Üniversite Kavramı – XI

Üniversite Kavramı – XI

Timeo hominum unius libris

“Timeo hominum unius libris”

Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkarılabilecek en önemli sonuçlardan birisinin özgür düşüncenin evrensel bilginin temelinde yattığı gerçeğidir. Bunun sonucunda felsefenin dini denetlemesinin zorunluluğu ortaya çıkar. Kanaatimizce tek ve mutlak çıkış noktası tartışılamaz addedilen, değişmezlik ve değiştirilemezdik atfedilen her türlü dogmanın, yorum özgürlüğünün akılcıl yolunu kapatacağı aşikardır. Bu nedenle önceki bölümlerde üzerinde durduğumuz mantığın “trivium”unu eğitimde zorunlu kılar. Ancak günümüz Türkiye’sinde orta öğretim müfredatında yer almaması oldukça ilginçtir. Bize göre mantığın triviumu içerisinde yer alan retorik-gramer-diyalektik üçlüsü XX.YY’da retorik ve gramer ikilisinin “hermeunotic” tarafından ikame edilmesi aydınlanma döneminde özellikle bilgi çağı toplumunda felsefenin dini denetlemesi konusunda en önemli adımdır. Zira bu düşünce yaklaşımı bilimsel özgürlüğün en önemli merhalesidir. Ancak burada iki bileşenli temel bir sorun ortaya çıkacaktır o da bilimsel etiğin elde edilecek bilgi ürünlerinin insanlığın yararına kullanılması için nasıl çalıştırılacağı? ve denetleme mekanizmalarının ise nasıl kurgulanacağı? sorunsalıdır. Çünkü burada ahlak olgusunun tekellerinde olduğu iddiasındaki kurumsal din temsilcilerinin[1] muhalefeti özellikle doğu toplumlarında özgür düşüncenin önünde ve felsefi bir gelenek yaratılmasında “felsefe-sanat-hümanizm” triadını oluşturmaması yolunda ciddi bir engeldir. Ancak bilimsel bilginin insanlığın yararına kullanılmasını sağlayacak ahlaki alt yapının sağlam bir şekilde oluşturulması, ancak bilim felsefesi ile mümkündür. Ancak bilim felsefesi ile ilgilenen bilim insanlarının, kapitalist acımasızlığın hakim olduğu dünyada seslerini duyurmaları oldukça zordur. Bilim, bilimsel bilgi oluşturmak adına özgür düşünceye gereksinim duyduğu için özgür düşünceyi engellemez. Bu nedenle de kurumsal din olgusundaki gibi bilinmeyenin korkusuna dayalı dogmalarının saltanatı olmadığı için, onu sarsılması gibi bir “itikadi endişe” içermez. Bu nedenle de felsefeyle çatışması söz konusu bile olamayacaktır.

Felsefenin, çalışma alanlarının birisinin de etik konusunun oluşturduğu göz önüne alınırsa, “doğa ile onun bir parçası ve yardımcısı olan  insanlık” için “güzelin ve yararlı olanın” aranması konusunda zihni özgür bıraktığı bir gerçek olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle herhangi bir kurumsal dinin adını ön ek olarak kullanarak, özellikle monoteistik dinler olan Hristiyanlık Felsefesi, İslam Felsefesi vb. gibi felsefeyi  özgün teolojik doktrinlere endeksleyen terimlerin yerli yerinde kullanılmadığını belirtmek gerekir. Bu bakış açısından, özgün “teolojik felsefe” değil de “filozofik teoloji” terimi mantıklı bir önerme olarak telakki edilmelidir.

Önceki bölümlerde, “İslam Felsefesi” yerine “İslam Coğrafyası’nda Felsefe” deyimini kullanmamızın mantıksal arka planı da bu yüzdendir. Bir başka deyişle, üniversite çatısında altında bilim insanının, en önemli görevi, mantık temelli filozofik teoloji terimini bir dinsel özelleştirme yapmadan incelenmesini teşvik etme yükümlülüğüdür. Buradan dinsel dogmalara endeksli mantık olabileceğini, ama dinsel dogmalara endeksli akıl yürütmenin ve dolayısıyle felsefenin olmayacağı sonucuna kolaylıkla ulaşabiliriz. Dolayısıyla, felsefenin din ve dinsel kurumlar üzerine denetimi, mantıktan ayrı olamayacağı gibi, bu denetimin gramer-retorik ikilisinin bütünlediği diyalektik olmadan da yürümeyeceği aşikardır. Burada özellikle retorik ve gramerin ortak bir filolojik yöntemi zorunlu kıldığı görüşünden hareketle, diyalektiğin sadece kıyasa dayalı sınırlı kullanımının sonucunda ortaya çıkacak skolastisizmin tehlikelerinden tek hatta yegane çıkış yolu “hermeunotic” yöntem olacaktır.  Daha 1930’lu yıllardan başlayarak gerçekleştirilmek istenen Türk Üniversite reformunun temelindeki bu düşünce sistemi, dünyaya örnek olacak şekilde yüksek öğrenime temel oluşturacak şekilde orta öğretim kurumlarından başlatılarak gerçekleştirilmek istenmiştir. Bugün, gerek Köy Enstitüleri gerek Maarif Vekili Hasan Ali Yücel dönemindeki çalışmalar ve gerekse bizzat Diyanet İşleri Başkanlığı ve İmam Hatip Okullarının kuruluş dönemindeki Cumhuriyet Devrimi Mantığı maalesef muassır medeniyet düzeylerine ulaşmak bağlamında anlatmaya çalıştığımız veçhesiyle yeterince kavranamamıştır. Halen gelinen noktada ise dünyanın ve aklın gerçeklerinden kopmuş olarak vakıflar üzerinden yeniden kurulan medreseler ile modernizme muhalif salt siyasal İslam ideolojisi üzerinden zihinler bulandırılmaktadır.

2.b.4. Üniversiteye giden yolda dil kavramı ve evrensel bilgi üretimi yolundaki çabaların etkileri

“Kusursuzu aramak ve onun evrensel olarak genel kabul göreceğini umut etmek sadece demokratik bir hayaldir”

Hiç şüphe yoktur ki kurumsal anlamda gerek ulusal gerek uluslararası düzeyde üniversiteleşmenin temelinde yatan insanlığın yararına sunulmak üzere üretilecek evrensel bilgi hedefinin gerçekleştirilmesinde, eğitimin temeline konulmuş olan, mantığın triviumu içerisinde adından bahsettiğimiz (retorik-gramer-diyalektik) filolojik geleneği zorunlu kılar. Öyle ki bu filolojik gelenek, evrensel boyutta genel kabul görmek zorundadır. Bilindiği üzere bugün dünyada İngilizce, bilim dili olarak en yaygın dildir. Sadece Greko Latin kültürde değil doğu-uzakdoğu üniversitelerinde de bilim dili olarak benimsenmiştir. Özellikle XVI.YY’dan itibaren artık Anglo-Sakson dünyada (hatta belki de Anglo-Norman demek daha doğru olacaktır), İngiliz dilinin yaygın kullanılmasının bir çok nedeni vardır.[2] Ancak bunun üzerinde uzun olarak durmayacağız. Uzun Ortaçağ yüzyıllarında, Latince sonrasında Umberto Eco’nun da belirttiği gibi, önce Fransızca daha sonra İngilizce “araçsal diller” olarak kabul edilebilir.[3] Buna rağmen yine bir araçsal dil olmasına rağmen İngilizce’nin tüm dünyada genel geçerli olması, onun kusursuz bir evrensel dilsel iletişim aracı olduğunu göstermez. Ancak bilim dili olarak kabul görmüş Fransız ve Alman dillerine göre de daha yaygın olarak birçok üniversitede eğitim dili olarak kabul edilmiş olması üzerinde düşünmeye değer bir konudur. Belki de reform sonrası dönemde, teoloji’nin genel geçerli dili olarak kabul edilen Latince’ye bir tepki olarak belik de ortaçağlardan beri baskın olan Fransızca ve Alman dillerinin de önüne geçmiştir. Gerçekten de Henry VII (Tudor hanedanı) ile başlayan Henry VIII ve Elizabeth I ile zirveye yürüyen denizcilik etkinliklerinin ve buna paralel olarak da bilimsel etkinliklerin yükselmesi ve Britanya Ulusal kimliğinin inşaası kavramı ile birlikteliği göz ardı edilemez.[4] Belki de tüm ortaçağlar boyunca evrensel kusursuz dil arayışı, İngiliz dilini bir araçsal dil olmasının yanında “bilim dili” haline de getirmiştir.

Francis Bacon, İngiliz filozof, bilim insanı, avukat, hukukçu, devlet adamı ve yazar (1561-1626)

Francis Bacon ile başlayan Shakespeare ile gelişen bu dilsel gelişim süreci İsaac Newton’un ulus dili olarak İngilizceyi kullanarak yaptığı bu İncil çevirisi ile zirveye taşınmış gibidir. Ünlü Newton Mekaniği ve onun ilkelerini kurarak özellikle kütle çekim yasası ile doğanın gizemlerinin Bacon çizgisinde “Non-Hypotethic” deneysel akılcılık ile çözmemizde bir köşe taşı olan Newton, ayni zamanda Kutsal Kitap yorumcusu olup bu yorumunu İngilizce yapmıştır.[5] Bu teşebbüsün deneysel akılcılık ilkesini benimsemiş bir bilim insanı tarafından İngiliz dili esas alınarak hem de Sinoptik olmayan Johanna incili üzerinden yapılması gayreti, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir konudur. İslam Dini’nin kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in tefsir ve yorumu ise ilk defa Türkçe olarak Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün görevlendirmesi ile Elmalılı Hamdi Yazır tarafından yapılmış olup, Newton’un İncil yorumundan yaklaşık üç asır sonraya gelir.[6] Ulusal dilin, kutsal kitap yorumlanmasında ne denli önemli olduğu gerçeği ile bu şekilde karşı karşıya kalmakta olduğumuz ortadadır. Kanaatimizce, batı dünyasında Helenistik kültür ve onun karşısındaki Semitik kültürün mücadelesiyle Romalılaştırılarak Greko-Semitik hale gelen Hristiyanlığın kutsal kitabı İncil, Yunanca ve Latince kalıplarından kurtarılarak XVII.YY ortalarına doğru, yoruma açılmak suretiyle gramer ve retoriğin yerini alacak olan “hermeunotic” yönteminin yolunu İngiliz Dili ile hızlandırmıştır. Bu durum elbette ki Reform dönemindeki Kıta Avrupası’na özgün Almanca İncil çevirilerinden, “denizcilik/sailorizm”in “hipotetik olmayan deneysel akılcılık” yaklaşımıyla bilimsel düşünceye katkısının bir sonucunun yarattığı farklı bir vakıa olarak değerlendirilebilir.

Burada özellikle eğitim tarihine damgasını vurmuş Deciderius Erasmus von Rotterdam’ın önceki bölümlerde de bahsettiğimiz hümanizm kavramının eğitime adaptasyonunun ne kadar önemli olduğunu tekrar hatırlatmakta yarar görmekteyiz. Gerçekten de ortaçağlarda Kilise ve Burjuvazi’nin Seküler Kralların gücüne karşı bilgiye dayalı nasıl bir güç edimi olduğunu söylediğimiz üniversite kurumunun, temsil ettiği bilimsel özerkliğin Erasmus ile yükselen hümanizm akımı ile dinin tekelinden kurtularak olgunlaşması sürecinde, Sir Isaac Newton’a uzanan çizgiye doğru vurgu yapmak zorunluluğumuz vardır. Bu durum İngiliz dilinin IV.YY’da Latince’ye çevrilmiş olan Hrisityanlığın Kutsal Kitabı İncil’in yorumlanmasında bir “ilk” teşkil etmesi bakımından dikkate değer bir olaydır. Ancak bunun kadar dikkate değer bir başka olay da Matta incilinin “Vulgate” denilen Katolik Kilisesi tarafından kabul edilen yaygın versiyonuna adeta alternatif olarak Newton’un ilgilendiği yorum metninin, Kanonik olan ama Sinoptik olmayan Johanna İncili’ni esas almasıdır.[7] Kanatimizce bu teşebbüs, mantığın “trivium” dediğimiz yukarıda da bir çok kereler değindiğimiz “retorik-gramer” ikilisini, diyalektiğin baskısından kurtarma yolunda, hümanizm temelli olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz “hermeunotic” kavramına dönüşüm ile aydınlanmaya ve zekanın özgürleşmesi yolundaki en ciddi bir adımdır.

Üniversite eğitiminde önemli bir yer tutan teoloji açısından İslam Coğrafyası göz önüne alındığında hayret verici olan konu, İslamiyet’in kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in “tev’il”inin yapılmış olmasına rağmen onun sadece Arapça ile sınırlı kalmasıdır.[8] Türk  Ulusu’nun asırlardır kabul ettiği İslam’ın kutsal kitabının, Arapça dışında, kendi dilinde yani ulusal olan Türk Dili’nde tefsir ve tev’il edilmesi ise Newton örneğinden sonra, bizde maalesef 250 yıl daha beklemiş olması, bilgi üretiminde matbaaya rağmen ne kadar geri kalındığını önemli ve göz ardı edilmemesi gereken bir trajik yönüdür.

Daha evvel bahsettiğimiz üzere, tarih boyunca Avrupa kültüründe kusursuz ve evrensel dil arayışlarının varlığı önce din sahasında ve çoğunlukla da gnostik bağlamda başlamış olup, Umberto Eco’ya göre bunun semitik kökenli uygulamalar ile geliştirilmesi önemli bir aşama teşkil etmiştir. Zira kanaatimizce bu gelenek, daha sonra Helenistik kültür üzerinden Hristiyanlığı da etkilemiştir. Ancak tüm ortaçağlar boyunca, bir çok teolojik kişiliğin (elbette hepsi din adamlarıydı) bunun ötesine geçme gayretiyle, bugün de matematikte kullanılan “permütasyon ve kombinasyon” sistemine dayalı evrensel bir linguistik sistem geliştirme gayreti dikkat çeker.[9] Ancak bunlardan en çok ilgi çekici olarak bulduğumuz Ramon Lull’dan etkilenme olasılığı yüksek olan John Dee’ye ait evrensel dil geliştirme gayretidir.[10] Dee’nin Britanya Krallığı’nın bir dünya gücü olarak yükselişe geçtiği, denizciliğe dayalı Anglo Norman şuurunun sınırlarının Kıta Avrupa’sı kökenli Sakson kültürü ile “Büyük Britanya” bilincini İngilizce kavramı ile yaratmaya başladığı bir döneme damga vuran, Tudor Hanedanı döneminin ünlü monarkı Kraliçe Elizabeth I danışmanı olduğu gayet iyi bilinmektedir.  John Dee’yi konumuz açısından önemli kılan, onun kadim ve alışılagelen İbranice ile ilgisi olmayan görsel geometrik harflerden oluşmuş Britanya Krallığına özgü bir alfabe geliştirme gayretidir. O halde konumuzla ilgili olarak yukarıda da ifade etmeye gayret ettiğimiz üzere uzun Ortaçağ yüzyıllarını, bu bağlamda bilim-ticaret ve uluslararası ilişkilerde etkin ve pragmatik özgün bir ulusal İngiliz dili yaratılması sürecinde kuluçka dönemi olarak kabul edebiliriz. Bu durum belki de o uzun dönemler boyunca Katolik Kilisesi ya da sonraki aşamada Kıta Avrupa’sı kökenli Protestanlığın ne kadar dikkatindeydi kestirmek zordur. Bu açıdan bakıldığında, Britanya Krallığı Anglo-Norman ve Sakson kültürünün eklektisizminden doğan bir geleneğin yarattığı Kıta Avrupa’sından farklı üniversite olgusunun, bilgi üretme ve ürettiği bilgiyi ihraç etme ve bu sayede dünya literatürüne egemenlik kurabilmesi sonucunu getirmiştir. İşte bu gerçeğin altında “kusursuz ve evrensel dil arayışı çabası” yatmaktadır. Benzer durum ne Alman ne de Fransa için bu kadar belirgin olmayıp, başta buhar gücü olmak üzere bilimsel devrim niteliğinde olan keşif ve icatlar, bilimsel tasnif, taksonomi vb. yanında ciddi bilgi birikimi ve adeta kuantum sıçramaları yaratmıştır. Bu konuda uzun süre Britanya Krallığı’nın İspanya deniz gücü ile rekabet etmesinin sebebi ise bu Latin Katolik kültürünün iddialı bir temsilcisi olarak Orta Avrupa’ya damgasını vurmuş olan Habsburg yönetimindeki Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ile bağlantısıdır.[11]

İslam Coğrafyası’nın kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim ile ilgili olarak söz ettiğimiz “tev’il” yönteminin, Greko-Latin dünyada Rönesans ve Reform hareketlerinin bir ürünü olduğunu düşündüğümüz “hermenotik” olgusuyla aynı olmadığına daha evvel değinilmişti. Bu durumun temel nedeni, birisinin kutsal kitap ve daha çok da onun ve Hz. Muhammed’in hakkında ulemanın kat’i olarak kabul edilen psiko-sosyal ve siyasal bir baskı unsuru olarak kullanılan “nas”ının dışına çıkmasının söz konusu olamadığı gerçeğidir. Bu nedenle de İslam Coğrafyası’nda tefsir hep daha önemli kabul edilmiş. Meal sadece bir tercüme olarak algılanmış, tev’ilat ise kısıtlı kalmış, bilimin de din dışında/profan olamayacağı düşüncesi bunlar ile bir araya gelerek, donmuş ve kalıplaşmış, adeta Kutsal Kitabın ve başta Hz. Muhammed olmak üzere din ile ilgili ileri gelen kişiliklerin “kült” haline getirilmesi söz konusu olmuştur. Bu konunun, Hz. Muhammed sonrası siyasal konjonktür ile yakın alakası olduğunu, bunun doğal bir sonucu olarak seküler karakterli İslam Düşüncesinin siyasal yansımalar için uygun vasat hazırladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Konuya, daha evvel İslam Coğrafyasındaki düşünce sisteminin oluşumundan bahsederken de kısaca değinmiştik.[12]

İşte bu noktada, Hanbeli Kadiri Y.Hemdani ve Yesevi okulları arası bağlantı ve ilgili devirlerdeki siyasal olaylar ile olan ilişkisinin bu düşünce teşekkülündeki önemi yadsınamaz. Zira bir uygarlık bütünü içerisinde oluşan düşünce geleneği ve düşünce geleneği içerisinde takip edilen yöntem, bilgi üretimini önemli ölçüde etkilediği gibi o uygarlığa dair bilgi üretimi kavramını, bilginin geliştirilmesini ve şüphesiz pratiğe dönüşümünü de etkileyecektir. Erken dönemde itikadi endişe ile başlayan siyasal erki elinde tutma gayretinin bilimsel endişeyi ayni ölçüde siyasal erki elde tutmak amaçlı gözetmemesinin altında yatan bilimin “profan/din dışı/la dini” alanda olmasından dolayı bir anlamda İslam Dininin ortaya çıkmasında sonraki ilk iki asırda belirgin olmasındandır. Sadece ganimet elde edilmesi ve o sayede elde edilen gelirler ve onların paylaşımının, genişleyen bir Arap İslam Devletinde yeterli olmayacağının anlaşılması da aynı süreyi almıştır. Gerçekten de ilk iki yüzyılda hatırı sayılır bir eğitim kurumuna konu olabilecek metodoloji yaratılamamasının altında da bu yatmaktadır. Bu metodolojinin oluşumunun, önce teoloji alanında ve sonra da müsbet bilimler alanında siyasal erkin ilgisini çekmesi, çoğunluğunu Sasani ve Bizans İmparatorluğu ile mücadele sırasında Arap topraklarına yerleşmiş Süryani Hristiyan ve Yahudiler tarafından yapılan çeviri hareketlerini beklemesi kaçınılmaz olmuştur. Bu süreçte, teolojik alanda daha evvel bahsettiğimiz Kufe ve Basra okullarında oluşan gelişmeler sağlanırken, Horasan tarafındaki genişlemeler sonucu tetiklenen “Zühd” anlayışının getirmeye çalıştığı ahlaki görüş ile Arap İslam siyasal erkinin üzerinde amatör fakihlerin oluşturduğu ulema sınıfının ahlaki görüşü hep çatışmıştır. “Ganaim” ve iktidar esaslı olan bu çatışma ortamının bilimsel bir endişe taşımaması da son derece doğal kabul edilebilir. Bu süreç, erken dönem Arap İslam geleneği içinde gelişen “zühd” anlayışı ile başlayan zaman zaman Kalenderi kavramı ile özdeşleşerek Mutezile’den de izler taşıyan, oradan da Muhammed Gazali’nin şiddetli muhalefetine değin uzanan bir geleneği kapsar.[13],[14] Maalesef bu Türklerin Horasan ve Maveraünnehir’den getirdiği “sufist/gnostik” sistem ile biraz esnemişse de, İ. Mehmet II döneminde birazdan değineceğimiz kırılmayla daha da derinleşmek suretiyle İslam Coğrafyası’na damgasını vurmuş ve tüm kurumları medrese olgusu içine sıkıştırıp eritmiştir. Bunun sonucunda, bir üniversite kavramı yaratılmasını engelleme yolunda, zaten burjuvazisi olmayan bir toplumda, eğitim kurumlarının, daha evvel de değindiğimiz himaye edilen ve eden arasında bir karşılıklı çıkarın kısır döngüsüne dönüşmesine neden olarak,  bilgi üretimine ciddi ket vurmuştur.

Muhammed Gazali (1058-1111); İranlı İslam âlimi, mutasavvıfı ve müderrisi. Fars asıllı olduğu söylenir.

Bu durumun getirdiği gerilim, İslam düşünce hayatında tehafüt geleneğinin XI.YY’dan itibaren güçlenerek Fatih döneminde bilimsel düşüncede yaşanılan önemli bir olay ile kırılma noktasına ulaşmıştır. Bu konuya değinmeden önce tehafüt geleneğine biraz değinmek yararlı olur. Bazı yazarların da belirttiği gibi, İslam Coğrafyasında felsefe ve din alanındaki sorunların çözümünde diyalektik yaklaşım anlamı yüklenen bu “tehafüt” geleneğinin, İbn Rüşd (1126-1198) ve Muhammed Gazali (1058-1111) ile aynı yüzyılda başladığını söyleyebiliriz. Buradaki asıl sorun, “quadrivium/mathemata” ve doğa bilimlerindeki yöntemlerin felsefe-din-vahiy olgularına adapte edilip edilemeyeceğidir. Gazali ilginç bir şekilde, Greko-Latin anlayışta bir “arete/san’at” olarak değerlendirilen felsefeyi ne teolojiye ne de doğa bilimleri ve “quadriviım/mathemata”ya yakın görmemiştir. Belki de İbn-i Rüşd’ün felsefenin dinsel olguyu denetlemesi konusundaki fikirleri ile tamamen farklı düşünmelerinin temelinde de kanaatimizce bu durum yatmaktadır. Bu anlamda, İslam düşünce dünyasında “mütekellim/kelamcı”lar “heykel-i alem hadis-i kadim” dir diyerek Kur’an-ı Kerim’i de “yaratılmış” addederek antik Yunan felsefesinin görüşlerine daha yakın durmaktaydılar. Bu durum, ise Sufi düşüncenin “teosufizm/tasavvuf” olarak kurumsallaşmasının hızlandığı X.ve XI.YY’lardaki dönemde, ilkçağlarda Philon’un felsefe ve dini karşılaştırdığı, vahyi aklı yücelttiği, insanların uyguladığı politeist pagan dinsel ritüellerin bir emir olarak telakki edilmediği düşüncesi göz önüne alınarak incelenmelidir. Bu açıdan bakılınca,  Gazali’nin felsefe ve din arasında tercih zorunluğu sorunsalının, “itikadi” ve onunla eş anlamlı düşünülen Greko Latin kaynaklı “imanın bir kanıtı olduğu israrı”ndaki keskinliği, üzerinde düşünmeye değer bir konudur.  Üniversite kavramı ve medrese kültürü arasındaki farkın temelinde yatan konuların birisi de bu keskin düşünce sistemidir. Bu konuya üniversite ve özgür düşünce ile ilişkisi bakımından Deciderius Erasmus von Rotterdam ve Humanizm anlayışında tekrar değinilecektir. Ancak ondan evvel aşağı yukarı aynı dönemlerde, yukarıda bahsettiğimiz Mehmet II dönemindeki olaya konu olan Ali Tusi ve Hocazade iki önemli figür olarak karşımıza çıkar. Mehmet II dönemi bazı yazarlar tarafından eğitim ve bilim tarihimiz açısından kırılma noktası olarak kabul edilir.

Bu konuda Greko Latin dünyadaki mükemmel evrensel dil anlayışı ile benzerlik taşıması bakımından önemli olduğunu düşündüğümüz “Hurufi”lik konusuna değinmeden evvel yukarıda adı geçen iki bilgine dikkat etmek çekmek konumuz açısından önemlidir. Hocazade Mehmet II döneminin önemli bilginlerinden birisidir. Ebheri’nin fizik üzerine yazdığı eserine ve Harzayani isimli bilginin onunla ilgili “şerhine” de bir “talika” yazmıştır. Hocazade aynı zamanda Gazali’nin yukarıda ana hatlarına kısaca değindiğimiz “Tehafüt-ül Felasife” isimli felsefenin reddiyesine yine bir reddiye yazan adına da Tehafüt-üt tehafüt” denilen İbn-i Rüşd’ün eserine de reddiye olan “Tehafüt” adlı eserin yazarıdır. Dr. Adnan Adıvar’a göre Hocazade burada adeta Aristo çizgisinde olduğuna, metafizik algısında antik çağ felsefecilerinin hatalı olmakla birlikte fizik konusunda hata yapmadıklarını göstermek gayretindedir.[15] Ali Tusi ise yine Kitab-üz Zuhr adlı eserinde de yaptığı gibi “Tehafüt geleneğini” sürdüren bir başka eserin sahibidir.

Halil İbrahim İnalcık (1916-2016), Türk tarih profesörü. Eserleriyle Osmanlı-Türk tarihine hem siyasi ve ekonomik konularda hem de kültür ve medeniyet tarihi alanında orijinal katkılarda bulunmuş bir bilim insanıdır.

Halil İnalcık‘ın analizine göre İtalya’da İbn-i Rüşd geleneğinin güçlü bir şekilde sürdüğü XV.YY’da, Mehmet II’nin  Hocazade ve Ali Tusi’ye yönelerek Gazali çizgisi geleneğinde bir eser vermeleri konusundaki israrlı iradesi gerçekten dikkate değerdir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, kanaatimizce Mehmet II bilime ve felsefeye önem vermekle birlikte, ünlü tarihçi Franz Babinger’in de ifadesi ile bir Rönesans Hükümdarı olmadığını kanıtlamıştır. Bunun nedenleri arasında İslam düşünce sisteminde esas olan itikadi endişenin daima bilimsel endişenin üzerinde tutulması geleneği ve Mehmet II’nin de bu geleneği, kendisini ulemaya dayanmak zorunda hissederek sürdürme iradesidir. Burada üzerinde durulması gereken bir diğer ayrıntı da bu yüzyılda, Avrupa’daki hümanizm öncülerinin felsefeyi de etimolojik olarak Kur’an semantiğini göz önüne alarak önceki bölümlerde bahsetmeye çalıştığımız “san’at” kavramı içerisinde algılamaları ve öylece onu üniversite eğitiminin temeline yerleştirmeleridir. Bu gelenek Erasmus ve daha sonra da W.Humboldt’un üniversite eğitim felsefelerinde dikkatimizi çekecektir. Artık bilgi üretmek fonksiyonunun önemi göz önüne alındığında, yukarıda adından özellikle bahsettiğimiz, üniversite eğitimde günümüzde de etkilerini hala sürdüren bu geleneğin kasıtlı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nde paramparça edilen üniversite reformunun neden tutmadığını yeterince açıklayacağı düşüncesindeyiz.

Konuyu biraz daha iyi anlamak için Desiderius Erasmus Von Rotterdam’ın hümanist düşüncelerine ve daha sonra da Humboldt’un üniversite kurgusuna tekrar kısaca değinmek yerinde olacaktır. Bilindiği üzere Erasmus hiç tartışmasız Avrupa hümanizminin kilometre taşıdır. Onu düşüncelerinde antik felsefe Hristiyanlık teolojisinden daha üstündür. Yukarıda bahsettiğimiz, Sir Isaac Newton’a ait Johanna incilinin İngiliz dili çevirisi ve yorumundan yaklaşık bir asır evvel Matta İncili’nin “Vulgate” denilen Jerome’nin (Hyeronimus Stridonesis) IV.YY’daki İncil çevirisinin Avrupa kültüründeki tahtının ilk kez sarsılması, onun “Novum Testamentum Graece” isimli çevirisidir.[16],[17] Daha sonra bu eleştirel İncil çevirisinin reform dönemi Luther çevirilerine de kaynaklık ettiği gayet iyi bilinmektedir.

Thomas More (1478-1535, Londra), İngiliz devlet adamı, hukukçu, filozof, Rönesans dönemi hümanist yazardır. Desiderius Erasmus (1466-1536, Basel), Kuzey Avrupa Rönesansı’nın önemli Felemenk felsefeci ve klasik edebiyat araştırmacısı, hümanist bilgin ve ilahiyatçıdır.

Erasmus ve Thomas Moore’un arasındaki “Hümanizm” konusundaki müsbet etkileşim Hans Holbein’in de tablosuna yansımıştır.[18] Ancak erken Hristiyanlık felsefesini yücelten Luther’den Erasmus bilim ve felsefeyi, dini denetleyen bir kurum olarak yüceltmesi bakımından ciddi olarak ayrılır. Buradan “homo universalis” yaratmadan “üniversite” kurgusu yapmanın mümkün olmadığı anlaşılmalıdır. Bunun içinde gerek ve yeter şart “genel geçerli” iletişim dili oluşturmaktır. Bu dili doğru ve yerinde kullanmadan, “quadrivium ve trivium” eğitime dâhil edilemez, onun üzerine ne teoloji ne de doğa bilimleri inşa edilemez. Görülüyor ki “Homo Universalis” ancak hümanizm ile yaratılabilecek bir insan modelidir. Bu durumun, din olgusunu esas alan reformistler tarafından kabul edilebilirliği ciddi tartışma konusudur. Protestanlığın bile özümseyemediği bu gerçeğin, İslam Coğrafyasında teveccüh görmesinin beklenmesi doğru değildir. Bu bağlamda, Luther’in hümanistleri kafir olarak görmesine karşılık,  Deciderius Erasmus Von Rotterdam’ın “Lutherizmin olduğu yerde bilimlerin gerileyeceğini” ifade etmesi de fevkalade dikkate değerdir. Görülüyor ki temelinde “bilen insanın” olduğu hümanizme dayalı bir dünyevi eğitim sisteminin, kişi hak ve özgürlüklerini bireyi kısıtlayıcı tüm bağlarından kurtarmak suretiyle, merkezinde “dinsel insanın” ele alındığı ve skolastisizm mücadele etmeye bu şekilde anlamsızca gayret eden Reform hareketinden üniversal insan yaratmada daha başarılı olacağı tartışmasızdır. Zira unutmamak gerekir ki Reform hareketi itikad ve güvenmeye dayalı, dolayısıyla “fide-iman” olgusunu da sorgulamayı en aza indirmek suretiyle “dinsel anlamda imanlı bir insan” modelini merkeze yerleştirmiştir. Bu sayede kitleleri duygusal olarak etkileyerek popülist bir özellik gösterirken, hümanizm daha entelektüel çevrelere hitap eden bilen insanı merkeze alan popülizme yer vermeyen karakteriyle daha zahmetli bir yol olarak değerlendirilebilir. Bu açıdan bakıldığında, laiklik anlayışının hümanist bir eğitim modelinin başarılı ve girişimci üniversite modeli oluşturmaktaki etkin ve sürdürülebilir rolü daha iyi anlaşılacaktır.

Diğer taraftan kanaatimizce, bu noktada XI.YY’dan itibaren, İslam Coğrafyası’nda yükselen siyasal ekonomik gerilim “teosofi” olarak da söz edebileceğimiz Tasavuf (sad-vav-fe/sof/suf) düşünce sistemi ile “İşrak felsefesi” sonrasındaki bir aşama olarak değerlendirilebilir. Bu aşama ise düşünce hayatının seyrinde kabul edilebilir bir takım değişiklere neden olmuş gibidir. Bu düşünce sisteminin de temelinde, kadim İbranice’deki “noterikon-gametria-temurah” sistemi olduğundan ki sonradan Hurufilik olarak Fazlullah Esterabadi’nin ünlü Cavidanname’sinde daha detaylı formüle edildiğini bildiğimiz bir “evrensel şifre dili”nin aslında İşrakiyun ve Teosofi ile “humanitarian” karakter kazanmış olan Ortaçağ İslam Düşüncesi tarafından da Avrupa kültürüne bir dereceye kadar ilham kaynağı olması şaşırtıcı görülmemelidir.[19],[20] Bu tarz bir sisteminin “mistisizm” ile ilişkisi varsa da bu ilişkinin derecesi yukarıda da ifade ettiğimiz gibi tartışmaya açık bir konudur. Ancak sufi yapılanmadaki özellikle Osmanlı İslam Coğrafyasında, XV.YY’dan itibaren belirgenleşen  konformizm yerini önceki yazımızda belirttiğimiz batı kaynaklı “neosufizm” etkisiyle  özellikle XVII.YY’ın ikinci yarısından itibaren “islahat adına yapılanların taklitten öteye geçememesinin” de altında yatmaktadır. Bu durum, Cumhuriyet dönemine kadar Osmanlı topraklarında üniversite kavramının bir türlü oluşamamasının ana nedenlerinden birisidir. Bugün de bu kısır döngüden çıkılamadığı görülmektedir.

2.b.5. İşrakiyyun düşüncesinden, Tasavvuf ve Fütüvvet kurumlarına, oradan Neosufizm olgusuna giden yol ve bunun başta ÜNİVERSİTE yapılanması olmak üzere eğitim kurumlarının medrese ile sınırlı kalmasına etkisine dair kısa bir değerlendirme;

Neosufizmin Osmanlı Eğitim kurumlarına etkisi bu alanda son derece olumsuz yönde gelişmiştir. Bunu iyi anlamak için kısaca neosufizm konusuna göz atmak günümüzde de ülkemizdeki yüksek öğrenime etkilerini iyi anlamak için zorunlu görünmektedir. Tarihsel süreç içerisinde neosufizmi iyi anlamak için öncelikle üç kavramı tanımlamak zorunda olduğumuz gerekmektedir. Yukarıda “tasavvuf” kavramını “teosophia” ile ilişkilendirmiştik. Bu düşünce akımının da, İslam’ın ilk iki yüzyılında “zühd” yolundan gidenlerinin benimsediği yaşam tarzından bazı farklılıkları olduğuna dikkat etmek gerekir. İlk dönemlerde, İslam’daki tevbe/“te-vav-ba-he” terkibine dayalı daha önce bahsi geçen Ezraki ve Mutezile temelli olan, sahiplerinin iddia ettiği üzere aniden duyulan bir içsel sesle olduğunu söyledikleri “Tanrısal yönelim ve günahtan kaçma” Hevaric denilen Arap düşünce sisteminden kaynaklanmaktadır. Tasavvuf ya da teosophia’nin ise Philon ve Plotinus’un önemli katkılarıyla Yahudi ahlak ve tarih anlayışını Hellenistik kültür ile özellikle antik Yunan felsefe okullarının öğretisi etkisinde geliştiği konusu ise yadsınamazdır.

Tengricilik, Göktengri inancı veya Göktanrı inancı, Türk ve Moğol halklarında, şimdiki inanç sistemlerine katılmadan önceki yaygın inancıdır.

Bu etki İslam Coğrafyasındaki Pers Panteizmi ve Türk Kozmogonisindeki Gök Tanrı Dini’ndeki (atalar-su-ağaç kültleri) ve şaman-kam-bakşı isimli din adamlarının ritüelik kültür motifleri ile birleşince “İşraki” düşüncesini yükseltmiş daha sonra da Arap İslam Kültürü yayılmacılığı karşısında “perifer”/sınır boyları ile merkez arasında özellikle sınır bölgelerindeki Türk boylarının uzlaşması, Arap vergi sömürüsü başta olmak üzere merkezi güçle ilgili askerlik dahil kimi yükümlülüklerin daha kabul edilebilir hale getirilerek, bir uyum yaratma ve “pax” ın bir parçası olma zorunluluğu bağlamında ilk tarikatları kurgular hale gelmiştir.[21] Aslında tasavvuf düşüncesi, tarikatlar ile Arap İslam Yayılmacılığına karşı sınırlarda yaşayan toplulukların başta “Türkler” olmak üzere oluşturdukları, çoğunlukla merkezi otoriteyle ilişkiyi bilge bir toplumsal lider ile sağlamaya çalışan ilk dönemler siyasal çözüm odaklı yapılar gibi durmaktadırlar.[22] Kendilerine ait okul anlamında bir eğitim kurumları olmamasına rağmen, medreseler kanalı ile gerçekleşen bir etki tüm sosyal sınıfları etki altına almıştır. Örneğin Nişabur dolaylarında başına kalansuva denilen sivri bir cins külah giyen, üzerinde koyun postundan yapılmış dikişsiz bir elbisesi olan İbn Kerram, çoban ve köylü kesimlerinin üzerinde oldukça etkili olmuş devlet de bu grupları onun sayesinde kontrol edebilmiş, merkezi otoriteye adapte edebilmiştir.[23]

Bu yapılanmaların, elbette kendi inanç öğelerini barındırması merkezi Ortodoks İslam Hilafet kurumunun gözünde heterodoks olarak kabul edilmelerine de yol açmıştır. Öte yandan, “Melamet” düşüncesi ve Fütüvvet kavramı içerisinden doğan “Ahi” lik ise, gerek Bizans Kurumları gerek Arap İslam yerleşik ekonomik sistemi içerisinde, bir mesleki ve ekonomik korunma kalkanı sağlamak üzere oluşturulmuş, ezoterik motifler içeren ama ekzoterik dünyevi-seküler meslek ve ekonomik dayanışma örgütleri olmuşlardır. Doğal olarak doğudan batıya göçlerin zorunluluk olarak oluşturduğu, tasavvuf gibi o da yine “Türk”lerin yarattığı kurumlardandır.[24] Bu açıdan değerlendirildiğinde Greko Latin Kültürde Kıt’a Avrupası’nda oluşan burjuvazi ile ayrı düşünülemeyen meslek korporasyonlarına benzer bir örgütlenme etkisi ile oluştuğu iddiasının doğru bir analoji olduğu kanaatinde değiliz. Bu konuya burada değinmek istemimizin nedeni, Avrupa Kültürü’nde burjuvazinin, üniversite kavramının teşekkülünde itici gücü olduğuna işaret etmek içindir. Burjuvazinin olmadığı Ortadoğu İslam Coğrafyası’nda ise sermaye birikimi sağlayacak böyle bir sınıfın olmamasının, Mirsheffer Massenson’un da tabiriyle himaye edilen ve eden arasındaki karşılıklı ısmarlama bilgi ve tıbbi şifa ümidi simbiyozuna dayanan kurumlar olduğu ve böylece medreseyi yarattığına vurgu yapmak zorundayız.[25] Doğal olarak bu kurumların, hükümdar/halife/sultanlara yakın olan hatta onları denetleyen “fakihlerin” nezaretinde kurgulanması kaçınılmaz olmuştur ki, Mehmet II gibi bir hükümdarın bile İbni Rüşd çizgisine değil de, her ikisi de Gazali etkisinde olan Ali Tusi ve Hocazade üzerinde yoğunlaşarak medrese eğitimini kurgulaması bahsettiğimiz itikadi endişe ve fakih hegemonyasına atfedilebilir.[26] Öte yandan özellikle X.YY’dan itibaren tasavvuf sistemi onun kurumsal örgütlenme şekilleri olan tarikatların, temelde “humanitarian” olmakla birlikte, hatta kimi ileri gelenlerinin de devrin medreselerinde ders veren, eğitim kurumlarına bu suretle nüfuz eden ve çok saygı gören kişiler olmalarına rağmen, bizzat bir eğitim kurumu oluşturma kaygısı gütmediği de bir gerçektir. Bu nedenle İslam Coğrafyası’nda ne fakihlerin oluşturduğu ulema ne de tarikat liderlerinin oluşturduğu “meclis-i meşayih” şeklinde bir ruhban sınıfı da olmadığından “ruhban – burjuvazi” ilişkisinden bahsedilemeyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır.[27] Bunun doğal sonucu olarak felsefi ve ezoterik öğretisini “Tekke/Hankah” denilen kendi kurumsal yapılanmalarının bir parçası olan özgün binalarında sürdüren “Tarikatler” geç ortaçağlarda medresede ders vermekten öteye gidememişler, medreseler de özellikle XV. ve XVI.YY’dan itibaren fakihlerin ve dolayısıyla ulemanın denetiminde şekillenerek XVIII.YY’a değin gelinmiştir.

Yazar Prof. Dr. Mahmut Can Yağmurdur, Ankara, 11.11.2021

Dipnotlar ve Kaynakça:

[1]Fıkıh sözcüğü sözlükte bir şeyi gereği gibi anlamak olarak geçmektedir.

[2]History of Britain and Ireland-The Definitive Visual Guide: Roma İmparatorluğu bilindiği üzere Agricola komutasında gönderilen lejyonlar ile İmparator Vespassianus tarafından Britanya işgalini gerçekleştirmiştir. Adaya Roma İmparatorluğu tarafından yerleştirilen Latin kökenli halk ile Kelt nüfus Briton kavramını yaratmıştır. Daha sonra Britanya Roma İmparatorluğu’nun hep baskısını hissetmiş, Hadrianus tarafından Scotland bölgesiyle Galler arasındaki duvar inşa edilmiş, Septimus Severus zamanında da  Eboraccum ( York) seferi yapılmıştır.  Roma dönemi sonrası önce Saxon ve sonra da Norman istilalarına uğramış, daha sonra da Jutland ve Zaeland bölgesinden (Danimarka) Angl halkının gelmesi ise Anglo-Saxon kültürü tamamlanmıştır. Ancak 1066 daki ünlü Hastings savaşında Norman Kral William The Conquerer ile Norman hakimiyeti tamamlanmıştır. Bu yüzden kuzey ülkelerine has denizcilik kültürü (sailorism) bu ülkede bir çok bilimsel-siyasal-ekonomik gelişmeye zemin hazırlamıştır.  Bu durum bir anlamda Anglo-Norman olgunlaşma süreci olarak değerlendirilebilir.

[3]Umberto Eco, Avrupa Kültürü’nde Kusursuz Dil Arayışı, Çev. Kemal Atakay, 2.Basım, İstanbul-2009: Dil tasnifi Umberto Eco, ilgili eserinin giriş bölümünde, Onirik (Düşsel, mistik ve vahiy dilleri) Roman ve Şiir Dilleri,  Bricolage dilleri (iki uygarlığı karşılaşması sonucu kendiliğinden doğan diller-dilbilgisi kuralları net değildir), Araçsal Diller (İngilizce-Fransızca vb), Formel diller(Kimya-Cebir-Mantık dilleri) konuları altında değerlendirilmiştir. 

[4]Niall Ferguson, İmparatorluk-Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirişi, Çev.Nurettin El Hüseyni, YKY, İstanbul-2017.

[5]William R.Newman, Newton the Alchemist,Science, enigma and the quest for Nature’s secret fire, Princeton University Press-2019.

[6]Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır,Kur’an-ı Kerim Tefsir ve Meali

[7]Sir Isaac Newton, Kutsal Kitabın Yorumu, Daniel’in Kehanetleri ve Aziz John’un Mahşeri Üzerine Gözlemleri Çev.Aytunç Altındal, Medam Yayınları, İstanbul-2012: Bu çeviri Daniel kehanetleri esaslıdır.

[8]A.g.e.  Bkz Tev’ilat-ı Kaşaniyye maddesi

[9]A.g.e. Bkz.Dip not 3: Raymond Lull, 1232-1316 yılları arasında yaşamış Mayorka doğumlu bir Katalan’dır. Doğduğu yer Hristiyan-İslam ve Yahudi kültürlerinin kesişme noktasıdır. Çok sayıda Arapça yazılmış eseri mevcuttur. Onun evrensel dil yaratma gayreti din amaçlıdır. Fransisken olması nedeniyle Roger Bacon’dan etkilenmemesi mümkün değildir. Araplar ve o devirde dünyayı kasıp kavuran Moğollar ile iletişim açısından öğretisel ortak bir dil ile diyaloğa büyük önem atfetmiştir. Öğretisel bir eser vermesi bakımından (Ars Magna)bir ilk kabul edilir.     

[10]Peter Forshaw, The Early Alchemical Recpetion of John Dee’s Monas Hieroglyfica, Ambix Vol 52, No 3,  pp 247-269, London-2005: Aslında bir matematikçi olan John Dee, Monas Hyeroglifica adlı eseri ile ünlüdür. Bu eserin 1564 tarihinde yazıldığı bilinmektedir. O dönemde simya eseri olarak algılanmışsa da geometrik olarak noktadan türetilen çember ve düz çizgiyi kullanarak kozmik bir takım etkileşimleri anlatmaya çalışır.    

[11]Habsburg Hanedanı Kutsal Roma Germen tacını 1438 de ele geçirmiştir. İmparator Maximillien I bu konuda önemli bir karakterdir. Onun Osmanlı Devleti ile de ilişkileri olan Milanolu Sforza ailesi üzerindeki etkinliği ve Napoli Krallığı üzerinden İspanya Krallığına tesiri gayet iyi bilinir.(Ayrıca Bkz, Americo Vespucci maddesi). Öte yandan 1479 yılındaki Reconquista’nın ünlü figürleri Castillia Kraliçesi İsabella (C.Colomb’u finanse ettiği bilinir) ve Aragonia kralı Ferdinand II’in kızı Deli Juana Maximillen I Habsburg’un oğlu Philippe I (Yakışıklı Philip) ile evlendirilerek her iki devlet arasında kan bağı da kurulmuştur. Bu evlilikten olan oğlu Charles V (Lat. Quint) isimli hükümdardır (Süleyman I ile savaşan dilimize Şarlken olarak çevrilen). Buna mukabil Floransa ise Medici ailesinin etkin olduğu bir coğrafya olup Fransa Krallığı etkisinde olmuştur. Francouis I ve Süleyman I’in ittifakında Kıta Avrupa’sında Habsburg ile mücadelenin önemi ve Kapitülasyonlar çok ciddi bir öneme sahiptir. Hatta öyle ki İngiltere Krallığı yine İngiliz dilinin ulusal kimlik kazandığı dönem olan Tudor hanedanı döneminde Birleşik Krallık Osmanlı İmparatorluğu’ndan Elizabeth I zamanında 1580 yılında Fransa Krallığı’na benzer, geniş ticari imtiyazlar elde etmiştir. Burada amaç Levant ticaretinde Habsburg yönetimindeki Kutsal Roma Germen ve onunla bağıntılı İspanya Krallığı ile Venedik ve Papalık ittifakına karşı Antwerpen-Lviv hattı üzerinden yapılan ticareti garanti altına almaktır. (Detaylı okuma için ayrıca bkz. Halil İnalcık Seçme Eserleri XII-Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi-I, 1300-1600, Cambridge University Press, Çev.Halil Berktay, Türkiye İş Bankası Yayınları, 3.Basım, İstanbul-2016. 

[12]A.g.e, Bkz. Harici kökenli Ezraki düşüncesi ve Haricilik bahisleri

[13]Gerhard Bowering’e göre zühd geleneğini başlatan ilk dönem sufileri, Tanrısal bilgiye dair öznel deneyimlerini aracısız bir etkileşimle “tevbe” olgusu üzerinde “mistik ve tinsel bir işaret” ile ifade etmişlerdir. Bu kanaatimizce mutezilenin günahın affına dair muğlak çizgisinin “öznelleştirilerek” sistematize edilmesi yolundaki doğrudan bir ilk adım gibi gözükmektedir. Gerçekten de Mutezile’nin Havaric yani daha evvel bahsettiğimiz Harici-Ezraki kökenli düşüncenin ürkek ve kaypak şekli olarak tanımlayan yazarlar mevcuttur. (Ayrıca bkz. Prof. Dr. Montgomery Watt-İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Mutezile Bahsi 2 299 Sarkaç Yayınları, 3.Baskı, Ankara-2010.  Ayrıca Bkz. Prof.Dr.Cavit Sunar-Tasavvuf ve Felsefe)

[14]Josef VAN ESS, Tasavvuf ve Muhalifleri: Statüler, Mihneler ve Dönüşümler, S 18-32,  Doğuşundan Günümüze Tasavvufa dair Tartışmalar-On Üç asırlık İhtilaf ve Mücadele, Ed. Frederick DeJong, Bernd Ratke, Haz. Salih Çift, TTK Yayınları, Ankara -2020:  İlginç bir şekilde Binbir Gece Masalları’nda ilk defa adı geçen “Kalender” kavramı mekânsız-mal mülk ve para hırsı olmayan-elindekini yoksulara dağıtan-aile kurmayan alışıldık hayat tarzı dışında yaşayan ama kötülük nedir bilmeyen bir insan modeli çizmektedir. Muhammed Gazali’de onları halkın kolayca anlayabileceği bir Farsça ile yazdığı bir risalesinde ciddi şekilde yermektedir. Öznel anlamda sezgiyi ön plana çıkarmakla birlikte bu tür yaşantı ve düşünce tarzı bireysel  öz güvenin artması ve mistisizm ile uğraşmayı gereksiz kılabilir. Bu durumda teorik bilgi teosofinin esasını oluşturur düşüncesindeyiz. Zaman içerisinde oluşan kurumsallaşma Tarikat örgütlenmesini kurgulamaya başlayınca teorik bilgi bilgi sahibinin kült haline getirilmesine neden olarak mutlak itaat edilen mürşid olarak kabul edilen “şeyh”ler ortaya çıkmıştır.   

[15]Adnan Adıvar, Osmanlı Türkleri’nde  İlim s 54, Remzi kitabevi 6.Basım, İstanbul-2000

[16]A.g.e. bkz.: Johanna İncili tüm kanonik İnciller içerisinde en geç kaleme alınanıdır. Metaforlar içermemesi, İsa’nın töz ve niteliğine Panteist yaklaşımı nedeniyle diğer sinoptik İncillerden farklıdır. Belki de Reform hareketinde Anglikan düşünce sahasında Kıta Avrupa’sından Britanya Krallığını ayırt eden sürecin tanımlanmasında Newton’un bahsedilen bu İncil çevirisi kilometre taşı olarak kabul edilmelidir. 

[17]Anne M.O’Donnel, Charis in New Testament by Erasmus, Edinburg University Press, Moreana, Number 181-182, Vol 47, No 3-4, p 153-185, 2010.

[18]Rönesans döneminin en ünlü ressamlarından Hans Holbein tarafından yapılan Deciderius Erasmus Von Rotterdam ve Sir Thomas Moore tabloları birbirine benzer tarzı ile hemen dikkat çeker. Bilindiği üzere Erasmus’un grotesk bir anlatım ile kaleme aldığı “Deliliğe Övgü” isimli eseri Rönesans Hümanizmi’nin en güzel belgelerinden birisidir. Eserde soytarı kılığına girmiş bir kadın karakteri ile “bizzare/acaip” davranışların zengin fakir ayırt etmeksizin hükümdarlar ve din adamlarında bile olabileceğine vurgu yapar. Onun en katıksız aptal ve deliler olarak Mesih’in yolunda olanları göstermesi, her kesimden insanın bizzare/acaip davranışlarının mistik dünyaya veya Tanrısallığa atfedilebileceği gerçeğine işaret etmek amacını güttüğünü söyleyebiliriz. Erasmus bu konuyla ilgili olarak yazdığı yazıların çoğunu Henry VIII tarafından daha sonra idam edilen Sir Thomas Moore tarafından konuk edildiği esnada yazmıştır.(Ayrıca Bkz. Andrew Scull, Uygarlık ve Delilik YKY, İstanbul-2015.       

[19]Notarikon, bir metnin şifrelenmesinde kullanılan akrostiş tekniğidir. Bilindiği üzere bu teknikte  bir dizi sözcüğün ilk harfleri bir başka sözcük oluşturur. Umberto Eco bu konuda “Avrupa Kültürü’nde Kusursuz Dil Arayışı” (Daha geniş okuma için Umberto Eco-Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı-Çev. Kemal Atakay-Le Goff serisi, Literatür Yayınları, 2.Basım, İstanbul-2009) isimli son derece önemli bulduğumuz ilgili eserinde Leon’lu Moses’i örnek verir. Moses kutsal metnin dört anlamının baş harflerini (Peşad-Remeds-Deraş-Sod) alarak PRDS/PARDES ya da Cennet kavramını çıkarır (Vahdet-i Vücud felsefesinin mümessili Muhiddin Arabi’ye göre de Müslümanların kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’in, hakayık-işaret-letaif-ibaret olmak üzere 4 farklı anlam boyutundan bahsetmesi yanlış bir analoji olmaz kanısındayız). Bu uygulama şiirde de kullanılan bir yöntemdir. Türk Tasavvuf Kültüründe de pek çok örneği vardır. Ancak XIX.YY’a ait Müştak Baba isimli  bir mutasavvıfa ait olanı şiir pek çok yerde örnek verilirse de fiktif bir özellik taşıdığını da söyleyenler olmuştur: Şiirle ilgili olarak  sadece Ankara kelimesinin noterikon-akrostiş terkibine yer vererek bazı yazarlar  tarafından aşağıdaki gibi bir açıklama getirilir. Ayrıca şiirde ilk satırda geçen “Elf (ebced nümerik değer 1) Efser (ebced nümerik değer 341)” yan yana getirildiğinde 1341 rakamı elde edilir ki bu ise Ankara’nın Hicri 1341-2 yani 1922-23 yıllarındaki başkent oluşuna atfedilir;

   

                                   Me’va-yı nazenine kim ELF olursa efser

                                   La büdd olur o me’va İslambol ile hemser

                                   NUN ve’l KALEM başından alınsa nun-ı Yunus

                                   Oldukta HARF-i diğer olur bu rumz izhar

                                   Miftah-ı sure-i KAF ser hadd-i Kaf-ı ta Kaf

                                   Manzam olunmak ister RA-yı RESUL-i peyamber

                                   HA-yı HEVAyla ahir maksud oldu zahir

                                   Beyt-i veliyyü’l-ekremü’l-hac id-i ekber

                                   Ey padişah-ı fiham Sultan Hace Bayram

                                   Ruhani ister ikram Müştak-ı abd-i çaker

Ayrıca bkz. Ahmet Doğan, Müştak Baba Hayatı ve Edebi Şahsiyeti, Akçağ, Ankara-1995: Ankara kelimesi: elif-nun-kaf-ra-he,  ﺓ ﺭ ﻕ ﻧ ﭐ

[20]Fazlullah Esterabadi, Cavidanname, Haz. Fatih Usluer, Kabalcı Yayınları, İstanbul-2012.

[21]Wilhelm Radloff, Türklük ve Şamanlık, Örgün Kitabevi, İstanbul-2009

[22]Josef Van Ess, Trans Renee Otto, Theology and Society in the Second and Third Centuries of the Hijra. Theology and Society, Volume 2: 116/5: A History of Religious Thought in Early Islam Handbook of Oriental Studies. Section 1, The Near and Middle East, Theology and Society PDF Book-2020.

[23]İbn Kerram’ın kıyafeti ve başındaki külahını daha sonra Anadolu Sufilerinden yine Nişabur’da doğan Hace Bektaş-ı Veli’ye benzetmemek mümkün değildir. İbn Kerram adeta daha sonra ikonografilere konu olacak kadar ilginç bir figürdür.

[24]Ragıb-el Isfahani, Müfredat Kur’an Kavramları Sözlüğü, Çev.Yusuf Türke, s 918, Pınar Yayınları İstanbul-2002: Tarik ve Tarikat kelimeleri Arapça olup aynı kökten gelen birisi “yol” diğeri “yollar” anlamını taşırlar. Her iki kelimenin Arap ve Osmanlıca alfabede ilk harfi tı/ ile başladığı iyi bilinir. Tarik kelimesinin sonunda ve  bu kelimenin çoğulu olan tarikat kelimesinin ortasındaki harf ise Arapça ve Osmanlıca’da kaf/ harfidir. Bazı kaynaklarda kelime “Turuk” olarak da geçmektedir. Ayrıca Lugatte yine fonetik olarak aynı okunan yine “Tarik” olarak geçen bir diğer kelime daha vardır ki ilk harfi te/  son harfi ise kef/  olup “terketmek” fiili anlamına gelir. Kur’an Kerim’in 86.suresi olan “Tarık” süresi “sabah yıldızı/çolpan/Venüs” anlamına gelmekte olup “yol” anlamı da taşımaktadır. Çoğulu “etrak/turrak” olarak yazılır. Arapça ve Osmanlıca’da yaygın kullanımda “gece gelene” özgün olarak kullanılan bir fiildir. Öte yandan Farsça yazılışı itibarıyla “Türk” kelimesi Arap alfabesinde te/   harfi ile başlatılır. Çoğulu ise yine Farsça “Türkan” olarak teleffuz edilir. Bu nedenle Tarikat ve Türk/Turuk kelimelerinin etimolojik kökenini birbiriyle bağıntılı düşünmemek için bir neden kalmamaktadır. Diğer taraftan “terk” etmek anlamında kullanıldığı zaman da bunun Türk Tasavvuf anlayışında terminolojik/teorik olduğu kadar pratik anlamda da dünyayı-ahireti ve her ikisini de terketmek anlamında önemli yer tuttuğu bilinir. Ancak konumuz ile ilgili olmadığından burada detaya girmeyi uygun bulmuyoruz.               

[25]A.g.e, bkz.Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim

[26]A.g.e, bkz. İslam Düşünce sisteminde Tehafüt Geleneği bahsi

[27]Burada, Mahmut II’nin 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nı kaldırması sonrası oluşturulan Bab-ı Ali’nin, başta emperyalizmin etkisiyle artan ayrılıkçı Neosufist akımları ve diğer muhalif heterodoks grupları kontrol etmek amacıyla tüm tarikatleri denetlemek amacıyla oluşturduğu kurgusal “Meclis-i Meşayih” ile karıştırılmamalıdır.

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir