Üniversite Kavramı – VII
1.b. Osmanlı İmparatorluğu’nda Bilim ve Bilimsel Kurumlara yaklaşıma dair tespitler
Bilim tarihinin üniversite tarihinden ayrı düşünülemeyeceğini bir defa daha vurgularken bilim tarihi ve medrese ilişkisinin de yadsınmaması gerektiği gerçeğini görmek mecburiyeti vardır. Özellikle, bu nedenle daha önce ki ifadelerimizde üniversitenin epistemolojik açılımını yapmaya çalışırken medrese ile arasındaki kuramsal farka da göndermede bulunma gereğini görmüştük. Burada ilginç olan ve bir o kadar da dikkatten kaçan konu, nakle ve “kıyas/cedel”e dayanan tek bir din temelli teolojik skolastisizmde ısrarcı olan medrese eğitim sisteminin, zaman içerisinde “bilgi üretememek sorunu” yaşamasının kaçınılmaz hale gelmesidir.[1] Bu da tekrara ve kanaat oluşturmaya dayanan bu tarz eğitim ve öğretim sisteminin İslam Dininin ağırlıkta olduğu Ortadoğu coğrafyasında “tümdengelimi” salt dinsel alana sıkıştırmak ve onu “tevhid” olgusu şeklinde telakki eden bir yola girmesine neden olmuştur. Bu tarz bir yaklaşımın eğitimin her düzeyinde deneysel rasyonel akılcılığın, hipotetik olsun olmasın, göz ardı edilmesi ile sonuçlanmasının doğal bir sonucu olarak bugün bile üniversitelerin medreselikten kurtulamamasının en önemli amillerinden olduğunu düşünmekteyiz. Kaldı ki İslam düşüncesinin ağırlıkta olduğu coğrafyada, ilginç bir şekilde mistisizm ve gnostisizm kavramları birbirinin yerine yanlış olduğunu düşündüğümüz bir şekilde kullanılma alışkanlığı dikkati çeker. Haliyle bu durum da bilimsel düşünce ve bilimsel metodoloji üzerine de etkili olmuştur. Belki konunun temelinde eklektik düşünce sorunsalı yatıyor bile olabilir. Örneğin birçok orientalistin yetersiz bakış açısıyla mistik bir kişilik olarak nitelendirdiği Mevlana Celaleddin Rumi’nin dahi bir konuşmasında ilginç bir şekilde “kıyas/cedel” kavramına muhalefet etmesi oldukça çarpıcıdır.[2]
Öte yandan skolastisizmin vaz geçilmez öğesi olan “kıyas/cedel” yöntemi trivium (gramer-mantık-diyalektik) diyalektik ayağında eğitmenin ikna gücünün adeta vazgeçilmez bir yöntemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu da sonuçta, “agnostik” düşünceyi besleyecek bir argüman olarak karşımıza çıkacaktır.[3] Bizim kanaatimize göre, bilinmez olmak bilinemez olmak anlamında değerlendirilemez. Bilinmez olanı olduğu gibi kabul etmek düşünceyi statik hale getirir. “Bilinemez”lik kavramı ise kendi içerisinde bir bilinebilme eylemine mündemiçtir. Bu ise bilenemez olanın bilinebileceği eylemini zorunlu kılacağı için skeptisizm burada zorunludur. Bu nedenle, bu zorunlu çaba, akıl çağı olarak da niteleyebileceğimiz modernite döneminde birçok düşünür tarafından hakikati aramak olarak tanımlanmıştır. Değişmeyen tek şeyin değişmenin kendisi olduğu ve değişmenin değişmez bilgisini talep etmenin ise insana dair tek ve yegâne hakikat olmadığını kimse edemez. Bu süreçte agnostik olmak bir “iman” sorunsalı olarak karşımıza çıkacaktır. Dinsel öğretilere dair kurumsallığın bireysel olanı reddetmesine karşı bir duruş olarak ortaya çıkan bu tarz düşüncenin belki de en önemli kilometre taşlarından biri olarak Copernicus’u gösterebiliriz. Zira kurumsallık özellikle dinsel kurumlar bağlamında bu açıdan değerlendirildiğinde zaman içinde agnostik hale geldiğini ileri sürmek mümkündür. Kurumsal yapılar mensuplarını agnostikleştirildiklerinin farkına vardırmadan ritüelik uygulamalar ile sadece yaşamsal kaygıya dair güvende hissetme duygusunu kullanarak birbirine bağlar. Agnostikleşme, bu bağlamda skeptisizm ile birlikte telakki edileceği için ritüel ile inançların korunma gayreti gnostik düşünceye ket vuracaktır. Burada özellikle insan ve evrenin nasıl oluştuğu sorusu üzerindeki tartışmalar niçin oluştuğu sorusu ile iç içe girecektir. Bu niçin sorusunu sorduran ise ölüm olgusu karşısındaki çaresizlik ve korkudur. İnsanın hayatta başarının zirvesini yaşadığı bir noktada ölümü kabullenmemesi sonucu inanç alanına sığınması, bilmemenin ya da cehaletin sahte cennetine ve cehaleti kutsamanın ütopyası ile de kitlelere hükmetmenin yolunu açmış gibidir.
Konunun en önemli kilometre taşı olarak matbaanın bulunması ve bilginin daha geniş kitlelere ulaşmasındaki rolü yadsınamayacak kadar önemlidir. Bilindiği üzere matbaa Jean Gutenberg tarafından 1450 yılında Mainz’de tasarlanarak kullanıma sunulmuştur. Üniversiteler açısından bu konunun önemi tartışılmazdır. Zira matbaanın ticari ve kurumsal olarak ilk kullanımı da bilimsel kaygıları da içerecek şekilde olmuştur. Bu kurumsal yapının Köln Üniversitesi olması son derece dikkat çekicidir. Köln Üniversitesi “Cologne Chronicle” denilen VI.YY-XV.YY arasındaki olayları konu alan külliyatı baskı haline getirmek için Ulrich Zell isimli kişiyi görevlendirmiştir.[4] Bu kişinin Köln şehrinden Mainz’e gelerek Gutenberg’den eğitim almasını üniversite tarihi ve kavramı açısından son derece önemli bulduğumuzu belirtmek zorundayız. Papa Urban VII’den kuruluş beratını alarak faaliyetlerine başlayan Köln Üniversitesi’nin Kıta Avrupa’sında, daha öncede bahsettiğimiz üzere ilk kurulan köklü üniversitelerden olduğunu bir defa daha hatırlamakta yarar vardır. Bu tarih Avrupa’nın 100 yıl savaşları ile şekillenmesine yakın, Britanya Krallığı’nın artık bir “ada” devleti olarak tescil edildiği İngilizcenin de resmi dil olarak kabul görmeye başladığı bir zaman kesitine de denk düşmektedir. Fransa ve İngiltere arasındaki bu savaş münasebetiyle, Osmanlı Türkleri Avrupa’nın güneydoğusundaki Balkanlarda sadece Macar-Papalık ve Sırp kuvvetleri ile de daha kolay baş edebilmiştir. Gerçekten de Roma ve Venedik kentleri daha sonra matbaanın kullanımıyla bilginin doğu kültürü ile daha yoğun tanışmasına neden olan merkezler haline gelirken ki, saat kavramını vurgulayan mekanik saatlerin “zamanı yönetmek” bağlamında Britanya Adalarından Prag şehrine uzanan çizgide Avrupa’da yaygınlaşması ilgi çekici bir gelişmedir. İlk mekanik saatin, X. YY’da Papa Slyvestre II tarafından tasarlandığı söylenmektedir.[5] Bununla beraber batı Avrupa uygarlığında ilk mekanik saatin oriental kültür ile yakından temas eden İtalyan kent devletlerinde yapılmış olması mekanik saat kültürünün Ortadoğu’dan Avrupa’ya geçişteki ilk durağının burası olmasını doğal kılar. Ancak, birçok saat türü hakkında belge ve bilgi bulunmasına rağmen mekanik saat ile ilgili olarak İslam coğrafyasında bir kayıt bulunmadığını da belirtmek zorundayız. İlk mekanik saatin 1288 tarihinde yılında Britanya Adaları’ndaki Westminister saat kulesine, 1292 tarihinde Canterbury Katedrali’ne Edward I (Longhanks) tarafından koydurulduğu da bilinmektedir.[6]
Gerçekten de zamanı yönetmek bilimsel bilgi üretiminde son derece önemli yer tutar.[7] Burada konunun üç bileşeni mevcuttur. Bunlar bireysel verimlilik, bilginin güncellenme sorunsalı ve kurumsal çıkarlar olarak üç ana eksende düşünülebilir. Zamanı yönetmek, dakik olma kültürü ile yakından ilgili olup uygarlığın önemli bir göstergesi olarak kabul edilmelidir. Öte yandan mekanik saatlerin gündelik kullanıma girmesi ve yaygınlaşmasının ardındaki bilimsel gerçeklikte yeteri kadar irdelenmeyen birçok konu mevcuttur. Konumuz ile ilgisi bakımından iki tanesi son derece dikkat çeker. Bunlardan ilki mekanik bilgisi, diğeri ise astronomi bilgisinin mekanik saat yapımında gerekliliğidir. Bu açıdan bakıldığında pusulanın icadı kadar önemli olduğu söylenebilir. Zira zamanı en az yanılmayla tayin eden mekanik bir saat tasarlanması bu bilgilere vakıf olmadan mümkün değildir. Gerçekten de mekanik saat tasarımlarının Avrupa ülkelerinde üniversitelerin yaygınlaşmasıyla paralellik göstermesi bir rastlantı değildir. Üretime dayalı mesleki dayanışma örgütlenmeleri şeklinde kurgulanan üniversite loncalarında, üretim ve verimlilik kavramlarının en az dinsel ibadet saatleri kadar önemli olduğu bilinciyle yakından ilgili olmadığını kimse iddia edemez. Bu açıdan bakıldığında, mekanik saat tasarımı ve mekanik bilgi ile astronomi biliminin yakın ilişkisi de göz önüne alındığında ilk mekanik saatlerin Osmanlı İmparatorluğu’na Mehmet II tarafından getirildiği realitesi yadsınamaz bir ön görüdür. Ancak Mehmet II’nin bu vizyonuna rağmen, ilk mekanik saatin Takiyyüddin isimli astronom tarafından XVI. YY’ın ikinci yarısında Murat III zamanını beklemesi de bir o kadar rahatsız edici bir gerçekliktir.[8] Ülkemizde üniversite sorunlarının temelinde yatan bilgi üretememe sorunsalının bilgiye geç ulaşma ve “gecikmiş innovasyon” ile ilintisinin irdelenmesi bahsinde bu gibi rahatsız edici gerçeklerin üzerinde çekinmeden yoğunlaşmak mecburiyeti vardır. Gerçekten de güneş parametrelerinin hesabında Copernicus ve Tyco Brahi ile boy ölçüşebilecek yetenekteki bu değerli Türk Astronomunun Galata semtinde kurmaya çalıştığı rasathane, Semerkant Uluğ Bey rasathanesinden sonra Türk Dünyasında kurulan ikinci rasathane olmaya aday idi. Hoca Sadeddin Efendi tarafından desteklenmesine rağmen değerli bilim insanı Türk asıllı Taküyyüdin’in öncülüğünde kurulmaya çalışılan rasathane, devrin Şeyhülislamı Ahmet Şemseddin Efendi’nin şikâyette bulunması ile Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa (1500-1587) tarafından bir gecede yerle bir edilmek suretiyle yıkılmıştır.[9] Burada daha da ironik olan husus, astronomiye en çok gereksinim duyan bir alan olan denizciliğin Osmanlı Devleti’nde 17 yıl gibi en yüksek makamında olan bir kişinin bilerek/bilmeyerek buna alet edilmiş olmasıdır.[10] Bilindiği üzere, Copernicus, Tyco Braha ve Takiyyüddin gibi çağdaşları ile birlikte değerlendirildiğinde yaşadığı dönemde “de Revolutionibus Orbita Coelesti” isimli eserini yazarak bilimsel bir devrime imza atmıştır. O devre kadar, Aristo temelli olarak Ptolemeus’un tanımları astronomide genel geçerli olan yegâne görüş olmuştur. Bu konuda özellikle Aristo’nun düşüncesi Platon’dan farklı olarak form ve ideayı birbiri ile içkin ve ayrılamaz düşündüğü için eğitim kavramında da bu yansıma görülür.
Diyalektik esaslı skolastik felsefe kıyas ve ikna yolu hem Hristiyan hem İslam düşüncesinde eğitim kurumlarında vurgulayıcı olmuştur. Aristo’nun bu düşüncesi, madde ve uzayı tek ve devinimsiz “göksel bütünlük” olarak ele aldığından, Nicalaus Copernicus’un (1473-1543) bunu temelinden sarsacak dünyanın hareketini ve güneş merkeziliğini esas alan düşüncesiyle devrim yaratmış olduğunu söyleyebiliriz. Zaten kitabının adında geçen “Revolution” kelimesinin düşünsel ve bilimsel anlamda bir devrimi çağrıştırdığı ve ilham kaynağı olduğunu kendisi ne kadar fark etmiştir bilemeyiz ama kendinden öncekilere bir zirve sonrakiler için ise bir başlangıç olduğu konusunda ortak görüş mevcuttur.[11] Zira Kilisenin yaklaşık bir yıldır sıkı sıkıya sarıldığı skolastik düşünce sarsılmış, Ptolemeus astronomisi de bu sayede değişmiştir. Oysa o devirde Osmanlı coğrafyasında Mirim Çelebi (Ölümü 1525) gibi önemli bir astronomun bile hala Ptolemeus’un bin yıllık “Elmagesti” adlı eserinin üzerinde tercüme ve şerhler ile uğraşmakta olduğunu da dikkatten uzak tutmamamız gerekmektedir.[12] Burada özellikle Copernicus’un “de Revolutionibus Orbitum Coalesti” kitabının 5.Bölümünde bahsettiği “paralaks” kavramı ve güneşin etrafında gezegenlerin sıralanma ve “retro” adı verilen “analemma/izdüşüm”lerini içeren göksel rotalarıyla, güneşe daha yakın olan Merkür ve Venüs gezegenleri ile Dünyaya göre Güneşe olan konumları daha uzak olan Mars, Jüpiter ve Satürn’ün hareketlerindeki farklılıkları vurgulaması astrolojiden astronomiye geçiş konusunda önemli bir devrim olarak kabul edilir. Kitabın 5.Bölümünün girişinde Venüs gezegenine has ışımalardan “Lucifer” ve “Vesperugo” olarak bahsetmesi daha sonra son derece ilginç yerlerde insan düşüncesinin dikkatini çekmiş ve çeşitli yorumlara konu edilmiştir.[13]
Bütün bunların ötesinde, Rönesans döneminde İslam Coğrafyasını yöneten Osmanlı Devleti içerisinde bilim ve buna bağlı olarak üniversite kavramının medrese anlayışına hapsedilmesinde bilime yaklaşımın salt tekrar ve tercümeden ibaret görülmesinin bir diğer ispatını da denizcilik alanında görmekteyiz. Yukarıda özellikle mekanik saat ve astronominin denizcilik ile ilişkisine kısaca değinmiştik. Kısaca konuyu örneklendirmek için Piri Reis ve Seydi Ali Reis örneklerine göz atmak önemli ölçüde fikir sahibi olmak için yeterlidir. Piri Reis (1465-1554) bilindiği gibi XVI. YY’ın en önemli denizcilerinden biridir. En önemli eseri, 1521 yılında yazıldığını bildiğimiz, 1525 yılında da genişletilmek suretiyle Süleyman I ‘e takdim edilen Kitab-ı Bahriye’dir. Manzum olan bu kitabın ön sözünde “Kulların en zayıfı (orjinal metinde -hakir- olarak geçer) olan ben, Hacı Mehmet oğlu Gazi Kemal Reis’in kardeşinin oğlu, bu ümit ile Padişahın feleklere eş olan kapısına gücüm yettiği kadarcık bir hediye olması için derya ilminden ve gemiciler sanatından bir kitap yadigâr ettim” diye kendisinden bahseder. Burada kullandığı ifadeden, Bayezid II döneminde devlet hizmetine giren ünlü denizci Kemal Reis ile akrabalık bağlamında bir illiyetinin olduğu anlaşılmakla beraber, hami olarak kabul edilen padişah için bu değerli kitabın hazırlandığı intibaını hemen uyandırır.[14],[15]
Piri Reis’in haritalarının mülhem olduğu bilimsel olarak gösterilen Amerigo Vespucci’ye atfedilen mektuplar ve Vespucci’nin yapıp yapmadığı tartışmalı olan 3 ya da 4 adet seyahatlerine dair yazıların Freiburg Üniversitesi’ndeki reformist bir doktora öğrencisi tarafından çoğaltılarak dağıtılması, devrim niteliğindeki sonuçları ile birlikte düşünüldüğünde üzerinde önemle durulması gereken bir olaydır.[16] Ancak Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye isimli kitabında her şeye rağmen dünyanın yuvarlak olduğundan sıklıkla bahsetmesi önemlidir. Bunun gerçekten de bilimsel bir gözleme dayanarak vurgulandığı bilinmektedir.[17] Bilimsel bilgi üretme ve üretilen bilginin kullanılabilmesine dair yaklaşım ve bilgi üretene verilen değer bağlamında konu edilmesi gereken bir diğer çarpıcı örnek de yine denizcilik alanında tarihimizde bir kilometre taşı olan Seydi Ali Reis’dir. Denizciliğinin yanı sıra coğrafyacı ve astronom kimliği tartışmasız olan bu bilim insanımızın, Muhit ve Mir’at-ül Memalik olmak üzere başlıca çok önemli iki eseri dikkat çeker. Katip Çelebi’nin ünlü Cihannüma adlı eserinde Uzak Doğu ve Güneydoğu Asya’ya ait bilgilerin Seydi Ali Reis’in Muhit adlı eserinden alıntılar içerdiği bilinmektedir. Ayrıca yazdığı kaynakları ve kişileri tek tek belirtmesi referans vermesi onun bilimsel yönteme olan saygısını ve düşünce namusunu göstermeye yeterlidir. Bu kitabında Amerika adlı bir kıta’dan bahsedeceğini söylemesi dikkate değer bir konudur. Ancak Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye’sinde Amerika Kıta’sı bahsi ondan önce olmasına rağmen, kendi kitabında hiç zikretmemesi, siyasal baskının bilimsel düşünce ve yazını korku yoluyla etkileyebilmesine rahatsız edici bir örnek teşkil etmektedir.
Öte yandan, hami ve himaye edilen ilişkisinin kapalı ve karşılıklı simbiyozunda yürüyen Osmanlı Bilim anlayışında çok önemli gördüğümüz kırılma noktalarından birisi de matbaa ile ilgili olanıdır. Matbaa teknolojisi, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Kıta Avrupası’nda bugün orta Almanya’daki Mainz şehrinde kurulmuş ve oradan gelişmeye başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu topraklarında kullanılmaya başlaması yaklaşık üç yüz yıl gibi uzun bir süre sonrayı almıştır. Daha evvel rasathane yıkılışı, mekanik saatlerin üretimindeki dramatik gecikme gibi bu durum da ciddi tartışma konusu edilmiştir. Bu konuda özellikle Mehmet II devrinden beri ikinci büyük medrese olan Süleyman I’in himayesinde kurulduğu bilinen Süleymaniye Medresesi sonrası dönemde İtalya’daki bir gelişme sayesinde matbaa oriental kültür ile tanışmıştır. Greko Latin dünyanın Rönesans olgusunu yaşadığı İtalya’daki bu olayın gerçekleştiği tarih aralığının, yukarıda özellikle vurgu yaptığımız Takiyyüddin’in ünlü rasathanesinin yıktırıldığı dönem olan Murat III’ün saltanat zamanına denk gelmesi ilginçtir.
Antik Yunan kültürüne dair hümanist eserlerin ve tarihsel metinlerin, Yunanca ve diğer doğu dillerinde basımında, önceleri Köln Üniversitesi’nde (1388’de kuruldu) “Cologne Chronicles” ile başlayan Alman yayıncılığı, daha sonra özellikle Roma ve Venedik’te misyoner amaçlar doğrultusunda kutsal metinlerin basımı şeklinde gelişme göstermiştir.[18] Papa Gregory XIII ve Kardinal Ferdinand de Medici Roma şehrinde “Typographica Medicae” yi kurmuşlardır. Typographica Medicae’nin programı ve denetimi konusunda Giovanni Battista Raimond isimli orientalist sorumlu olarak görevlendirilmiştir.[19] Burada Katolik Kilisesi üç önemli hedef gözetmiştir. Bunlardan ilki, Arapça konuşan Hristiyanlar Roma Katolik Kilisesi arasında kutsal kitaba dair metinlerin Arapça baskısını yaparak daha yakın ilişkiler kurmaktır. İkinci amaç, dinsel nitelikli olmayan Arapça metinlerin basım ve yayınına olanak sağlayarak kullanımına imkân tanımaktır. En sonuncu hedef ise gelir sağlamak olarak sıralanabilir. Hatta bu hedefler gözetilirken, Papa Gregory XIII’ün, özellikle Hristiyanlık içerisindeki kimi heretik grupların doğu topraklarında basılı eserler üzerinden, özellikle Arapça konuşulan bölgelerde etkinliği konusunda da çekincelere sahip olduğu da bilinmektedir. Ancak burada bir soru hemen akla gelmektedir. Hangi amaçla olursa olsun, sonuçta bilginin yayılması ve kolay ulaşılır olmasında teknolojik bir devrim niteliği tartışılmaz olan matbaanın Ortadoğu Coğrafyasındaki en önemli engeli, İslam Dini nedeniyle burada kullanılan semitik Arap alfabesinin varlığıdır. Zira Mainz’de kurgulanarak üniversitelerde (Bkz. Köln Üniversitesi-Cologna Chronicles) bilimsel tarihsel metinlerin basılmasıyla kullanılmaya başlayan ve yine üniversiteli bir doktora öğrencisi (Freiburg Üniversitesi – Martin Waldseemüeller) tarafından harita basımında kullanılarak Avrupa’da Germen kavminin siyasal hedeflerine yönelik propaganda aracı olabilen matbaa teknolojisi, Arapça dili ve onun alfabesinden kaynaklanan sorunları aşabilmek için biraz daha zamana gereksinim duymakla birlikte onu da aşmayı başarmıştır. Ancak bu durumun, büyük bölümü Osmanlı İmparatorluğu’nun coğrafyası olan Ortadoğu ve İslam Dünyasının aleyhine gelişerek bu topraklarda üniversite kültürünün medrese düzeyinde kalması konusunda da etkili amillerden en önemlisinin olduğu kanaatindeyiz.[20] Zira, bir teknolojik devrim, “know-how” denilen üretim bilgisini tarihin her devrinde o devrimi yaratan topluma ait kılmıştır. Bu nedenle üretim bilgisine sahip olan coğrafya her zaman öncü (Pioneer-pivot) ve yaygınlaşmayı kontrol eden coğrafya olmuştur. Bu nedenle coğrafyada devrim ve devrimin coğrafyası bir birinden ayrılamaz iki etkileşimsel kavramdır. Bu açıdan değerlendirildiğinde bir coğrafya ve onun jeopolitik yapısı, sahip olduğu sosyo-kültürel özellikleri, orada “sosyo-ekonomik ve bilimsel devrim” yaratan en temel unsurlar gibidir. Ayrıca günümüzde, ekonominin küreselleştiği iddia olunan dünyada acaba bilimsel anlamda kolay ulaşılan bilgi ve bilgi teknolojileri yapay zekâya doğru bir dayatma ile evrilirken, “know-how” kavramı ne olacaktır? sorusu hemen akla gelmektedir. Zira insanlık ve bilim bilgiyi üreten ve onu kullananların, yöneten ve yönetilenler olarak tanımlandığı bir çağdadır. Bu nedenle her toplum, kendi bölgesinde kendi “know-how”unu üretme anlamında bir gayret içerisinde olmadığı sürece yönetilen olmaktan kendisini kurtaramayacaktır. Büyük Atatürk Türk Ulusu’nun “muassır medeniyetler” arasında yer alması vurgusunu bu nedenle yapmıştır. İnsan evrimi ve onun vazgeçilmez kapsamı olan doğa, var olduğunun sandığımız “eşitlik ilkesini” doğal seleksiyonun bir parçası olarak yaşamın devamı adına kullanır. İşte Greko-Latin Dünyada, kendine özgü dinamikler ile başlayan bu “know-how/üretim bilgisi” yaratma gayreti üniversiteleri oluşturmuş, bu sermaye birikimi sağlamış oluşan “sosyal ve siyasal devrim” bilimsel devrim ile birlikte “özgür düşünceyi” kutsayarak günümüze değin gelmiştir.
Daha evvel Basra ve Kufe okullarında eğitime esas alınan matematik (aritmetik, astronomi, geometri ve müzik adı verilen quadrivium), teoloji, tabiat bilimleri ve mantık (retorik, diyalektik ve gramer adı verilen trivium) bilimine dayanan tasnifin esas temel teşkil ettiğinden bahsedilmişti. İslam Dünyası’nda, günümüz Türkiye Cumhuriyeti Üniversitelerindeki Tıp eğitiminde karşılaştığımız kavramsal sorunların temelini teşkil eden bilimsel tıbba dair etimolojik değerlendirmeyi daha sonraya bırakarak bir konu üzerine dikkat çekici bulduğumuz anektodu paylaşmak gereğini duymaktayız. O da Osmanlı Döneminde Tabiat Bilimlerine dair Müsbet ilimdeki ilk eser olarak, Şehzade Mustafa’ya takdim edilen Muslihiddin Mustafa tarafından kaleme alınan bir şerh kitabıdır. Bu şerh kitabı Avrupa’da ortaçağın Plinius’u lakabını kendisine kazandıran Ebu Yahya Zekeriya bin Mehmet bin Mahmud’ül Kazvini (Öl.1287) diye bilinen bilim insanının “Acaib-ül Mahlükat ve Garaibül Mevcudat” isimli eserine yazılmıştır.
Yeryüzünün küreselliğinden ve değişik birçok canlı türünün tanımından bahsettiği bilinen bu eser, “deney ve gözlemin” bilimdeki önemine vurgu yapması bakımından son derece önem taşır ki, gözlem ve betimlemeye dayanan tanımlamalar yönünden Charles Darwin’in “Origin of Species” isimli ünlü eserinin Ortaçağdaki benzer bir formu gibidir.[21] Ancak XVII. ’dan itibaren benzer eserlere İslam Coğrafyasında pek rastlanmamaktadır. Bilimsel alanda “müspet” kavramı ispata dair yani “kanıta dayalı/evidence-based” anlamında kullanılır. Ancak, kanaatimizce “pozitif bilimler” olarak, yanlış bir kullanım söz konusu olmaktadır. Bir bilginin elde edilme sürecinde kanıta dayalılığın en önemli basamağı gözlem aşamasıdır, bu sayede elde edilen veriler benzer şartlarda benzer sonuçlar veren durumlar ile karşılaştırılarak “yatay planda” tasnife tabii tutulur. Bu tasnif deneysel şartların oluşturulmasında kurgulanan düzeneğin mantıksal sürecini zorunlu kılar ve son derece de yaşamsal önem arz eder. İşte temel sorun da burada başlamaktadır. Skolastiğin özgün teolojiye kayıtsız şartsız uyarlanması “kıyas/cedel” olgusunu dikey (silsile-i meratib) kullandığı için gözlem ve deneyin gereksizliğini vurgular. İşte XII-XIV. YY arası Greko-Latin dünya özellikle Fransisken ve Dominiken Hristiyan inanç akidelerinin skolastik cenderesinden kurtulmak adına bunu bizzat bu sistemlerin içinden çıkan din adamlarının, kısır döngü yaratan (devr-i batıl) bu durumu kavrayış sürecinde, Arapça’ya çevrilmiş antik çağ eserlerinin yanında İbn-Sina, Harzmi, Biruni ve İbn-i Rüşd’ün eserlerini yorumlamaları çok önemli bir basamaktır. Yani teolojiyi her hangi bir monoteist dine özgün olarak algılamak ve doğa bilimlerini ona dayandırmak dayatmasından kurtulmak ancak hümanizma ile mümkün olmuştur. Yukarıda bahsettiğimiz Plinius’un Naturalis Historia’sını örnek alan Kazvini’yi öykünen Mustafa Müslihiddin de aslında kendisinden yaklaşık bir asır önce yaşamış Kardinal Nicholas de Cusa’nın bilim, gözlem ve deneye dayanan düşünce şeklinin, XVI. YY’da bizdeki karşılığı olan bir bilim insanı olarak değerlendirilebilir. Özellikle XI. YY’dan sonra Türkler Bizans ile çok yakın ilişkiler içinde olmakla birlikte, maalesef antik Yunan ve Arapça tercüme eserlere yaygın bir ilgi duymamışlardır. Bu konuda öne çıkan, Horasan kökenli ve Türk oldukları şüphe götürmeyen Harezmi, İbn-i Sina ve Biruni gibi bilim insanlarının eserlerini referans kabul etmek bir yana sadece onlara “şerh-haşiyye-talikat” yazmak ile yetinilmesi son derece dikkate değer bir eksikliktir. Örneğin Tıp alanında adını çok duyduğumuz Sabuncuoğlu Şerefeddin, Zehravi’nin Et-Tasrif adlı eserini Cerrahiye-yi Haniye adıyla kendi eseri gibi tanıtarak orijinal bir eserin bir anlamda geliştirilmiş kopyasını yapması incelenmesi gereken bir konudur. Bu konuyla ilgili olarak bilimsel anlamda tıp fakültesi kavramı bahsinde ileride tekrar değinilecektir.
Üzülerek görmekteyiz ki tek ve mutlak din eksenli skolastik teolojiye dayanan bilme eylemi, bilineni aslını bozmadan nakletme kuramı üzerinden yaklaştığı için nakil önem kazanacaktır. Bunun doğal sonucu olarak “tümdengelim” kavramı İslam Coğrafyasında, din kurumsallığı özellikle İslam Teolojisi anlayışı çatısında değerlendirilmiştir. Zira Gerçekten de deneysel akılcılık yönteminin bir yaklaşım metodolojisi olarak “tümevarım”ın karşıtı hatta tamamlayıcısı olan tümdengelim, din alanına dâhil edildiği zaman pozitivist-rasyonalist düşünce deneysel akılcılığın bir bileşeni olmaktan çıkar. Özellikle İslam Coğrafyasında XI. ve özellikle XII. YY’ dan itibaren başlayan kimi yazarlar tarafından İslam Felsefesi’nin bir gelişim süreci olarak değerlendirilen Sufizm düşüncesi ise “deneyimlenen öznel keşfin/mükaşefenin” yine dikey eksende aktarımını dinsel kurumlardaki agnostikleşmenin karşısına gnostik bir alternatif olarak sunar ki yine bu durum da his, akıl ve nakil esaslı düşüncenin salt İslam Teolojisi çerçevesinde şeriat kurallarına sıkı sıkıya bağlı olarak ele alınması nedeniyle, skolastik düşüncenin Neoplatonist alana kayması olarak değerlendirilebilir. Bu durumda da, özellikle İslam Coğrafyasında, bilim ile dini ya da akıl ve inanç olgusunu bağdaştırma gayreti bir tür senkretik anlayışı içeren sufizm düşüncesini daha da güçlendirmiştir.
Bunun en güzel örneklerinden birisini XVIII. YY’da yaşadığını bildiğimiz Erzurumlu İbrahim Hakkı’dır.[22] Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın hamse adı verilen beş eseri içerisinde “Maarifername” ayrı bir yer tutar. Bir anlamda, birçok konuyu kapsaması nedeniyle ansiklopedik bir eser gibi kabul edilen 600 sayfalık bir kitaptır. Maarifetname 1757’de kaleme alınmıştır. Dikkatle incelenirse İslam dünyasında, önceden bahsettiğimiz Kufe ve Basra okullarında VIII. YY’da başlayan geleneksel eğitim sistemi üzerindeki kurgu ve tasnif değiştirilmeden hiç değiştirilmeden, matematikten başlamak üzere, doğa bilimleri, İslam’a özgün teoloji işlenmiştir. Matemetiğin “quadrivium” u içerisinde temel aritmetik, geometri, müzik ve astronomi ile birlikte astrolojiye de yer verilmiştir.[23] Burada da hemen dikkati çeken teolojinin İslam’ a özgün olarak (özellikle hadisler ve Kur’an ayetleri bağlamında) incelenmesi olup tasavvuf temelli gnostik değerlendirmeler de önemli yer tutar. Ayrıca müellif, astronomi ve astroloji konusunda bilgi vermiştir. Bunlar arasında matematiğin “quadrivium”unun en önemli bileşeni olan astronomi ayrıcalıklı bir yer işgal eder.
Bugün bile kimi İslam Teologları, “dualiteden” hareketle bilimin pozitifi negatifi olmaz, bilim tektir ve o onun da kaynağı “vahyi akıldan” başka bir şey olamaz diyerek pozitivist-rasyonalist deneysel akılcılığa bu alanda da muhalefet etmeye devam eder. Bu muhalefetin sonucunda da bilginin tek kaynağının kutsal kitap olduğu savını ileri sürerek skolastik felsefenin vazgeçilmezi olan diyalektiği bu sayede kıyas/cedel ile birlikte kullanmak ve nakli bilgiyi esas tutmak suretiyle kitleleri ikna yolunu güderek tev’il denilen yorum sanatını da reddederler.
Gelecek yazımızda, üniversiteye dair ülkemizdeki güncel sorunların temelindeki kavram kargaşası ve dogmatizminden, siyasal nedenlerden ve kültürel baskılardan kaynaklanan anlayış farklılıklarının yol açtığı sorunların kökenine inmeye devam edeceğiz.
Yazar: Prof. Dr. Mahmut Can YAĞMURDUR, Genel Cerrahi ve Cerrahi Onkoloji Uzm. Ankara, 20 Ocak 2021
Dipnotlar:
[1]Bilindiği üzere İslam Dini’nde, özellikle Hanefi Fıkhında bilginin kaynağı Kitap (Kur’an-ı Kerim), Hadis, İcma ve Kıyas olarak kabul edilir. Bunlardan “Fıkıh” konusunda kavramsal olarak birçok tartışma yapılmıştır. Ancak fıkıh genel anlamıyla anlamak idrak etmek demektir ki konu sadece İslam dininin hukuksal alanı çerçevesinde değerlendirilmemelidir. Kıyas/cedel kavramı konusu da tartışmaya açıktır. Dinin inanç ve muamelat olmak üzere iki kısmı bulunur. İnanç alanı dinsel alanda değerlendirilmeli “usul ve füruğ” olmak üzere kendi içerisinde o dinin mensupları tarafından kabul görmüş esasları içerir. Muamelat kısmı ise İslam Dini tarafından seküler yaşamı düzenleyen hükümler içerir. Asıl sorun burada ortaya çıkmaktadır. Muamelat, seküler vasfı nedeniyle İslam Dini ve onun Kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’in hüküm sahasında değerlendirilir. Eğer tümdengelim olgusunu, Hristiyanlıktan farklı olarak seküler İslam teolojisi bağlamında skolastik bir yaklaşımla ele almak geleneği göz önüne alınırsa bir iman sorunsalı yaratılır ki, burada dinsel bilgi ve bilimsel bilgi iç içe geçerek düşünsel alanda çatışmaya girerler. Oysa İslam Dini’nde İslam Felsefesi’nin gelişim sürecinde bu konu da “tevil’at” adı altında tartışmaya açılmıştır. Arapça bir kelime olan Tev’il kelimesi “evvel” kelimesi ile aynı köktendir. Epistemolojik yaklaşımda, bir kavramı en önceki haliyle anlamaya çalışmaktır. İslam dünyasında bu konuda yazılmış en ünlü eserlerin başında Tev’ilat-ı Kaşani gelir. Tamamen Kur’an ayetlerinin tev’il edilmesi suretiyle İslam Felsefe Tarihi’nde bir yorumbilim örneği olması bakımından ilginçtir.(Bkz.Te’vilat-ı kaşaniyye, Çev. Ali Rıza Doksanyedi, Haz Vehbi Güloğlu, Ankara-1988) Muamelat konusu daha sonra laik devlet kavramı bağlamında da bir sorun olarak karşımıza çıkar ki kavramsal olarak konu seküler/dünyevi alana dair her türlü eylem ve uygulamanın dinsel olandan tecridi durumunu gerektirir.
[2]Mevlana yaşadığı dönemde, klasik medrese ulemasının fikirlerinden bir hayli farklı olarak “Kıyasla amel edilmemesi” gerektiğini, zira kıyas ile amelin şeytani bir eylem olduğunu net ifadeler ile vurgulamıştır. Mevlana Celaleddin Rumi’yi mistik olarak yorumlayanların başında Goethe ve daha sonra onun hakkında birçok kitabı olduğunu bildiğimiz Anne Marie Shimmel gelmektedir. Son zamanlarda Dante ve Thomas Aquinas’ın çağdaşı olduğunu bildiğimiz, Celaleddin Karatay Medresesi’nde dersler veren Mevlana Celaleddin Rumi hakkında “psikodelik” madde kullandığı iddiasında bulunanların Mesnevi’deki derin gnostik kavramları hiç incelemeden, mistik esrimelerin izlerini hiç görmediğimiz, kullandığı alliterasyonlar ile zenginleştirdiği sembolik düşünceyi gnostisizme ustalıkla uyarlayan bu düşünür hakkında, anlamsızca bu sonuca vardıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz ki bir başka yazımızda da bu konuya da değineceğiz.
[3]Agnostisizm, felsefenin en tartışmalı konularından biri olarak kabul edilmiştir. Burada yukarıda ileri sürdüğümüz iddia T.H.Huxley, W.K.Clifford ve M.Martin’in agnostisizme yaklaşımlarındaki tartışmalar temelindedir. Örneğin Huxley’ e göre ne kanıtlayabileceğimiz ne de çürütebileceğimiz geçerliliği tartışılan bir önerme delilsiz olduğu müddetçe inanç ile bağdaşmaz. Clifford ise her yerde ve herkes tarafından yetersiz delille inanmak yanlıştır diyerek, pozitif anlamda “teizm” ile de bağdaşabilir bir kavram ortaya atar. Martin’de agnostiğin inancını bilgiye dayandırmaması açısından teizm ile bağdaştırılabileceğini ileri sürmüştür. Ancak ilginç olarak Huxley, agnostisizmin St Paul’un “Bilinmeyen Tanrı” ifadesinden kaynaklandığını ve bunun kavramsal olarak “bilinemez” olmaktan da ayrılması gerektiğini söylemiştir. Bu nedenle, bizim kanaatimize göre St Paul’un Hristiyanlığı kurumsallaştırma yolundaki rolü göz önüne alındığında net olarak görülmektedir ki kurumsal din ile agnostikleşme paralel yürüyebilir. (Bkz. Felsefe Ansiklopedisi Ed. Ahmet Cevizci, Etik Yayınları, Cilt 1, s 75-78, İstanbul-2003.)
[4]Sprachen des Nahen Ostens und Die Druckrevolution, Katalog und Begleitband zur Ausstellung, Ed.Eva Hanebutt-Benz-Dagmar Glass-Geoffrey Roper with Theo Smets, Gutenberg Museum, s 3-17, Mainz-2002.
[5]Osmanlı’dan Günümüze Saatler, Kemal Özdemir, Creative Yayıncılık, s 22, İstanbul-1993.
[6]Edward I zamanında doruk noktasına ulaşan anti-semitizm Greko-Latin Batı Avrupa kültürünün en karanlık yönünü teşkil eder. İlk defa izlerine 1190’ larda Richard I (Lion-Heart) zamanında rastlanan anti-semitizm bu kral zamanında zirve noktasına ulaşmış hatalı bir şekilde Yahudilerin İngiltere’den sürülmesi söz konusu olmuştur. Konuyla ilgili olarak bkz. İngiltere Tarihi-Doğu Batı, Jeremy Black, Çev. Aytaç Yıldız, s 174-179, Ankara-2020.
[7]Tasavvuf kültüründeki Ebu’l vakt kavramının adeta bilimsel bilgiye uyarlanmış hali gibidir. Oriental kültürde bu durum farklı algılanarak astroloji ile sınırlı olarak değerlendirilmiş ve “nücm” bilgisi düzeyinde kalarak daima dinin ilgi alanında kavranmaya gayret edilmiştir. Bunun sonucunda da Astronomi bilimi gelişmemiş hatta engellenme derecesine kadar varılmıştır.
[8]Osmanlı Türkleri’nde İlim, Dr. Adnan Adıvar, Remzi Kitabevi, 6.Basım, s 99-100, İstanbul 2000: Takiyüddin isimli bilgin Osmanlı bilim tarihinde son derece önemli konumda bir astronomdur. Prof. Dr. Fuat Sezgin “İslam’da Bilim ve Teknik” isimli Eckhard Neubauer’ın katkısıyle TÜBA tarafından çevrilen eserinin Cilt III sayfa 118’de Arap asıllı olduğundan bahisle ilk mekanik saat tasarımını yaptığını bildiğimiz bu bilim adamına geniş yer vermiştir. Ancak Dr.Adnan Adıvar’ın “Osmanlı Türklerinde İlim” adlı çok değerli analizlere yer verdiği kitabında s 104 ‘te Siraceddin Mehmet-üs-Secavendi’nin “Cebr ve’l-mukabele” adlı kitabına yazdığı şerhte kendisinden Takiyeddin Raşid bin Mehmed bin Ahmed-üs-Sihyuni-ül-Dımışki diye bahsetmesne dikkat çeker. Bu da onun kendisinin aidiyeti hakkında bize fikir vermekte olup soyu hakkında yaptığı şerh de dikkate alındığında Mısırlı bir Arap olduğu konusu tartışmalı hale gelir. Aynı eserde sayfa 99 Dip not no 2 de Takiyeddin hakkında Risale reyhnet-ür-rub fi resm-i saat-i ala müstevi-ül-sütubad adlı kitabına dayanarak Türk kökenli bir emir ailesine mensubiyetinden bahsetmesi, yukarıda Prof. Dr. Fuat Sezgin’in onun Mısırlı ve Arap kökenli olduğu iddiasını ortadan kaldırmaktadır. Ayrıca, TTK Kütüphanesi BI 921 sayılı Kemal Özdemir’in “Osmanlı’dan Günümüze Saatler” isimli kitabındaki bilgiyle uyumlu olarak, Dr. Adıvar’ında belirttiği onun Tyco Brahi ve Copernicus ile çağdaş olduğu keyfiyeti tartışma götürmez bir gerçektir. Takiyyüddin’nin Copernic ve Tyco Brahi’den farklı yıldızların meridyen değerlerinin hesaplanmasında sık burç değiştiren Ay hareketleri yerine Spica Virga ve Aldebaran takımyıldızlarını esas alması onun konusunda ne kadar derin olduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir.
[9]Turkisches Tagesbuch, Stephan Gerlach, Frankfurt, 1674, Türkiye Günlüğü, Ed. Kemal Beydilli, Çev. Turkis Noyan, Cild 1, Kitap Yayınevi, s 38: Hatta tarihsel kayıtlarda gökbilim aygıtlarının uygun ortamda saklanması için kırk arşınlık “cah-ı rasad” oluşturulduğu batılı kaynaklar tarafından da doğrulanmıştır.
[10]Kılıç Ali Paşa İtalyan asıllı bir denizcidir. Kendisi İnebahtı Deniz Savaşı’ndan sonra Kaptan-ı Derya olmuş, Cerbe Deniz savaşı gibi önemli bir savaşta bulunmuş, Cezayir ve Tunus’tan sonra Fas’ın da Osmanlı Devleti’ne bağlanmasında yararlıkları olmuştur. Kendi adıyla bilinen ve bugün İstanbul Tophane’de bulunan Kılıç Ali Paşa Camii Mimar Sinan tarafından Ayasofya Katedrali’nin küçük ölçekli bir reprodüksiyonu olarak tasarlanmıştır. Bu konunun nedeni ayrı bir tartışma konusudur. Detaylı Bilgi için Bkz. Tophanede Kılıç Ali Paşa Külliyesi, Aptullah Kuran, Boğaziçi Üniversitesi Beşeri Bilimler Dergisi-Vol. 6, s 175-198, İstanbul-1978.
[11]Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine, Çev. Cengiz Çevik, T. İş Bankası Kültür Yayınları, H.Ali Yücel Klasikler Dizisi, II. Basım, İstanbul-2010.
[12]Mirim Çelebi kendi ifadesine göre ünlü bilgin Kadızade-i Rumi’nin soyundadır. Kadızade-i Rumi Timur’un torunu olan Uluğ Bey’in zamanında Semerkant şehrinde bulunmuş hem Uluğ Bey’in adı ile anılan ünlü rasathanenin yönetiminde görev almış hem de Semerkant Medresesini bizzat yönetmiştir. En orijinal eseri “risale-i istihraç-il ceyb derece vahide” isimli şerhtir.(Bkz. Şakayık-ı Numaniye, Taşköprülüzade Çev.Muharrem Tan,1, 39, İz Yayınları)
[13]“Lucifer” Latincede ışıma ve “Sabah Yıldızı” anlamındadır ve Vesperugo ise “Vesperum” akşam kelimesi kökünden gelir ve “Akşam Yıldızı” anlamında kullanılır. Bu nedenle “Ex Oriente Lux/ışık doğudan yükselir” özdeyişi birçok yerde aydınlanma anlamında kullanılır. Ancak Tababette “Orient” uzay ve zaman tayini saptanması anlamında kullanılan bir kelimedir.
[14]Kitabı-ı Bahriye, Piri Reis, Cilt 1, Mukaddime Bölümü, Boyut Yayınları, İstanbul-2020
[15]Between India and the Indies: German mercantile networks, the struggle for the imperial crown and the naming of the New World 1, Renate Pieper, Culture & History Digital Journal 3(1), 2014: 1451-1512 yılları arasında yaşayan Amerigo Vespucci tarafından yazılan bir mektup ile Amerika kıtasına dünya ilgi göstermeye başlamıştır. Maximillien I ve Louis XII arasındaki Kutsal Roma Germen Tacını elde etme mücadelesi, özellikle Germen tacirlerin Asya içlerindeki etkinlikleri yönünden önemli olması bakımından dikkati çeker. Vespucci Milano’da etkin olan Sforza’nın Sevilla’daki acentesi konumundadır. Sforza ise İspanya Krallık hanedanından Juana ile oğlu Philip i evlendirmek suretiyle Habsburg etkinliğni bölgeye yaymaya çalışan Maximillien I ile iyi ilişkilerdedir. Bu nedenle Valois hanedanından Fransa kralı Charles VIII’in İtalya topraklarına girmesine neden olan kişi olarak eleştirilir. Ancak daha önemlisi Freiburg Üniversiteli Martin Waldseemüller tarafından Vespucci’nin bu mektuplarının çoğaltılmasıdır. Reformist Waldseemüller’in bunu belirli bir plan dâhilinde, üniversitede bir doktora öğrencisi iken Maximillien I’in rakibi olan Fransa kralı Louis XII’ye karşı gerçekleştireceği askeri faaliyetler için finans sağlamak amaçlı yaptığı düşünülmektedir. Vespucci mektuplarında “Novus Mundus/Yeni Dünya” tabirini kullanır. Avrupa kıtasında bu nedenle birçok coğrafyacı ve denizci gibi Piri Reis’in de 1507 yılı sonrası yapılan Yeni Dünya haritaları ile ilgilendiği ve bunu Kitab-ı Bahriye’ye isimli eserine aldığı anlaşılmaktadır.
[16]Freiburg Üniversitesi, Baaden Würthenberg’de 1457 tarihinde Habsburg hanedanı tarafından Viyana Üniversitesi sonrasında kurulan ikinci büyük üniversitedir.
[17]Osmanlı Türklerinde İlim, Dr. Adnan Adıvar, s 79, Remzi Kitabevi, 6.Basım, İstanbul-2000; Piri Reis’in Portekizli denizciler ile seyahat eden Portekiz Kralı John II tarafından şövalye ilan edilen Nürnberg’li bir tacir olan Martin Behaim’ın 1492’de yaptığı meşhur yerküre modelini görmüş olabileceğinden bahsedilir. Her ne kadar, annesi bir Türk olan Abbasi Halifesi Memun zamanında dünyanın bir küre olarak düşünüldüğü bilinmekteyse de bu kürenin üzerindeki haritada batı Afrika kıyıları ve güney Afrika kıyıları modellenmemiştir. Ayrıca İslam Dünyasında XIII. YY’da Eb’ul Fida isimli bilgine atfedilen başlangıç meridyeni olarak Toledo’yu 28 derece 30 dk kabul eden harita daha sonra Gestaldi ve Ortelius tarafından geliştirilmiştir. Prof. Dr. Fuat Sezgin’in İslam’da Bilim ve Teknik adlı eserinde Martin Behaim’den ve Yerküre modelinden bahsedilmez.
[18]Cologne Chronicles-Die Kölnische Chronik von 1499,Friedrich Wittig Verlag Hamburg 1982, 48 pp. Essay to accompany Die Chronik von der heiligen Stadt Köln Hamburg, The Library, Volume V, s 6, Issue 2, s 180-185, 1983.
[19]The Typographica Medicae and The Humanistic Perspective of Renaissance Rome, Margaharita Farina and Sara Fani, Ed.Marizio Arfaioli-Marta Corascio, The Medici Archive Project Series, Harwey Miller Publishers
[20]Sprachen des Nahen Ostens und Die Druckrevolution, Katalog und Begleitband zur Ausstellung, Ed.Eva Hanebutt-Benz-Dagmar Glass-Geoffrey Roper with Theo Smets, Gutenberg Museum, Modern Development in Arabic Typesetting, Hrant Gabeyan, s 216-226, Mainz 2002: Baskı ve dizgi oluşturmada Arap alfabesi, kendine özgün yapısından dolayı bir takım zorluklar içerir. Bunların başında bu alfabenin sağdan sola okunması gelir. Her harfin kelimenin başında, ortasında ve sonunda farklı yazım şekilleri de mevcuttur. Ayrıca stenografik bir yazı olup sesli harf içermez. Bu da özellikle her harfin sesli harf yerine geçecek vurguyu yapabilmesi “alt ve üst” bir takım işaretler kullanılmasını zorunlu kılmıştır. Böylece en az 102 karakter dizgi için gerekli hale gelmiştir. Hele Osmanlıca gibi emperyal olmak kaygısıyla yaratılan zorlama bir lisan göz önüne alındığında matbaa teknolojisi için dizgi uzun süre işin içerisinden çıkılmaz halde kalmıştır. 1911 yılına gelindiğinde bile bu ciddi bir sorun idi. Sadece bilimsel ve kutsal metinlerin değil, düşünsel uyanış adına habercilik gibi süreli yayınların ve gazete gibi kitle iletişim araçlarının gelişimi de olumsuz etkilenmiştir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gerçekleştirdiği harf devriminin önemi daha net anlaşılır. 1960 lı yıllarda sonra foto-komposizyon tekniği gelişene kadar bu durum, dizgicilikte Türkiye dışında İslam Dünyasında ciddi bir sorun teşkil etmeye devam etmiştir.
[21]Plinius (Yaşlı) MS.23-79 tarihleri arasında yaşamıştır. İmparator Vespasianus ve ardılı Titus döneminin bilim insanıdır. Bkz. Naturalis Historia, Gaius Plinius Secundus, Çev. İnanç Pastırmacı, Say Yayınları, İstanbul-2017
[22]Erzurumlu İbrahim Hakkı, Esin Kahya, Ankara üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:40, Ankara 1999, s. 373. Maarifetname isimli eserindeki astronomi bahsinde Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın hem klasik Ptolemeus hem de Copernicus sistemini izah etmesi bulunduğu devirde bu konudaki yetkinliğini göstermesi bakımından ilginçtir. Ayrıca, eserin haritalar ve coğrafya ile ilgili kısmında XVI.YY’ın ünlü bilim insanı Katip Çelebi’den de alıntılar vardır.
[23]Erzurumlu İbrahim Hakkı, Amil Çelebioğlu, Sevinç Matbaası, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınlan, No: 869, Ankara 1988.