Vereni Mağrur ve Alanı da Mağdur Etmeme…

Vereni Mağrur ve Alanı da Mağdur Etmeme…

“Çoğu insan başarıyı almak olarak düşünür. Oysa başarı vermekle başlar.” Henry FORD

Bu dünyaya kendi arzumuz olmadan istemeden gelir ve yine, bazı istisnalar dışında, istemeden de göçer gideriz. Bu ikisi arasındaki (Doğum-Ölüm) sürece de YAŞAM deriz. Bu süreç, Âşık Veysel’in deyişiyle “İki kapılı bir handır! Bir kapıdan girilir, öbür kapıdan da çıkılır…” Yine bu süreç, kimine göre çok kısa kimine göre de çok uzun olabilir… Önemli olan, yaşam dediğimiz bu süreçte yaşamlarımıza katabildiğimiz veya katamadığımız anlam ve değerlerdir. Yani bir bakıma kişinin yaşamına yansıttığı farkındalıktır. İşte bu farkındalığı oluşturma için de birey çabalar durur. Ancak bu çabalar ve eylemler bir sorumluluk duygusu ve sevgiyle derinleştirilemediğinde birer nafile uğraşı olmaktan öteye geçemez.

Yaşamlarımızı sürdürürken kimi zaman alıcı kimi zaman da verici oluruz. Bu her zaman değişkendir ve herkesin bir istasyon noktası (“alma-verme” durakları) olarak zaman zaman uğradığı ve karşılaştığı bir olgudur. Bu nedenle yaşamlarımızda zaman zaman “almak” ve zaman zaman da “vermek” durumunda kalabiliriz. Bu konuya ilişkin her birimiz çeşitli örnek ve öyküleri duymuş veya yaşamışızdır.

Yaşamlarımızı sürdürürken “alma” ve “verme” olgusu, değişken olup, bunlar bazen maddi bazen de manevi yönü ağır basan kriterlerdir.  Kısaca betimlemek gerekirse bu alış-verişte;

Maddi (Somut) olan değerler:

  • Para,
  • Kıymetli eşya ve materyal,
  • Yiyecek-içecek (Beslenmeye dair),
  • Mevki-Makam,
  • Şiddet vb.

Manevi (Soyut) olan değerler:

  • Sevgi, şefkat,
  • Bilgi,
  • İyilik-kötülük,
  • Korku, nefret vb.

İnsanoğlu-kızı, yaşamlarını sürdürebilmeye çabalarken bu çift yönlü gidiş-gelişler ve dualite ile sık sık karşılaşır. Bunu yaparken de insan, geçmiş olayları hatırlayabilen ve dostu düşmandan ayırmayı öğrenen birçok hayvan olmasına karşın, “geçmişi-şu anı-geleceği” birbirine bağlayan bir ip üzerinde kolaylıkla gezinebilen tek hayvanın BİZLER olduğunu da gözden ırak tutmaz. İşte yaşam olgusunu betimleyen bu “ip” mottusunun cambazları olan biz insanoğlu-kızı olarak, yaşlanmamıza karşın bizlerde iki huy genç kalır: Hırs ve istek. Bu iki huyun olumlu ve olumsuz yönlerde kullanılış farkı ve yöntemi bireyin yaşamında aldığı mesafenin bir bakıma ölçüsüdür diyebiliriz.

Konumuza” La Edri”nin bir deyişiyle geri dönelim:

“Vereni mağrur, alanı da mağdur etmeyen tek şey sevgidir.

Ve insan içindeki sevgisinin ağırlığınca insandır.” La Edri

Unutulmamalıdır ki, sevgi de aynı bilgi gibidir. Vermekle ve paylaşılmakla asla tükenmez. Nasıl bilgi bizde varsa ve başkalarına vermek ve paylaşımla yok olmayacaksa, sevgi de bizde olduğu sürece, başkalarına vermekle bitip tükenmez. Yaşamımızda, vereni mağrur, alanı mahcup etmeyen tek olgudur sevgi...

Bu noktadan bakıldığında, sevgi karşılıklı özen ister. Sevginin etken yapısında da, “almaktan önce vermek” vardır. Ancak kişi sahip olmadığı şeyi veremez. Sevgiyi ve bilgiyi verebilmek ve paylaşımda bulunabilmek için ilk önce sevgiye ve verebilecek bilgiye sahip olmak gerekmektedir.

Bu noktada hem sevgi hem de bilgi, almaktan çok vermeye; egosal baskılardan sıyrılıp, birliktelik içindeki duyumlara; sahiplenmelerden çıkıp, paylaşımlara; kendimize dönük önceliklerden sıyrılıp, birlikteliklere dönüş olayıdır.

Sevgi, varlıktan varlığa aktarılan, kullanılan, değerlendirilen, var oluşta yansıyan, paylaşılan ve bütün bunlar olurken, devamlı olarak artan ve insanları bir araya getirip kaynaştıran bir pozitif enerjidir. Bu yönüyle konuya yaklaşıldığında, “Sevgi, her zaman kolların açık oluşudur. Sevgi için kollarınızı kaparsanız, kendiniz dışında tutacak hiçbir şey kalmadığını görürsünüz, diyen ve sevgi profesörü olarak nitelendirilen Leo Buscaglia’ya, sevginin sınır tanımazlığını ne güzel de vurgulamaktadır… Ve devam ederek, insan ve sevgi için, “İnsan olağanüstü güzel, olağanüstü güçlü bir varlıktır. İnsan olmaktan kıvanç duyun. Aradığınız her yanıt, içinizdedir. Kendinizi sevin, başkalarını sevin, yaşamı sevin. Sevgiye zaman ayırın ve onu başkalarıyla paylaşın. Yaşam sevgi demektir; sevgi yaşam demektir. Çünkü yaşamak, sevmek ve öğrenmek insanın en büyük edimidir, ereğidir.” demektedir.

İşte bu nedenle de paylaşım için (alıp verebilmek adına) kolların hep açık olması, yaşamlarımıza yön verecek önemli bir itici güçtür. Bu açılmış kollarla alınıp, verilebilen “sevgi”, genel yapısı gereği, hep var olan olduğuna göre, sevginin ayrıca üretilmesi diye de bir şey yoktur. Ancak, belirli bir gelişim ve bir algılayış süreci içinde olan insanlar arasında sevgi, kişiye, duruma, gelişim düzeyine göre, daha geç, ya da daha önce algılanmış olabilir. Dolayısıyla sevginin ortaya çıkışı, bireyin iç potansiyeline, özüne, gerçek kimliğine yakınlığı ile sıkı sıkıya da bağlantılıdır.

Montaigne 1533 ile 1592 yılları arasında yaşamış Fransız yazardır ve Rönesans felsefesinin önemli bir düşünürüdür. Denemeler adlı eseri ile tanınmaktadır.

Montaigne, insanın, insanlığın ahlâkî değerlerini araç değil, amaç sayan öğretinin kurucularındandır. Denemelerinde kendini inceleyerek algılamaya, anlamaya ve anlatmaya çalışmış, insanın ve insanlığın değerlerine ulaşma çabasını yansıtmıştır. Şöyle ki:[1] “Kimi insan ile kimi insan arasındaki uzaklık, kimi insan ile kimi hayvan arasındaki uzaklıktan daha büyüktür. Üstelik kafa dereceleri buradan göklere çıkacak bir merdiven basamakları kadar sayısızdır. Ama insanları değerlendirmeye gelince, ne tuhaftır ki varlıklar içinde kendi değerleriyle ölçülmeyen bizleriz. Bir atı güçlü ve çevik olduğu için överiz, kuşamıyla değil. Bir tazı koşmasıyla övülür, tasmasıyla değil. Bir kuş kanadıyla övülür, püskülleri ve çıngıraklarıyla değil. Niçin insanı da kendinin olanla değerlendirmiyoruz? Aradığınız kılıcın değeridir, kının değil. Kınından çıkınca belki de beş para vermezsiniz kılıca. İnsanı kendi değeriyle ölçmeli, süsü püsüyle değil.”

Buradan konuya yaklaştığımızda, insanı farklı ve diğer canlı türlerine göre daha üstün kılan içinde taşıdığı değerlerdir. İnsanı geliştiren, yetiştiren, yükseltip yücelten öz de zaten budur.

Her insanın özünde bu gizil gücün bulunmasına karşın, bazılarımız bunun bilincinde olmadıklarından değerlerini geliştirip yüceltmekte sıkıntıya düşmektedir. Böyle kişiler toplumun ekseriyetince “defolu bir mal” muamelesi görürler. Ama bunların umurlarında mı? Her şeye karşın böyle kişiler, kendi doğrularınca kendi bildiği yoldan ilerlemeye devam ederler. En tehlikeli birey tipleri de bunlardır ve oran olarak da toplumumuzda çoğunluktadırlar. Yani paylaşımdan uzak, verebilmekten çok tek taraflı olarak alabilmek uğraşısında olan ve bireysel çıkarlarını her şeyin önünde tutanlar…

Audrey Hepburn (1929-1993), İngiliz-Hollandalı sinema oyuncusu ve hayırseverdir. Hollywood yıldızı ve moda ikonudur.

Ama Audrey Hepburn, kendi “Yaşam Felsefesi”ni anlatırken verdiği anlamlı bir yanıtta bu gibilere adeta ders vermekte:

Eğer güzel gözlerin olsun istiyorsan, insanlara iyilikle bak.

Eğer saçların güzel olsun istiyorsan, bırak çocuklar ellerini geçirsin saçlarından.

İnce bir bedense istediğin, ekmeğini açlarla bölüş.

Ve güzel dudaklara sahip olmak için, sadece güzel sözler söyle…

Sokrates, “aklın başlangıcı, kavramların tanımlanmasıdır” dediğinde, tanımlayamadığımız bir sözcük veya kavramın bize ait olamayacağı, bu nedenle de öncelikle kavramların doğru anlaşılması için başlangıçta tanımlanmasının gerektiğinin altını çizmektedir. Aksi takdirde, Maslow’un: “Elinde çekiç olan sâdece çivileri görür” benzetmesinde olduğu gibi doğru anlaşılmayan kavramlardan yola çıkan birinin doğru sonuçlara ulaşması mümkün olmayacaktır. Bu bağlamda ben de konu içeriğinin anlaşılmasında gerekli olan bazı kavramların açılımını çok kısa olarak inceleyerek çalışmamı sürdüreceğim.

Kavramsal Açılım

Yaşlı bir bilgeye hayatın anlamı hakkında ne öğrendiği sorulmuş. “Valla,” demiş adam, “bu dünyaya başka insanlara yardım etmek için geldiğimi öğrendim. Henüz çözemediğim şey, diğer insanların neden burada olduğu.”[2]

Mağrur: Arapça kökenli bir sözcük olup “gurur” kökünden türetilmiştir. Kavram olarak: Kibirli, kendini beğenmiş, gururlu ve kendisiyle övünme anlamlarıyla açıklanmıştır. Başka bir deyişle, gururlu duruş anlamına gelen bu kelime, bir duygunun, bir içgüdünün fiziki duruş ifadesidir. Bu sözcük, eski kültürde ve Osmanlı’da, genellikle olumsuz anlamlarda kullanılmaktaydı. Zira kibirlenmek ve büyüklenmek yanlış bir davranış kalıbı olarak kabul edilirdi. Günümüzde de aynı anlam yükünü taşımaktadır.

Mağdur: Haksızlığa uğramış, suçtan ve haksız eylemden zarar gören kimse, kırgın olarak tanımlanır.

Sadaka: Kelime kök olarak “Sıdk”, doğruluk ve doğru olmaktan türemiştir. Çoğulu sadakattir. Sadık, arkadaş gibi bağlı her zaman güvenilir, aldatmayacak, yokluğundan ötürü bir zarara uğramayacağımız, kendini aratmayacak kişi demektir. Toplum içindeki muhtaç kişilere yardım edildiğinde, “arkadaşça – sadık” olarak yapılan bu yardım eylemini tarif eden kelimeye “sadaka” denirdi. Ancak günümüzde tamamen yanlış bir kanıyla, fakire verilen üç beş kuruş gibi düşünülmektedir. Aslında Tanrı’nın rızasını almak için yapılan işlerin tamamının sadaka olduğu ifade edilmektedir. Günümüz koşullarında ise, bencillik ağır bastığı için bu sadıklık kavramı ve özleri uçmuş gitmiş ve sadaka kelimesi zamanla “dilenciye verilen para” anlamını almıştır.

Hasenat: Arapça bir sözcük olup, “Hasen” veya “Hasene” kökünden türeyen çoğul bir ifadedir. Hasen Türkçede Hasan olarak kullanılır ve anlamı “iyi ve güzel olandır”. Bu sözcük sözlüklerde, “İyilikler, iyi haller, iyi işler, hayırlı işler” olarak açıklanmaktadır. Bir hastayı ziyaret etmek Hasenat’tır. Selam vermek Hasenat’tır. Hâl hatır sormak ve zaman harcayarak samimiyetle yapılan yardımlar, birer Hasenat’tır. Hasenat bir kalp işidir, gönül işidir, sevgi işidir, borç veya mecburiyet değildir. Sözcüğün anlamından bahsederken söylendiği gibi hasenatın kökleri sevgi, iyilik ve güzelliktedir ki, bunların yanında mecburiyet olmaz, gönülden vermek olur.

İnceleme ve Değerlendirme

Martin Luther (1483-1546), Alman keşiş, teolog, üniversite profesörü, Protestanlığın babası ve Lüterciliği yaratan, geliştiren ve yayan kişi.

“Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, fakat bu arada çok basit bir sanatı unuttuk. İnsan gibi yaşamak…”  Martin Luther

İnsan, doğanın eksik bıraktığı, ancak doğanın verdikleriyle de yetinemeyen bir varlıktır. Her ne kadar insanoğlu, kaplumbağanın sağlam kabuğuna, bir aslanın pençelerine, bir atın koku alma duygusuna sahip değilse de birçok hayvan türünde olduğu gibi doğar doğmaz yürümeye başlayamaz. Ve bunun için uzun yıllar ihtimam gösterilmesi ve bakılması gerekiyorsa da aklının sınırlarının doğa tarafından belirlenmediği ve doğanın vermediğini isteyebilen ve tutkuları olan bir varlıktır insanoğlu… Bu bağlamda da insan; bilinçli olarak düşünebildiği, güvenle beklediği ve mümkün olduğuna inandığı her şeyi yapabilir. Evren bu konuda insana sınır koymaz ama bizler genelde inançlarımızla sınırlarız kendimizi.

Bir tarlaya buğday ekmekten amaç, taneleri toplamaktır, ama insan bu arada özel bir çaba göstermeksizin saman ve kepek de elde eder. “Gerçek mutluluk, özümüzde var olan, herkesin kendi varoluşuna bir anlam bulmasını dilememizi sağlayan iyilikten doğar. Bu, herkese açık, gösterişsiz, hesap gözetmeksizin beslenen bir sevgidir. İyi bir yüreğin sarsılmaz yalınlığıdır.” derken iyimser (optimist) yönden, bardağın dolu kısmından, yaşama bakmaktadır Matthieu Richard[3] “Mutluluğa Övgü” yapıtında.

Yaşam yolculuğunda her birimiz zamanla hedeflediğimiz amacımıza giden yollarımızı kolayca bulamayabilir, kaybolabilir veya nereye gittiğimizin ayırdına varamayabiliriz. Bu yolculuk ve arayışlarımızda zamanla savrulabilirken, bize yol gösterecek bir ışık veya bir pusula arayışında olabiliriz. Bizlere o doğru yolu gösterecek pusula, rehber veya kılavuzların arayışı içindeyken, bu doğru yolu, içimize yönelerek, gönlümüzde ve ruhumuzun en derinlerinde bulmamız genelde bizleri şaşırtabilir. Ama son tahlilde bu zorlu yolda gereksinim duyacağımız biricik yol göstericinin, bireysel içsel pusulamız olan vicdanımız olduğunu gördüğümüzde de buna inanmakta zorluk çekeriz.

Mohandas Karamçand Gandi (1869-1948), Hindistan’ın ve Hindistan Bağımsızlık Hareketi’nin siyasi ve ruhani lideri.

Nitekim bu arayışta Gandhi bize bu olguyu anlamlı bir şekilde betimlemektedir: “Her sabah kalktığım zaman kendime şöyle söz veririm: Dünya üzerinde vicdanımdan başka kimseden korkmayacağım. Kimsenin haksızlığına boyun eğmeyip; adaletsizliği yıkacağım”.

Günümüze dek, saplantılaşmış bir eğilimle, bir canlı türü olarak kendimizi evrenin merkezi olarak görüp durduk. Gerçekliğin araştırılması ve incelenmesi, bizi bu yanılsamadan adım adım kurtarmaktaysa da bugün bile birçokları için yerküre, hâlâ evrenin ruhsal, manevi merkezidir. Ve gene bazılarınca, dünyanın insan yaşamının, bilincin ve zekânın geliştiği biricik yer olduğuna hâlâ ciddi ciddi inanılmaktadır. Bu nedenle, çok doğru bir benzetmeyle, denir ki, hayatın anlamı, görünmeyen harflerle insanın vicdanında yazılmıştır. Ve işte bu bakış açısıyla da vicdanlarındaki o görünmeyen yazıyı okuyabilmeleri için insanlara, “Kendini Bil” şeklinde özetlenen bilgelik öğüdü verilir.

Her ne kadar bu öğüt verilse ve “vicdan” öğesi her birey için söz konusu olsa da bunun eşit olarak insanlarda dağıtıldığını söylemek zordur. Buradan denilebilir ki, Diğer insanlar bizim çıkarlarımız için çalışmaz ancak kendi hayalleri için çalışırlar.” Örneğin: At yarışı sırasında, sırf biz bahis oynadık diye, atlar daha hızlı koşmazlar!

Murphy’e göre de insanların hoşuna giden üç şey: Ya yasadışı ya ahlakdışı ya da şişmanlatıcı ve sağlığımıza zararlıdır. Tanrı insana bu zaafları vermiştir ama akıl ve mantık da vermiştir. Bu zaafları kontrol etmemiz de nefsimize, öz benliğimize sahip olmakla ve vicdanımızın sesini dinlemekle olur.

Kişisel bütünlüğünü kazanmış bir birey olarak biliriz ki, neyi almak istiyorsak, önce biz onu başkalarına vermeliyiz. Örneğin:

  • Sevmek isteyen, sevgiyi vermeyi öğrenmeli.
  • Takdir edilmek isteyen önce başkalarını takdir etmeli.
  • Mutlu yaşamak isteyen, önce başkalarının mutlu olmasına katkıda bulunmalıdır.

İnsanın makamı ve mevkii ne olursa olsun, O’ndan öncelikle insan olmanın gereklerini yerine getirmesi beklenir. Mevlânâ’nın, “Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok” özdeyişini göz önüne aldığımızda, elbiselerine ve makamlarına baktığınızda toplumun yönetici kesiminde istihdam edilen ve insan zannettiğimiz bireylerin bir bölümünden, bazen öylesine davranış ve eylemlerle karşılaşıyoruz ki, insan olduğumuzdan utanmak durumunda kalabiliyoruz… Ne yazık ki, son günlerde ülkemiz genelinde sıkça da karşılaşıyoruz bu örneklerle.

Aydın ve Kâmil bir insan, gerektiğinde ve gereksinim duyduğunda gerek maddi ve gerek düşünsel ve manevi yönden sahip olduklarından verebilmeli, paylaşabilmeli ve ihtiyaç duyarsa da alabilmeye açık olmalıdır.

Peki, “vermek” nedir? Bu sorunun yanıtı kolay gibi görünse de gerçekte bireyden bireye sahip olunan bilinç düzeyine göre farklılıklar gösterir.

Örneğin, dar bakış açılı, kendi farkındalığının ve seviyesinin ayırdında olmayan, egosu yüksek biri için vermek demek; sahip olduğu bir şeyi kaybetmek, en değer verdiği bir şeyden istemeyerek yoksun kalmak gibidir. Bu nedenle böyle kişilerin kolayca verdiği edimine rastlayamayız. Ama “alma” konusunda oldukça istekli ve başarılıdırlar…

Ama bu kişi, biraz daha az paylaşımcı, içe dönük, hırs ve çıkarlarını yaşamının her alanında biraz daha öne çıkarabilen bir kişiliğe sahipse, ancak karşılığında bir şey almak kaydıyla vermeyi kabullenir. Böyle birinin yaklaşımına göre; almadan vermek, sorunlar yumağı oluşturabilir, başını belaya sokabilir ve karşısındaki kişi tarafından kandırılmaya da davetiye çıkarır. Özetle böyle bireyler, karşılığını almadan kolay kolay bir şey vermezler!

Son tahlilde toplumda az sayıda ve nadir olan bazı bireyler, biraz daha paylaşımcı, dışa dönük ve bilge bir kişiliğe sahip, insana ve hayata yaklaşımını iyimserlik ve şefkat yükü ile yönlendirebilenlerde vermenin anlam ve içeriği çok daha farklıdır. Eğer verecek bir şeyi varsa ki bu salt maddi olmayabilir, aynı zamanda daha ağırlıklı olarak kişinin iç dünyasından ve özünden bir şeyler de olabilir. Bu noktada hiçbir karşılık beklemeksizin, tamamen karşısındakini de bir bütünün parçası ve eşit olarak görmesi ve salt insan olduğu için sahip olduklarını öteki ile paylaşabilmesi, o kişinin yaşamında aldığı yolun da bir bakıma göstergesidir. Bu şekildeki verme ve paylaşabilme verene tarifsiz bir haz, sevinç ve coşku verir. Ancak bu paylaşımda kişinin kendi varlık bütünlüğünü tehlikeye atmaksızın dengeli bir veriş söz konusu olmalıdır. Hani Anadolu’muzda çok iyi bildiğimiz bir özdeyiş vardır: “Ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider s….’ya”. Burada denge unsuru önemli!

Peki, kişinin karşısındakine maddesel boyutun (Para, Kıymetli eşya ve materyal, Yiyecek-içecek “‘Beslenmeye dair”, Mevki-Makam, Şiddet vb.) dışında verebileceği şeyler nelerdir? Bu sorunun yanıtı çok boyutlu olmakla beraber bunlar arasında şu değerleri sayabiliriz: Sevgi, şefkat, Bilgi, İyilik-kötülük, Korku, nefret vb.

Anlamlı bir benzetme yapmanın tam da sırası…

Paylaşımcı, kişisel bütünlüğünün ayırdında, kendi öz değerlerini sindirmiş olan aydın ve bilge bir insan portresini çizmeye çalışırsak; bunu bir kâse veya tencere içindeki çorba/yemek gibi olarak betimlemek olasıdır. Şöyle ki, bu çorbanın-yemeğin içine lezzet katan unsurlar vardır (Erdemler, yazılı kurallar, yazılı olmayan kurallar, etik kuramlar ve ahlak öğretisi vb.). Bazıları bu yemekten bir kaşık alır, bazıları açlığının derece ve sınırlarına göre kâseyi-tabağı tüketir ve bitirir. Bazıları yediklerini (aldıklarını) özümser ve sindirir, bazıları sindiremez ve midesine oturur… Dolayısıyla bu yiyeceği (alabileceklerimizi) tüketirken hazmedebileceğimiz/ özümseyebileceğimiz kadarını almalıyız.

Zaten ezoterik sistemlerin amacı da bu değil midir? Hak edene hak ettiği ölçüde ve özümsedikten sonra geri kalanını verme…

Ancak salt almak insan doğasına da aykırıdır. Gerektiğinde insanoğlu olarak verebilmeli ve paylaşabilmeliyiz de… Bu konuda toplumda yaygın bir özdeyişi hepimiz biliriz: “Almadan vermek Tanrıya mahsustur.” Bunun tek istisnası, anne karnında fetusun geçirdiği dokuz aylık süreçtir. Anneden tek taraflı olarak sevgi alır, gıda alır ve beslenir… Bu yönüyle yaşamlarımızda alırken de buna koşut olarak verebilmeliyiz. Ancak verebilmek için de verilecek olgu ve nesnenin o bireyde var olması gerekir. Olmayan şey verilemez. Ör: sevgi yoksa sevgi, bilgi yoksa bilgi, etik değerler yoksa etik değerleri veremezsiniz! Bu da yine hassas bir dengeyi gerektirir…

Mevlânâ (1207-1273), 13. yüzyılda yaşamış Fars şair, fâkih, âlim, ilahiyatçı ve Sufi mutasavvıf.

Mevlana’ya göre, eğer bir insan yaşamı süresince dağıtma, paylaşma zevkini üretirse, yemeden önce yedirmenin tadına varırsa, almadan önce vermek gereğine inanırsa, kendinden önce mutlaka başkalarını düşünmesi gerektiğini bilirse; işte o insan yüce, mutlu ve gerçek manası ile insandır.

İnsan yaşamında “Almak mı yoksa vermek mi daha değerli?” sorusu tarih boyunca sorulagelmektedir. Her ne kadar Anadolu bilgeliğinde, “veren el alan elden daha kutsaldır!” dense de kanımca, her iki olgu da birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

Örneğin: Bazen birey ihtiyacı olana vermek ister (sevgi, bilgi, maddiyat vb.) ama verileni alacak kimse yoksa ne işe yarar? Yani alacak kimse yoksa tek taraflı bir verme eylemi de gerçekleşmez.

Kutsal Kitap’ta (Tesniye 15.7) Rab şöyle der: “Fakir bir adam senin yanında, kapılarının birinde olursa yüreğini katılaştırmayacaksın ve fakir kardeşine, komşuna, yaşadığın bölgedeki muhtaca, nihayet sınırlarında bulunan ülkelere elini kapamayacak ve onlara mutlaka elini açacaksın. Onları zengin etmek için değil, sadece ihtiyaçları kadar ver ve eğer Sadaka’dır diye kabul etmek istemiyorlarsa ödünç olarak ver. Yeter ki eksikliklerini tamamlayabilsinler.”

Hz. Muhammed ise: “İhtiyaç sahibine yardım edin. Ancak neden dolayı muhtaç olduğunu sormayın.” demiştir.

Yazar Halit Yıldırım, Antalya, 23 Nisan 2021

Kaynakça:

[1] Montaigne-Denemeler

[2] Yuval Noah HARARI- 21. YÜZYIL İçin 21 DERS-21 Lessons for 21st Century

[3] Matthieu Richard- “Mutluluğa Övgü” (Plaidoyer pour le bonheur)

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir