Torunlara Ne Kalacak Bizden?

Torunlara Ne Kalacak Bizden?

Yaşam bir yolculuk, hem de uzuuuun bir yolculuk. Eskiden de bu kadar uzun muydu? Değildi elbette. Hele bizim gibi gelişmeyi hep bir adım geriden takip eden bir ülkede. Şimdi size çok basit bir istatistik vereceğim ve onun üzerinden biraz ahkam keseceğim.

Ben 1964 doğumluyum. Merak edip baktığımda bana çok şaşırtıcı gelen bir rakam gördüm. 1964 yılında yeni doğan bir bebek için ortalama beklenen yaşam süresi 48,31 yıl. (Kaynak: Dünya Bankası). Bir Google taraması ile hemen bulunabiliyor. Şu anda yıl 2022 ve ben 58 yaşındayım. Yani doğduğumda beklenen süreyi 10 yıl aşmışım bile. Peki, şu anda bu süre kaç yıl derseniz, cevap 77,69 (aynı kaynaktan 2019 verisi), kısaca 78 yaş. Yani bugünden bakınca henüz 20 yıllık da bir alacak var, kendi adıma. Peki, yaklaşık 60 yıllık bir zaman diliminde insan ömründeki bu 30 yıllık uzamayı neyle açıklayacağız. Elbette altyapı ve sağlık konusundaki gelişmeler. Sağlıklı su, nispeten daha sağlıklı çevre, yeterli ve nitelikli gıdaya ulaşabilmekte kolaylık, sağlık hizmeti altyapısında ilerleme ve tabii tıp konusunda tüm Dünya ile beraber bizde de gelişen teşhis ve tedavi olanakları. Ama bence bundan çok daha önde giden koruyucu hekimlik. Yani aşılar ve belli hastalıkların eradikasyonu (ortadan kaldırılması). Çiçek, kolera, kızamık, sıtma, verem, boğmaca, tetanos, difteri ve daha pek çok hastalık bu kadar basit bir yolla ortadan kaldırıldı. Siz bakmayın aşı karşıtlarının saçma sapan argümanlarına, tüm bu hastalıklardan bugün neredeyse tamamen kurtulduysak, aşılar sayesinde. Her neyse, amacım aşı reklamı yapmak değil aslında.

Peki, ne demek istiyorum?

Elbette böyle bir yaşam uzaması beraberinde pek çok toplumsal değişimi de gerektirmekte. Çalışma yaşamından emeklilik şartlarına, yaşlılık hastalıklarından kentleşmeye, bakımevlerinden hastanelere pek çok konu var, bu uzamaya eşlik etmesi gereken. Örneğin halen tartışılmaya devam eden emeklilik yaşı (ya da çalışma süresi), yaşlılara özgü başta nörolojik hastalıklar ve kalp damar hastalıkları olmak üzere geriatrinin alanına giren tüm hastalıklar. Yaşlılara uygun konutlar, yaşam alanları, dinlenme ve tatil olanakları, hobi merkezleri gibi düşünülmesi gereken pek çok şey var. Yaşlılar için yakınlarına yük olmadan yaşlılıklarını geçirebilecekleri bakım/huzur evleri veya evde bakım servisleri. Bunlara ne kadar hazırız sizce?

Gittikçe yaşlanan bir toplumun el emeğiyle çalışan nüfusu ne kadar fazla olursa olsun, görece daha yaşlı kişilerin tecrübe, bilgi ve bilgeliğini de toplumsal yaşamın üretim kanallarına aktarabilmesi gerekir. Hem yaşlanan nüfusu aktif yaşamda tutabilmek hem de katma değeri yüksek üretim alanlarında etkinliği sağlayabilmek adına bu şart. Bu aslında hem çok iyi değerlendirilerek ülke gelişim ve kalkınmasına katkı sağlayacak, hem de yaşlıları aktif ve dolayısıyla sağlıklı tutacak. Bir kenara atılmış, mutsuz hisseden yaşlıların sayısının azalması beraberinde ruhsal çöküntü içerisinde bulunan yaşlıların da sayısının azalmasına ve buna bağlı teşhis ve tedavi harcamaları için kullanılan kaynakların da daha az tüketilmesine katkı sağlayacaktır. Ülke kalınmasına sağlayacağı katkıyı ise söylemeye bile gerek yok. Ama tabii bu boyutta nitelikli iş ve yaşam mentorlarına gerek duyulan iş alanları ve bilgiye verilen değere de bu ülkede duyulan ihtiyacı iyi sorgulamak gerek. Sağlık ekonomisi denilen bilim alanı tam da bu işler için var. Üretim alanları basit, emek yoğun iş kolları olduğu sürece bu bilgi ve beceri aktarımları da son derece sınırlı olacaktır, kaçınılmaz olarak.

Gelelim, bir başka boyuta. Çalışma yaşamı ve emeklilik. İnsanlar doğal olarak belli bir süre çalışma yaşamında kaldıktan sonra, ileri yaşlarında emekli olup, iyi bir emekli geliriyle yaşamlarının geri kalanını keyifle başkalarına muhtaç olmadan geçirmeyi arzuluyorlar. Bu son derece doğal. Ancak, aşağı yukarı yarım yüzyılda insan yaşam süresindeki bu büyük artış, burada da bir başka probleme kaynaklık ediyor. Eskiden 20-25 yıl çalışıp emekli olan kişiler, yaklaşık olarak 8-10 yıl emekli maaşı alırken, bu günlerde 25 yıl çalışıp, 35 yıl emekli maaşı almalarının imkansızlığını sanırım herkes takdir eder. Dolayısıyla çalışma yaşamında geçirilen sürenin uzaması kaçınılmaz. Her ne kadar geçmiş son derece yakın ve göz önünde, halen çalışan insanlar bunu görerek kendileri adına bir haksızlık hissediyorlarsa da maalesef bu bir gerçek ve devam etmesi mümkün değil. Ülkemiz de bu gerçeği fark edip, bunlarla ilgili kademeli bir yaş artışını da iş yaşamına uyguladı geçmiş yıllarda, biliyorsunuz. Bugün halen çözüm arayan EYT’liler (Emeklilikte Yaşa Takılanlar) filan mağdur olduğunu düşünse de maalesef bu zorunluluk karşısında çok da yapacak bir şey yok bence. Tabii, seçim öncesi hoş görünme çabalarından bir şey kapabilirlerse, yatsın kalksın dua etsinler. Kısacası bugün doğanlar için de 75-80-85 yaşlarında emeklilik çok da şaşırtıcı olmasa gerek.

Peki, bu nüfus artışını ve yaşlanan nüfusu besleyecek gıda kaynakları ne halde? Elbette son çeyrek yüzyılda hızla üretimden vaz geçen ülkemizde gıda sektörünün de dışa bağımlı hale geldiğinin hepiniz farkındasınız. Hayvancılık neredeyse tamamen öldü, tarım can çekişiyor. Nüfus hem yüksek doğum hızı hem uzayan insan yaşamı hem de göç alan bir ülke olmamızın etkisiyle hızla artarken, gerileyen tarımsal üretim, yabancı menşeli tohuma, ilaçlı ve suni gübreli tarıma yönelerek niteliği anlamında da fazlasıyla sıkıntı yaratacak gibi görünüyor.

Yine bir başka sorun, sağlıklı çevre ve atıkların bertarafı. Bugün hızla artan nüfusun zaten kısıtlı yaşam koşullarıyla karşı karşıya olduğu ve çevre bilincinin de bu koşullarda lüks bir kavram olarak algılandığı malum. Oysa kendi pisliğinde boğulmak istemeyen bir toplumun bu konuda hızla aksiyon almasına, eğitime, insanların duyarlılaştırılmasına ve tabii ki en önce yöneticilerin bu konuyu içselleştirmesine, öncü ve örnek olmasına ihtiyaç varken, bir bakıyoruz ki çevrenin en büyük katili devlet kurumları ve yönetici zümre ve onların iş birliğinde hareket eden çıkar grupları. Nasıl bu kadar kör olabildiğimizi anlamak da mümkün değil.

Eğitim konusu ise zaten Cumhuriyet boyunca ve hatta tüm Türk tarihi boyunca bir türlü çözemediğimiz ve tabana yayamadığımız bir başka sorun. Her yıl nüfusa yeni katılan 1-1,5 milyon kişi bir süre sonra eğitim yaşına gelince bir başka devasa sorun çıkıyor karşımıza, bu nüfusun nitelikli ve yeterli eğitimi alabileceği kurumların oluşturulması, idamesi, eğitim ihtiyaçlarının planlanması, ülke geneline adil şekilde dağılımı, nitelikli eğitim kadrolarının oluşturulması ve tüm bu faaliyetin finansmanı. Ülkenin geleceğe dönük iş alanlarının belirlenmesi, meslek ihtiyaçlarının planlanması, uygun eğitim kurumları aracılığıyla da bu ihtiyacın karşılanması… offf, ne zor iş.

Sadece eğitim ihtiyacı yok ki, bu toplumun. Sağlıklı konutlar, altyapı, sağlıklı kentler oluşturulması, bu şehirlerin su, elektrik, yakıt, pis su bertaraf vb ihtiyaçlarının halledilebilmesi başlı başına bir planlama ve kaynak sorunu. Bu sosyal yapılarla birlikte ulaşım, yollar, toplu ulaşım vasıtaları, metrolar, otobüsler, trenler filan derken bambaşka bir ihtiyaç dağı da ulaştırma alanında çıktı karşımıza.

Eh, diyeceksiniz ki “sağlık olsun.” Hah, tam ben de onu diyecektim. Bu yaşlanan ve hızla artan nüfusun sağlık sorunları ne olacak? Giderek modernleşen ve teknoloji bağımlı olarak gelişen sağlık sektörü de gittikçe pahalı bir alan olmaya başlıyor. Yaptığınız hastaneler, donattığınız kurumlar ne kadar modern ve büyük olursa olsun, dev gibi büyüyen ihtiyaçlar için de dev gibi büyüyen sağlık kadrolarına, hem de ciddi anlamda iyi yetişmiş doktorlara, hemşirelere, sağlıkçılara ihtiyacınız oluyor ve gelecekte de daha fazla olacak.

Burada kısaca özetlediğim her bir sorun kalemini tek tek ele alacak olsanız daha neler neler var söz konusu olacak. Diyeceksiniz ki, “bütün bir devlet yönetiminin sorumluluklarını sıraladın sen de”. Eh, devlet insan içinse eğer, doğrudur; bu saydıklarım hızla yaşlanan ve çoğalan tüm ülkelerin yönetimlerinin de ortak sorunu. Burada önümüze çıkan fark şu: Gelişmiş toplumlar görece yavaş artan nüfusları, geleceği planlayarak geliştirdikleri altyapıları, katma değeri yüksek üretimleri nedeniyle yüksek gelirleri ile bu işlerde çok daha avantajlı iken bizim gibi ülkeler, zaten bozuk olan ekonomik dengelerini de çarçur edilen kaynaklar yüzünden daha da bozuyor. Dünya üzerinde gitgide eşitsizlik çoğalırken geri kalmış ve gelişme konusunda yavaş kalan ülkeler iyice dibe itiliyor.

Gelelim sonuca. Diyeceğim şu ki, “bize plan değil pilav lazım” diyebilen yöneticilerimizin mirasçıları bir an önce planlamanın ve kaynakların doğru kullanımının yollarını bulacaksa ne ala. Yoksa işimiz zor, hem de çok zor. Yaşlanan bir toplumun gereksinimleri de hızla değişiyor, çeşitleniyor ve çoğalıyor. Günlük kısır çekişmelerden kafamızı kaldırıp torunlarımıza ne bırakacağımıza odaklansak??? Malum, herkesin yurtdışında istediği ülkeye yerleşip, orada yaşama şansı olmayacak, bazıları gibi. Bugün arsızca yağmaladığımız kaynaklar yarınlarda torunlarımızın başına daha büyük bir bela olarak kalacak.

Başka Türkiye yok, unutmayalım.

Yazar Dr. Önder C. Sezgin, Ankara, 29 Mart 2022

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir