yetisi kazanınca artık kullanmadığımız nöral yolaklardan kurtulmamızı sağladığı şeklindedir. Biz olgunlaştıkça, az kullanılan veya hiç kullanılmayan nöronlar metabolik ve fizyolojik olarak etkin bir beyin oluşturmak için budanır; bunu binanın inşaatı tamamlanınca iskelenin kaldırılmasına benzetebilirsiniz.
* Bir fare beyninde 100 milyon nöron ve her bir nöronun da yığınla bağlantısı vardır. Fare beyninin bir milimetre küplük alanında 1 petabaytlık (1000 terebayt) bilgi saklandığı tahmin ediliyor; bu, Facebook’un 40 milyar fotoğrafı saklamak için ihtiyaç duyduğu bellek kapasitesiyle aynıdır. 100 milyar nöronu ve 100 trilyon sinapsıyla insan beynindeki görüntüleri saklamak için 1 milyon petabaytlık depolama alanı gerekirdi. Harvard’da moleküler biyoloji ve hücre biyolojisi profesörü ve Konnektom Projesi’nin ortağı olan Jeff Lichtman’a göre, “Dünya insan beyni kadar güçlü, milyon petabaytlık bir veri dizisine henüz hazır değil, ama olacak”.
* Alandaki birçok uzman, insanlardan yola çıkarak artık ahlak yargılarımızın da öncellikle altta yatan duygular ve zihinsel hisler tarafından tetiklendiğini ve bilinçli aklımızın davranışlarımızı sonradan mantığa büründüğünü düşünüyor. Virginia Üniversitesinden psikolog Jonathan Haidt’e göre, “Ahlak kalesini yöneten, esasen duygulardır… Ahlaki muhakemeyse sadrazam kılığına girmiş bir uşaktan ibarettir.” Haidt, sonradan mantığa bürümenin işin aslını ortaya çıkarmak için değil, diğerlerini (ve kendimizi) haklı olduğumuza inandırmak için yapıldığını savunuyor. Bazı araştırmacılar bir adım daha ileriye gidip ahlaki yargıların estetik yargılara benzediğini belirtiyor.
Ancak UCLA’den nörobilimci Sam Harris böyle düşünmüyor. Sözde yeni bir ateist hareketin önde gelen seslerinden olan Harris, ahlakın ve adaletin beyindeki konumunun bulunabileceğine inanıyor. The Moral Landscape (Ahlakın Coğrafyası; 2010)[1] adlı kitabında bu iddiasını desteklemektedir.
*Heraklitos’un da bir zamanlar dediği gibi “karakter kaderdir“. İyi ama karakter tam olarak nedir? Benlik, beynin ürettiği sürekli değişen sanal yapı, nasıl olur da bir karaktere sahip olabilir?
Güncel bilişsel bilimlere göre karakter, taş çatlasa hakikatin ufak bir kısmını teşkil ediyor olabilir; davranışlarımız istemsiz olarak çarpıcı bir şekilde koşullardan etkilenir. Bu konuda çok sık kullanılan örneklerden biri, unlu mamullerin kokusunun cömertliği artırmasıdır. Araştırmaya göre, insanlar, “hoş kokular yayan bir fırının” önündeyken kendilerinden bir dolar istendiğinde “herhangi bir koku yaymayan gıdaların satıldığı bir dükkânın” önünde olmalarına göre para vermeye daha fazla meyilli olurlar. Benzer şekilde, ortamda temizliği anımsatan hoş bir koku (genelde limon) olmasının gönüllülerin dürüst davranışlar sergileme derecesini artırdığı gözlenmiştir. Bir araştırmada, gönüllülerin odaya narenciye kokulu oda spreyi sıkıldığında, kokusuz bir odaya kıyasla çok daha büyük oranda karşılıklı güven ve hayırseverlik gösterdikleri görülmüştür.
*Ahlakın bilinçli kararlar çerçevesinde belirlendiğine kimsenin ciddi ciddi inandığını sanmıyorum; hepimiz koşulların beklenmedik “karakter özelliğine uymayan” davranışlara yol açtığının farkındayız. Ancak karakter tek bir anda gösterilen davranıştan daha büyük bir şeydir. Tüm deneyimlerin ve biyolojik niteliklerin toplamıdır.
Karakter, birinin hangi durumda nasıl davranacağına yönelik olasılıklar belirlemek demektir. Karakter soyut bir kavram, geçmişteki davranışları değerlendirip gelecekteki davranışların olasılığını öngörmekte kullandığımız söylemsel bir araç olsa da doğrudan davranışımızı etkilemesi bakımından yine de vardır diyebiliriz. Nietzsche bir keresinde şöyle demişti: “Aktif, başarılı mizaçlar ‘kendini bil’ vecizesine göre değil, tepelerinde süzülen ‘kendin ol’ şeklinde bir ilahi emir varmış gibi hareket ederler.”
* Nasıl ki bir romancı, bir karakterine kadar mükemmel tasvir etmiş olursa olsun bunun mümkün olan tek tasvir yolu olmadığını kabul ediyorsa nörobilimciler de zihne dair yargılarının olası birçok yorumdan yalnızca biri olduğunu görmeliler. Neticede, zihne yönelik tüm yargılar şahsi görüşlerdir, bilimsel düşüncenin su götürmez ve kaçınılmaz sonuçları değil.
“Beni bir kez kandırırsan bu senin ayıbındır; iki kez kandırırsan benim!”
Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, 25 Kasım 2020, Antalya