Tarihteki Salgın Hastalıklar ve Sabuncuzade Şerafettin Efendi…
Korona virüs (Covid 19) dünyayı sarsmaya devam ediyor.
Tarih boyunca salgın hastalıkların insanlığı çeşitli düzeylerde tehdit ettiğine, bu hastalıkları yok etmek için bilim insanlarının, ilaç ve aşı üretimi çalışmalarını yoğun şekilde yürüttüğüne, ayrıca çeşitli fiziki tedbirler önerdiğine, yapılan araştırmalar sonucu şahit oluyoruz.
Örneğin bu bilim insanlarından biri olan, Amasyalı Tıb Bilgini – Cerrah Sabuncuzade Şerafettin Efendi, çeşitli ilaçlar üretip denemiş, ayrıca, tıpkı günümüzde uygulamak zorunda olduğumuz hijyen-maske-mesafe kurallarını ta 1400’lü yıllarda önermiş.
Şerafettin Efendi, Mücerreb-Name adlı eserinde, Salgın Hastalık günlerinde Ellerini onat yu (Ellerini güzelce yıka), Galebeliğe girme (Kalabalığa girme), Selamı uzakça vir (Uzaktan selamlaş), Eyi yi vü eyi iç (İyi ye iyi iç), Hasta isen yativir (Hasta isen yat), Taşra çıkma (Dışarı çıkma) tavsiyelerinde bulunuyor.
1385-1468 yılları arasında yaşayan Şerefeddin bin Ali bin el Hac-İlyas-Sabuncuoğlu, hekimler ve bilginler yetiştiren bir ailenin ferdi. İlk eğitimini gördükten sonra, Amasya Darüşşifası’nın ünlü hekimlerinden Nahcivani‘den tıp eğitimi almış, 17 yaşından itibaren, zamanının geleneklerine göre usta-çırak usulüyle hekimliğe başlamış. Öğrendiği pratik tıp bilgilerini, okuduğu kitaplar ve yaptığı gözlemlerle derinleştirmiş.
İyi bir eğitici olan, bilgi birikimi ve deneyimiyle kendisini geliştiren Sabuncuoğlu, titizlikle yazdığı Cerrahiyyetü’l-Haniyye adlı eserinde verdiği ameliyat tekniğiyle ilgili alet ve resimlerle, eğitime görsel destek de sağlıyor. Cerrah İbrahim’in eserinde yer alan, (jinekolojide kullanılan) ‘supozituvar’la ilgili bilgiler Sabuncuoğlu’dan alınmış. Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) zamanında Saray hekimi olan Musa bin Hamon’un XV. Yüzyılda yazdığı diş hekimliği eserinde ‘dağlama’ ve ‘cerrahi’ ile ilgili kısımlar da Sabuncuoğlu’nunkilere çok benziyor.
Sabuncuoğlu’nun eserleri ve içeriklerinin özeti şöyle:
1- Akrabadin:1444’te Farsçadan çevrilmiş. Sözlük anlamı “farmakope” olan Akrabadin, ilaç hazırlanması, o dönemde tıpta hastalık patogenezini açıklayan “Dört Humor Teorisi“, kapsamına giren basit, kompoze ilaçlar; macunlar, tabletler, tozlar, şuruplar, jeller, gargaralar, yağlar ve merhemlerin yapılışları ile kullanıldığı yerleri içeriyor.
2- Cerrahiyetül-Haniyye: (Sabuncuoğlu’nun en tanınmış eseridir.) XI. Yüzyılda yaşamış olan Endülüslü hekim Abdulkasım Zahravi’nin (Ö.1013) Tasrif adındaki Arapça ansiklopedik eserinin, cerrahiye ayrılan son bölümü esas alınarak hazırlanmış. İçinde cerrahi girişim resmi bulunmayan bu yapıtı Sabuncuoğlu, yüzlerce kişisel gözlemini katarak zenginleştirmiş ve resimli bir cerrahi eser haline getirmiş.
3- Cerrahiyetü’l-Haniyye: “Paris nüshası” olarak bilinen nüshanın yazım tarihi 1465. Yazım yeri Amasya. 57 bölüm olan eser, yazarın kendi el yazısından oluşuyor. Birçok bölümün sonunda cerrahi girişimi açıklayan resimler, metin içinde de alet ve girişim resimleri yer alıyor.
4- Mücerreb-Name: Sabuncuoğlu’nun 1468’de yazdığı bir eser. Önsözünde ‘Amasya’daki hekim çevresinin arzusuna uyarak kaleme alındığı’ belirtiliyor. Şerefeddin’in bu eseri, diğerlerine göre daha tanınmış ve yayılmış. Eserde, yazarın hayvanlar ve insanlar üzerinde ya da bizzat kendi üzerinde denediği ilaçların kullanılışı açıklanırken, bugünkü tıp literatüründeki olgu sunumlarına benzer ifadeler bulunuyor.
TARİHTEKİ SALGIN HASTALIKLAR
Tarihteki salgın hastalıkları, Sağlık Bakanlığı Dış İlişkiler Dairesi eski Başkanı, Dünya Sağlık Örgütü eski Türkiye Temsilcisi Bekir Metin ayrıntılı olarak araştırmış.
Bekir Metin’in hazırladığı ‘Küresel Salgın Hastalıklar ve Uluslararası Sağlık Örgütlenmeleri – DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ VE TÜRKİYE İLİŞKİLERİ’ isimli kitapta konuyla ilgili bilgiler özetle şöyle:
Mezopotamya Sümerler, Akadlar, Asurlar, Elamlar, Babiller gibi en eski ve büyük medeniyetlerin doğduğu ve geliştiği yerdir.
Mezopotamya’da, savaşlar ve işgaller salgın hastalıkların yayılmasına katkıda bulunuyordu. Kil tabletlerde bazı veba çeşitlerinden, tıbbi metinlerde ise hummalardan söz edilir. Hastalıklara vücudu ele geçiren ruhların neden olduğu düşünüldüğünden, etkilenen kişiden mümkün olduğu kadar sakınılıyor, bu sayede sınırlı bir izolasyon sağlanmış oluyordu. Bu yaklaşım Ortadoğu’da daha sonra gelişecek olan başka medeniyetleri, örneğin İbranileri etkileyerek hastalara değmeme tabusu oluşturdu. İbrani inancı hijyenle ilgili pek çok kanunu içeriyordu; temiz olmayan şeylere dokunmama, hastaların izolasyonu, yemeklerden önce el yıkama, cinsel ilişki ve regl sonrası banyo yapma, hayvanların kesimi ve yiyeceklerin hazırlanmasında hijyene dikkat etme bunlar arasında sayılabilir. Bu yaklaşımın hastalıklardan korunmada etkili olduğu söylenebilir. Kutsal metinlerde de salgın hastalıklardan sık sık bahsedilir. İncil’de veba, humma ve cüzzamın sık sık adı geçer.
ESKİ MISIR: Halk sağlığı ve hijyenle ilgili benzer kanunlar Eski Mısır’da da geçerliydi. Eski Mısırlılar vücut ve ev temizliğine büyük önem veriyor, sabah, akşam ve yemeklerden önce kişisel temizliklerini yapıyordu. Ancak Nil sularının bulunduğu kanal, havuz ve su birikintileri sineklerin üremesi için elverişliydi. Yapılan araştırmalara göre, Eski Mısırlılarda karaciğer sirozu sık görülüyordu. Yani, büyük ihtimalle temiz içme suyu bulunamıyor, bu nedenle de bol bira ve şarap tüketiyorlardı. Duvar resimleri ve papirüslerden anlaşıldığına göre; sıtma, cüzzam, zatürre, çiçek ve veba gibi salgın hastalıklara Eski Mısır da sık sık rastlanıyordu.
HİNDİSTAN: Hindistan’da sıtma, dizanteri, kolera, çiçek, tifo, veba, cüzzam ve tüberkülozun varlığına ilişkin kanıtlar var. Geleneksel Hint tıbbı, bir veba veya salgının ortalığı kasıp kavurduğu yerlerde kalmanın tehlikeli olduğunu, su ve yiyecek seçiminde dikkatli olunması gerektiğini önemle vurgular. Asya’da yeşeren medeniyetlerde çok eskiden beri çiçek hastalığına karşı ilkel bir aşının uygulandığı biliniyor.
ÇİN: Çin’de bazı salgın hastalıklar çok iyi anlaşılmış ve koruyucu önlemler ve tedaviler geliştirilmişti. Çiçek hastalığına karşı uygulanan aşı ve cüzzama karşı bir ağacın tohumundan yapılan ilaç bunlara örnek gösterilebilir. Bu ilaç yakın zamana kadar başlıca anti cüzzam ilacı olarak kullanıldı. Çin tıbbının bazı hastalıklar konusundaki bu başarısına rağmen Çin’de de bazı yıkıcı salgınlar yaşandı. Han hanedanı zamanında tifo olduğu anlaşılan bir salgının o bölgedeki insanların üçte ikisini öldürdüğü biliniyor.
ESKİ YUNAN: Eski Yunan’da toplumun büyük bir kısmının yaşadığı evler sıkışık ve kötü havalanan yerlerdi, sokaklar da temiz değildi. Ancak ev hijyenine ve vücut temizliğine dikkat ediliyor, sandaletle dolaşıldığından evlere girmeden önce ayaklar yıkanıyordu. Yükseğe asılan delikli bir tahta fıçıdan akan suyla duş almak da yaygındı. Tıbbi metinlerden, çiçek hastalığı, suçiçeği, kızamık, kızıl, tüberküloz, sıtma gibi hastalıklara rastlandığını anlıyoruz.
İkinci büyük veba salgını Roma İmparatorluğu’nda Marcus Aurelius Antonius döneminde (M.S. 161-180) ortaya çıktı. Doğu seferlerinden dönen askerler tarafından getirilmiş salgın bir hastalık olan Antoninus vebası günde 2 bin kişinin ölümüne neden olmuş bilinen en önemli veba salgınlarından biridir. Salgın, Roma İmparatorları Lucius Verus ve Marcus Aurelius Antoninus’un da hayatını kaybetmesine sebep olurken, imparatorluğun toplam nüfusunun yüzde 30’unun yitirilmesine de yol açtı. Söz konusu veba salgını Roma’nın çöküşünü de tetikledi.
HİPOKRAT VE BERGAMALI GALEN
Tıbbın babası olarak anılan, mantıklı ve yenilikçi tavsiyeleriyle bilinen Yunan hekim Hipokrat ile Antik Roma’nın en önemli hekimlerinden Bergamalı Galen, veba hastalığına karşı “derhal uzaklaşma ve mümkün olduğunca geç dönme” tavsiyesinde bulunuyordu.
İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük salgın Doğu Roma İmparatorluğunda M.S. 541 yılında İmparator Jüstinyen’in İstabul’da inşa ettirdiği Ayasofya’nın keyfini sürerken, Jüstinyen Veba Salgını o kadar uzun süren bir hastalık süreci oldu ki iki yüz yıl boyunca can almaya devam etti. Ölen insan sayısı ilk salgında 25 milyonu bulmuş, devam eden süreçte de 50 milyon insanın hayatına mal olmuştu. Ancak bazı uzmanlar bu sayının 100 milyon olduğunu söylüyor.
HAÇLI SEFERLERİNİN MİRASI
Ortaçağ boyunca salgın hastalıklar Avrupa’nın peşini bırakmadı. Bu hastalıklardan ilki cüzzamdı. Aslında cüzzam Ortaçağ’a özgü bir hastalık değildi. Eski Mısır’da, Çin’de, Hindistan’da ve seyrek de olsa Avrupa’da görülmüştü. Ancak, Haçlı Seferleri’nden dönüşler cüzzamın yaygınlığını artırdı. Sayıları muazzam bir şekilde artan cüzzamlılar toplumdan dışlanarak ayrı yerlerde yaşamaya zorlandı.
Geri dönen Haçlılar, yalnızca cüzzamı değil, birçok bulaşıcı hastalığı da Avrupa’ya taşımıştı. Kıtlıklar, kötü beslenme ve hijyenden yoksun yaşam koşulları nedeniyle halkın hastalıklara karşı olan direnci zaten kırılmıştı. 14. yüzyılda yaşanan tifo, çiçek ve “kara ölüm” adıyla ünlü veba salgınları Avrupa’ya oldukça zor zamanlar yaşattı.
Osmanlıların “taun”, Avrupalıların “kara ölüm” olarak adlandırdıkları veba insanlık tarihinin en acımasız ve en etkili salgın hastalıklarından birisiydi. Salgının boyutları o kadar büyük olmuştu ki, milyonlarca insan hayatını kaybetmiş ve dünya tarihinin gidişatı değişmişti. Veba ilk defa milattan önce (M.Ö.) 1650’lerde Mısır’da görüldü. Avrupa’da ise 6. yüzyılda Akdeniz kıyılarında ortaya çıkmış ve 19. yüzyılın sonlarına kadar on milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuştu.
VEBA SALGINI: 1350’li yıllarda yaşanan veba salgını dünyanın gördüğü en büyük felaketlerden biriydi. Salgın Orta Asya’da başladı. Önce Çin ve Hindistan’a yöneldi. 1346 yılında Kırım’daki Ceneviz kenti Kefe’de görüldü. Hastalıktan kurtulmak için Kefe’den kalyonlarla kaçan Cenevizliler salgını Avrupa’ya taşıdı. Veba önce Sicilya, sonra Cenova, arkasından da Marsilya ve Valencia’da yayıldı, ardından bütün Adriyatik şehirlerini sardı. Yazın Paris’e ulaştı, yılsonunda Manş Denizi’ni aştı. 1349’da Britanya Adaları’na ulaşan veba, doğuda da Almanya ve Güney Balkanlara, arkasından da Baltık ve Rusya’ya girdi. Sonunda, Avrupa’da salgının ulaşmadığı çok az yer kalmıştı. Felaket sona erdiğinde, Avrupa’da 30 milyon kişi ölmüş, yani “kara ölüm”, Avrupa’da her üç kişinin hayatının son bulmasına neden olmuştu.
VENEDİK SALGINI: 12. ve 13. yüzyıllarda Venedik, Doğu ile ticaretin merkezi konumundaydı. Buğdaydan ipeğe, değerli taşlardan boyaya, baharat ve kumaşa kadar pek çok mal gemilerle Venedik’teki limana akıyordu. Ama Doğu’nun bu lüks mallarını getiren gemiler, fareleri ve veba gibi o bölgelerin egzotik hastalıklarını da taşıyordu. 1361’den 1528’e değin Venedik’te 22 salgın kaydedildi.
Venedikliler buna çözüm olarak, Lazaretto Vecchio adını verdikleri küçük bir adada tarihteki ilk yalıtılmış hastaneyi kurdular. Bubon vebası, hıyarcıklı veba veya sadece veba olarak bilinen hastalığın belirtilerini gösterdiği düşünülen insanlar derhal şehirden çıkarılıp adaya götürülüyordu. Ada bugün de tenha ve kasvetli halini koruyor. Adada kazı yapan Martino Rizzi’ye göre, adada “On binlerce insan ölmüştü. Burası yeryüzündeki cehennemdi. Ama öte yandan, bu uygulama sayesinde yüz binlerce insanın da hayatı kurtulmuştu
AMERİKAN YERLİLERİNİN SUÇİÇEĞİ İLE KARŞILAŞMASI
15. yüzyılda Avrupalılar yenidünyayı (1492 Kristof Kolomb’un Amerikaya çıkışı) keşfetti. Amerika kıtasındaki yerliler ile temas eden Avrupalı kâşifler beraberlerinde götürdükleri virüs ve bakterileri buradaki insanlara bulaştırdılar.
Suçiçeği Avrupa’nın üçte birini öldürmüştü, ancak bağışıklık sistemleri Avrupalılar gibi gelişmemiş olan ve ilaçları da yetersiz kalan Amerikan yerlilerinin hiçbir şansı yoktu. Milyonlarca insan öldü ve o dönem yerli nüfusun yüzde 90’ı yok oldu.
MEKSİKA 1’COCOLİZTLİ SALGINLARI’: 6. Yüzyılda ‘Yeni İspanya’ adı verilen bugünkü adıyla Meksika olan bölgede görülen birkaç farklı hastalığın aynı dönemde oluşmasıyla yaşanmış salgın felaketi ‘cocoliztli salgınları’ olarak anılıyor. Bugün yapılan incelemeler sonucunda, balıklarda bulunan salmonella bakterisi kaynaklı olduğu düşünülen salgınların 1520 – 1576 yılları arasında toplamda 15 milyona yakın insanı öldürdüğü, Maya uygarlığı için sonun başlangıcı olduğu ve yıllar içerisinde günümüz Venezuela’sından Kanada’ya kadar yayıldığı sanılıyor.
AVRUPA’DA RÖNESANS, REFORM VE AYDINLANMA DÖNEMİ
Avrupa’da Ortaçağ’da başlayan toplumsal değişiklikler 15. ve 16. yüzyıllarda ortaya çıkacak olan Rönesans’a giden yolu açmıştı. 16. yüzyılda salgın hastalıklar da oldukça farklıydı. Cüzzam ve frengi yaygınlığını kaybetmiş, tifo, difteri, suçiçeği ve kızamık açıklanamayan bir şekilde yaygınlaşmaya başlamıştı.
1665-1666 yılları arasında İngiltere’de görülen “Büyük Londra Vebası” 100 bin kişinin ölümüne neden olmuştur.
BİLİMSEL DEVRİMLERİN ÇAĞI
Bu gelişmelerin ardından gelen 17. yüzyıl, bilim tarihinin dönüm noktalarından biri oldu. Bilimsel devrim çağı olarak anılan 17. yüzyıl tıp alanında da birçok gelişmenin yaşandığı bir dönemdi. Tüm bu gelişmelere rağmen salgın hastalıklar geçmiş çağlarda olduğundan daha az etkili değildi. Bu çağda en yaygın olan salgın hastalıklardan biri sıtmaydı. Sıtmanın bataklıklarla ilgisi 18. yüzyıla kadar kanıtlanamadı. Veba, kızamık, çiçek, kızıl, suçiçeği salgınları da can almaya devam ediyordu. Veba salgınları yüzünden ölenlerin sayısı, Milan’da 80 bin, Venedik’te 500 bin kişiydi.
SUÇİÇEĞİ SALGINI: 18. yüzyıla gelindiğinde, önceki yüzyıllara kıyasla daha az öldürücü olmakla birlikte, hıyarcıklı veba, tifüs, sıtma ve difteri hala halk sağlığını tehdit etmeye devam ediyordu. Dönemin en öldürücü hastalığı ise çiçekti. Bu hastalık ölümcül olmayan durumlarda bile cilt üzerinde yoğun lekeler bırakmakta, körlüklere sebep olmaktaydı. Bu dönemde özellikle bu bulaşıcı hastalıklara yönelik tedavi geliştirme çabalarına önem verilmiş aşılama metotları geliştirilmeye çalışılmıştır. Lady Mary Wortley Montagu’nün İstanbul’a yaptığı ziyaret sırasında gördüğü, Asya’da yaygın olan bir çiçek aşısı tekniği Avrupa’da kullanılmaya başlandı, daha sonra bu teknik geliştirildi ve günümüzde de kullanılan çiçek aşısı keşfedilmiş oldu.
AŞI, DÖNEMİN EN ÖNEMLİ BULUŞLARINDAN BİRİYDİ
16. yüzyılda Kuzey Hindistan’da ortaya çıkan kolera ise 1783’te Kalküta’da 20 bin Hindu hacısının ölümüne neden oldu. 1817 yılında “pandemik” bir salgına dönüşen kolera 1818’de Java’da 100 bin kişiyi öldürdü. 1820’de Filipinlere ve Çin Limanlarına, 1829-1832’de İran’a, Rusya’ya, Osmanlı topraklarına ve Amerika’ya sıçradı. 1833 yılında Meksika’da 15 binden fazla insan yaşamını yitirmiştir. 1840’ların sonlarına doğru Avrupa’ya sıçrayan kolera 1817-1923 arasında altı büyük pandemi halinde tüm Dünya’da yüzbinlerce insanı öldürdü.
TİFÜS SALGINI: Tifüs bakterisini taşıyan bitlerin neden olduğu salgın da savaşın beraberinde getirdiği bir olguydu. Avrupa ve Asya’da 25 milyon kişi hastalandı ve özellikle Sovyetler Birliği ülkelerinde 3 milyona yakın insan hayatını kaybetti. Batılı ülkeler salgına neyin neden olduğunu daha hızlı anladı ve bitlerden kurtulmak üzere önlemler alındı. Doğu ülkeleri ise daha geç önlem aldı ve bu nedenle dünyanın bu kısmında çok daha fazla sayıda insan hayatını kaybetti.
İSPANYOL GRİBİ: 1918-1920 yılları arasındaki dönemde İspanyol Gribi nedeni ile 20 milyon kişiden fazla insan yaşamını kaybetti.
İspanyol Gribi Osmanlı İmparatorluğu’nda da önemli tedbirler aldığı bir salgındı. Okullar, sinema ve tiyatrolar ile eğlence yerleri kapatıldı. Konferanslar, toplantılar iptal edildi. Halk mümkün mertebe bilgilendirildi. İstanbul Şehremaneti (Belediyesi) salgınla mücadele için ayrıntıları içeren bir açıklama yaptı.
İspanyol gribine yakalanan milyonlar arasında, İngiliz Başbakanı Lloyd George ve ABD Başkanı Woodrow Wilson ile Mustafa Kemal Atatürk gibi çok önemli yöneticiler de vardı.
ATATÜRK İSPANYOL GRİBİNE YAKALANDI
Atatürk, 27 Mayıs 1918’de böbrek rahatsızlığı nedeniyle İstanbul’dan Viyana’ya gitti. Burada Cottagge Sanatoryumu’nda tedavi gördü. 30 Haziran 1918’de Viyana’ya oradan da bugünkü Çekya sınırları içerisinde yer alan, kaplıcalarıyla ünlü Karlsbad’a geçti. Burada bir süre dinlendi. Sonra yurda dönmek için 27 Temmuz 1918’de Karlsbad’tan ayrılıp Viyana’ya döndü. Bu sırada “Viyana’da bir süreden beri Avrupa’yı kırıp geçirmekte olan İspanyol gribine yakalandı. Atatürk, 4-5 gün Viyana’da kaldıktan sonra 2 Ağustos 1918’de İstanbul’a döndü.
MODERN TIBBIN BAŞLANGICI
19. yüzyılda halk sağlığı kavramında da büyük değişiklikler oldu. Şehirlerin lağım sistemlerinin düzenlenmesi, temiz içme suyu sağlanması gibi halk sağlığı önlemleri daha bilinçli olarak uygulanmaya başlandı. Ancak salgınlar halen devam ediyordu.
Londra’da 1854’te 14 bin kolera vakası görüldü. 19. yüzyılda kolera Amerika’da kuzey kıtayı 3 kez dolaşarak büyük kayıplar verdirdi. Tifo ve diğer salgınlar düzenli aralıklarla görülmeye devam etti. Bu hastalıkların verdirdiği kayıplar ancak bakterilerin keşfedilmesiyle birlikte makul düzeye indirilebildi.
MİKROORGANİZMALARIN KEŞFİ
19. yüzyılın tıp alanındaki en önemli olaylarından biri mikroorganizmaların keşfiydi. Bu keşif tıp tarihinin gidişatını öylesine değiştirdi ki, yüzyılın sonuna gelindiğinde, hastalık kavramı, tedavi metotları ve hijyenik uygulamalar konusunda yepyeni bir bakış açısı ortaya çıktı. 19. ve 20. yüzyıllarda birçok bilim insanı bulaşıcı hastalıkların anlaşılması ve tedavi edilmesi için çalıştı, birçok hastalığın tedavisi bulundu. Halk sağlığının korunması ve salgın hastalıkların önlenmesi konusunda uluslararası kuruluşlar önemli çalışmalar gerçekleştirdi.
Tüm bu gelişmelere rağmen bazı salgın hastalıklar halk sağlığını günümüzde de tehdit etmeye devam ediyor. Modern yaşam biçiminin getirdiği bazı gelişmeler avantajlarının yanında sağlık konusundaki dezavantajları da beraberinde getiriyor. Bozulan çevre koşulları, ekolojik krizler salgınların yayılma koşullarını da beraberinde oluşturuyor.
1957 ASYA GRİBİ SALGINI
Çin’de başlayan Influenza-A virüsünün ördeklerde mutasyona uğrayarak insana geçen bir hastalık olduğu düşünülüyor. 1957 yılında Çin’den başlayarak, Uzakdoğu’ya daha sonra da Avustralya, Amerika ve Avrupa’ya yayılmasından ötürü bu adla anılıyor. Bu büyük salgında, ABD’de 40 milyon insanın Asya gribine yakalandığı ve 8 bin kişinin öldüğü biliniyor. Ayrıca, Asya kıtasında 4 milyona yakın insan öldüğü de kayıtlarda yerini almış bulunuyor. Bulunan bir aşı ile salgının önüne geçildi. Bir yıl içerisinde 40 milyon kişi aşılandı. Asya Gribi kitlesel aşılanmanın önemini ve etkisini gösteren en önemli örneklerden biri haline geldi
HIV / AIDS VİRÜSÜ (İnsan Bağışıklık Yetmezliği Virüsü)
HIV-AIDS (insan bağışıklık yetmezliği virüsü) etkeni nedeniyle insanlarda bağışıklık sisteminin çökmesine neden olan bulaşıcı bir hastalık. 20. yüzyılın ortalarında maymunlardan insana geçtiği anlaşılan HIV virüsünün saptanabilen ilk örneği 1959’da Kongo’da görüldü. Ne var ki, teşhisi ve adı ancak 1980’lerde konulabildi.
1995 yılında, Amerika’da 25-44 yaş arası kişilerde AIDS en önemli ölüm sebebi olmaya başladı, bir milyonu aşkın AIDS’li hasta rapor edildi (CDC, 1998). 1996 yılında dünyada AIDS hastalığından ölen kişi sayısı 9 milyona ulaştı. 1999’da DSÖ tarafından HIV/AIDS hastalığının dünyanın dördüncü büyük sağlık sorunu olduğu açıklandı. 2002 yılında tüm dünyada 15-59 yaş grubu ölümlerin birinci nedeni HIV/AIDS oldu.
2003 yılında Dünya Sağlık Örgütü/Birleşmiş Milletler AIDS Birimi (UNAIDS) tarafından 2005 yılına kadar 3 milyon kişiye ilaç tedavisi başlanmasını sağlamak için “beşe kadar üç” kampanyası başlatıldı. Son 50 yılda 36 milyon insanın hayatına mal olan virüsü kesin tedavi edebilecek bir çözüm hala bulunmuyor. Sadece önlem almak ve hastalığa yakalandıktan sonra ömür boyu ilaç tedavisi kullanmak gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü tarafından 1 Aralık Dünya AIDS günü olarak kabul edildi.
EBOLA SALGINI
Dünya Sağlık Örgütüne kayıtlarına göre; Ebola ilk olarak 1976 yılında Sudan’ın Nzara ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin Yambuku kentlerinde eş zamanlı iki salgına yol açtı. Ebola Nehri yakınında bir köyde belirlendiği için hastalığa bu isim verildi. Ebola virüsü Aralık 2013’te Batı Afrika’da yayıldı. Demokratik Kongo Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı, ülkenin doğusunda Ağustos 2018 tarihinde görülen salgında 2 bin 62 kişinin hastalandığını ve bunlardan 1390’ının hayatını kaybettiğini açıkladı.
SARS (Şiddetli Akut Solunum Yetmezliği Sendromu)
SARS, 2002 Kasım ayında Çin’de ilk olarak ortaya çıkan, 21. yüzyıl dünyasındaki ulaşım olanakları ile dünyanın öbür ucuna dek yayılan, bulaştırıcılık ve moralitesi yüksek bir hastalık. Şubat ve Haziran 2003 tarihleri arasında önce artan, daha sonra azalan bir ivme ile dünya gündemini meşgul etti. Çin, Tayvan, Hong-Kong, Singapur, Vietnam, ABD ve Kanada gibi ülkelerle birlikte toplamda 37 ülkede SARS olguları tespit edildi. Olgu (vaka) ve ölüm görülen ülkeler eylem planlarını yaparak hazırlandılar. Söz konusu ülkelerde tespit edilen vaka sayısı 8455, ölen sayısı 916 ve ölüm oranı yüzde 10,9 olarak tespit edildi. Salgından 1725 sağlık çalışanı etkilendi.
MERS-COV ( Orta Doğu Solunum Yetmezliği Sendromu)
İlk defa 2012 yılında Suudi Arabistan’da tanımlanan ve yeni bir coronavirüsün neden olduğu bir bulaşıcı solunum yolu hastalığıdır. Bu virüsün bulaştığı hastaların yaklaşık olarak yüzde 35-40’ı hayatını kaybetti. Hastalıktan kurtulanların virüsü bulaştırma riski olmadığı belirtildi. DSÖ kayıtlarına göre, Kasım 2019 sonu itibariyle 858 ilişkili ölüm (vaka-ölüm oranı yüzde 34.4) dâhil olmak üzere, laboratuvarlarda onaylanmış toplam 2494 MERS vakası rapor edildiği, bu vakaların çoğunun Suudi Arabistan’da olduğu, 2102 vaka, 780 ölüm bildirildiğini ve ölüm oranının da yüzde 37.1olduğunu tespit edildi. (MERS-CoVirüsü’nün develerden kaynaklandığından şüpheleniliyor.)
SALGINLAR YIKICI ETKİLERİNİ SÜRDÜRÜYOR
Grip, AIDS, Ebola SARS, MERS gibi hastalıklar özellikle 3. Dünya Ülkelerinde yıkıcı etkilerini sürdürüyor. Kıtlık, açlık, savaş, ekolojik sorunlar gibi nedenlerle zaten direnci kırılmış olan insanların yaşadığı yoksul ülkelerde, tüberküloz, sıtma gibi çok eski ve bilinen hastalıklar yeniden felaketlere yol açabiliyor. Tüm bunların yanı sıra kuş gribi, domuz gribi yeni hastalıklar da gündeme geliyor.
Yeni hastalıklar yeni çözümler bekliyor. Yani, kat edilen onca yola, gerçekleştirilen onca buluşa rağmen, tıp biliminin yapması gereken çok iş var.
Gazeteci Yazar Remzi Dilan, Ankara, 9 Eylül 2020, remzidilan_48@hotmail.com